11 Ağustos 2017 günü Trabzon’un Maçka ilçesine bağlı Köprüyanı mahallesinde hırsızlık ihbarını kontrol etmeye giden jandarmaya bölgede saklanan PKK’lılar tarafından ateş açılması, Astsubay Başçavuş Ferhat Gedik ile onlara yol gösteren 15 yaşındaki Eren Bülbül’ün yaşamlarını yitirmesi, bölge halkında ve Türkiye kamuoyunda büyük bir infiale yol açtı.
Cinayeti protesto eylemlerine ve cenazelere geniş katılım oldu. İçlerinde AKP, CHP, HDP ve MHP’nin bulunduğu bütün siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri olayı şiddetle kınadı.
Her ne kadar böyle bir operasyona 15 yaşındaki bir çocuğun götürülmesine annesi ve bazı kesimler eleştiri getirseler de, asıl tepkiler PKK’nın Kürtlerle doğrudan alâkası bulunmayan Karadeniz bölgesine sızarak böyle eylemler yapabilmesi ve bir çocuğu öldürmesi noktasında yoğunlaştı.
Bu cinayetlerin affedilir hiçbir yönü yok. Hele bir çocuğun öldürülmesinin hiç yok.
Bu ısrar niye?
Asıl üzerinde durmak istediğim konu ise, kayda değer bir Kürt nüfus yaşamadığı halde PKK’nın bu gölgeye gösterdiği tuhaf ve ısrarlı ilgi.
Bu ilginin Güneydoğu’dakine benzer bir karşılık bulmayacağı daha başından itibaren ortadaydı.
PKK’nın bunu görmemesi, bilmemesi ve bilincinde olmaması mümkün değil.
Bütün hamleleri geri tepti ve başarısızlıkla sonuçlandı.
Üstelik çok sayıda yurttaşın yaşamına yol açan ağır sonuçları yıllardır ortada.
Ama hiç de öyle değilmiş gibi sürdürülüyor ve PKK silahlı gruplarını bölgeye göndermeye devam ediyor.
Kayda değer bir destek beklentisinin olmadığı bir bölgeye durmaksızın silahlı grup gönderen örgüt, başka şeyler umuyor ve hesaplıyor olmalı.
Her halde başarısız olacağı baştan bilinen, kesin kadro kayıpları göze alınan, bölge halkı indinde nefret ve tepkilerin yükseleceği ilk günden hesaba katılan, başka türlü bir planlılık söz konusu.
Strateji uzmanlarının ve PKK’nın politikalarını yakından izleyenlerin, “Karadeniz Stratejisi” hakkında yaptıkları kapsamlı analizler ve dile getirdikleri muhtelif tezler var.
Onları da dikkate alarak, o stratejik hesapların bunca yıldır karşılığını bulup bulmadığını da açık olarak değerlendirmek gerekir.
Güneydoğu’da ilk eylem sonuç almıştı ama…
Hatırlanacağı gibi, PKK Türkiye’de ilk silahlı eylemini 1984 yılının Ağustos ayında yapmış, askeri karakollara baskın düzenlemişti.
O dönemde ilan ettiği politik programında, ağırlıkla dört ülkeye (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) dağılmış olan Kürtleri silahlı mücadele yoluyla birleştireceğini ve “Bağımsız Birleşik Kürdistan”ı kurup Kürt Sorunu’nu bu yolla çözeceğini iddia ediyordu.
Türkiye orijinli örgütün silahlı eylemleri için seçtiği yerler, politik iddiasına uygun olarak Kürt nüfusun yaşadığı bölgelerdi.
Devlet uzun yıllar bölge halkının dili ve kimliğini baskı altında tutup asimile etmeye çalıştığından, halk şiddeti ve terörü bir mücadele metodu olarak kullanan örgüte kayıtsız kalmamıştı.
Bu çerçeveden bakıldığında, örgütlenmesini, silahlı eylemlerini ve propagandasını aslen Kürtlerin yaşadığı ve yoğun olarak bulunduğu metropollerde (ya da civarında) gerçekleştirmesinin bir rasyonalitesi vardı.
Bu bakımdan, o dönem ortaya çıkan tartışma ve tepkilerde kimsenin aklına “PKK niye buralarda eylem yapıyor” gibi bir yadırgama sorusu gelmiyordu. Devletin mevcut politikasını ve ülke haritasını değiştirmek üzere “silahlı mücadele”ye başvurulması ve ölümlere neden olunması öne çıkarılarak eleştiri ve tepki konusu oluyordu.
“Kuzeye ilerleyiş” kararı
Yadırgatıcı gelişme 1993 yılında yaşandı ve PKK “kuzeye ilerleyiş” kararıyla Karadeniz bölgesine yayılma niyetini ortaya koydu.
1994 itibariyle Karadeniz’in muhtelif il ve ilçelerinin özellikle dağlık, ormanlık, vadilik ve yaylalık alanlarına, bölgeyi tanımak, barınma ve uzun süreli yaşama imkanlarını görmek amacıyla silahlı güçlerini küçük birimler halinde göndermeye başladı.
PKK’nın silahlı güçlerinin Giresun, Trabzon, Gümüşhane, Ordu, Tokat, Artvin gibi illerin kırsal bölgelerinde giderek daha sık görülmeye başlaması ise 1995 yılını buldu. O döneme kadar, mümkün olduğunca göze çarpmadan, çatışmaya girmeden, kayıp yaşamadan, araziyi tanıma ve gerekli lojistik şartları oluşturma hedefinin güdülmesi gerektiği, bölgeye gönderilen silahlı PKK gruplarının önüne konulan temel politikaydı.
Bölgenin sayfası Mesudiye’de açıldı
Karadeniz bölgesinde eylem yapma kararı ise PKK’nın 1995’de Irak’ta, Haftanin’de yaptığı Beşinci Kongre’de alındı. Hemen ardından ilk eylem Ordu’nun Mesudiye’de ilçesinde yapıldı.
Bölgedeki eylemlerin artması, sorunun ciddiyet kazanması ve ölümlerle sonuçlanmaya başlaması ise 1997 yılından itibaren oldu.
Özellikle bu tarihten başlayarak, siyasal gelişmelerin seyrine göre PKK, kamuoyunda adı duyulan bazı isimlerin sorumluluğundaki silahlı gruplarını Sivas ve Tokat gibi geçiş illeri üzerinden Ordu ve daha doğusundaki Karadeniz illerinin kırsal alanına sık sık gönderir oldu.
Hattâ bölgede belirli bir varlığı olan bazı sol örgütlerle kimi zaman bu yönde işbirliği ve ittifak oluşumlarına gittiği de basına yansıdı.
Lakin, kiminle ittifak yapılırsa yapılsın ve bu birliktelikler ne tür program hedeflerine sahip olursa olsun, ne bölgede kayda değer bir hakimiyet kurması, ne de halk arasında bir sempati yaratması mümkün olabildi.
Tersine, aralarında resmi görevlilerin de bulunduğu bazı kesimlerin girişimiyle kurulan paramiliter örgütlenmeleri, kırsal bölgelerde halkın keyfi silahlandırılmasını, koruculuk sisteminin yaygınlaşmasını, faşizan ve şoven bir siyasal iklimin halk arasında derinleşmesini besledi.
Ülke ve bölge politikasına paralellik
Silahlı PKK gruplarının Karadeniz’deki varlığı ve eylemleri ülke politikasının seyrine ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere paralel bir seyir izledi.
Bugün de durum çok farklı değil.
Örneğin, AK Parti’nin Kürt Sorunu’nun çözümüne yönelik bazı politikaları devreye soktuğu dönemlerde, PKK’nın Karadeniz bölgesinde ne varlığı ne de eylemleri göze çarpıyordu.
HDP’nin bölgedeki çalışmaları kısmen daha rahat şartlarda gerçekleşiyor, Kürt Sorunu’nun barışçı ve demokratik çözümüne karşı çıkışlar alt seviyelere iniyor ve bölünme propagandasını araç olarak kullananların bölge halkının etkileme imkanları azalıyordu.
Ama barış süreçleri tıkandığında ve/ya iktidarın Irak ve Suriye sorunlarındaki tercih ve politikaları PKK ve PYD’nin politikalarıyla ya da onların ittifak yaptığı güçlerin tercihleriyle çeliştiğinde, çok geçmeden PKK silahlı güçlerini çeşitli gerekçeler ileri sürerek yeniden Karadeniz’e yolluyor; ardından çatışma, terör ve ölüm haberleri duyuluyordu.
Yani PKK’nın Karadeniz’deki varlığı ve eylemleri kendi başına ve bölgeye özel bir gerekçeye dayanmayıp, devletle PKK arasındaki ilişkinin ve başka alanlardaki mücadelenin seyrine bağlı olarak değişiklik gösteriyordu.
Bile bile lâdes…
25 yıldır hep bu olduğuna göre, ciddi bir uygulama sahası bulmuş, sonuçları değerlendirilebilir bir siyasal stratejiden söz ediyoruz demektir.
Bu yazının konusu PKK’nın şiddeti ve terörü bir mücadele metodu olarak seçmesinin eleştirisi olmadığından, bu hususu değerlendirmeyi bir yana bırakıyorum.
Ama yıllar boyu bölgeye silahlı gruplar gönderip hem güvenlik görevlilerinin ve sivil yurttaşların ölümüne neden olan, hem de çok sayıda kadrosunu kaybedip bölge halkının kendisine yönelik tepki ve nefretinin katlandığını bilen ve gören PKK’nin, kendi stratejik mantığı içinde 25 yılın sonunda Karadeniz’de ne elde ettiğinin sorulması gerektiğini düşünüyorum.
Ortada bile bile lâdes durumu varsa, ayrıntı gibi görünen bazı sorular anlam kazanabilir.
Soruların gösterdiği şey
Bölgede bir taban yaratabildi mi?
Bölgenin inancı, etnik kimliği, yaşam tarzı ve kültürü farklı sosyolojilerini, kendisine karşı en azından hayırhah bir tavra çekebildi mi?
Bölge halkının Kürt Sorunu’na yaklaşımını yumuşatabildi mi?
HDP’nin bölgede örgütlenmesi ve siyasal faaliyetini sürdürmesinin şartlarını kuvvetlendirdi mi?
Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerde PKK’ya karşı sürdürülen devlet operasyonlarını durdurmaya, askerin ve polisin konsantrasyonunu bozup gücünü zayıflatmaya yaradı mı?
Karadeniz’e silahlı gruplar gönderip eylem yaptırmak, PKK ve PYD’nin Irak ve Suriye’de ittifak yaptığı güçlerle sürdürdüğü politikaları sahada engellemek için o bölgelere güç yığan ve bazen sınırı aşıp harekat yapan Türkiye’yi engelleyebildi mi?
Özetle, PKK şu veya bu sebeple asker ve polisi Karadeniz’de “meşgul ederek” ne elde etti, neyi kurtardı sorusunun, örgütün kendi askeri mantığı içinde dahi anlamlı bir cevabını bulmak zor.
O halde göz göre göre, can yaka yaka, kadro yitire yitire halen ve ısrarla Karadeniz’e yürümek niye?
Karadeniz’de böyle var olmanın askeri ve siyasal değeri ne?
Kimileri PKK’nin Karadeniz politikasını “çok büyük bölgesel strateji”lerin içine yerleştirip anlamlandırmaya çalışsa bile, 25 yılın her bir yılı, ortaya sürülen politikalar bakımından ciddi bir başarısızlıkla geçmiş ve hemen hiçbir askeri ve siyasi sonuç vermemiştir.
Askerler arasında, “güvenlik güçlerinin Irak sınırında oluşturduğu sıklet merkezini zayıflatmak, Güneydoğu Anadolu bölgesinde teröristler üzerindeki baskıyı azaltmak ve güvenlik güçlerinin diğer bölgelere ilave kuvvet, istihbarat gayreti ve zaman ayırmasını sağlamak” amcının güdüldüğü şeklindeki bir analizin yaygın kabul gördüğü ileri sürülüyor.
Her halde bunca yıldır sürdürülen ısrar, Eren Bülbül’ün öldürülmesinden sonra PKK’lıları yakalamak için bölgeye iki tabur özel kuvvet kaydırılmasıyla amacına ulaşmış sayılamaz.
PKK’nın Karadeniz’de bu şekilde “var olma”sının siyasal “değerini,” kendisini izleyenlere ikna edici şekilde açıklayabilen bir PKK yöneticisi var mı, doğrusu bilmiyorum.
Ama alınan karar ve işleyen mekanizma, kendi kayıplarını dahi hesaba katmadan can yakmaya ve can sıkmaya 25 yıldır devam ediyor.