Henüz kesinlik kazanmayan sonuçlara göre, 31 Mart’ta AK Parti 15’i büyükşehir ve 24’ü il olmak üzere 39; CHP 11’i büyükşehir ve 10’u il olmak üzere 21; MHP biri büyükşehir ve 10’u il olmak üzere 11; HDP üçü büyükşehir ve beşi şehir olmak üzere 8 belediye kazandı. Dersim’de Türkiye Komünist Partisi (TKP), Kırklareli’nde ise bağımsız aday yarıştan birinci çıktı. Alınan belediyeler üzerinden hesap yapıldığında, 31 Mart’ı AK Parti ve HDP’nin zararla, CHP ve MHP’nin ise kârla kapattığını söylemek mümkün.
Türkiye’nin siyasi haritası bu neticelerle birlikte renklendi. Renklenme, çok boyutlu. Bir kere, partiler 2002’den bu yana sıkışmış oldukları bölgelerin dışına taşmaya ve başka bölgelerde de seslerini çıkarmaya başladı. Ege ve Akdeniz kıyılarına hapsolmuş bulunan CHP, bu seçimlerde boynunu İç Anadolu’ya, Karadeniz’e ve Kürt illerine uzattı. İç Ege ve İç Akdeniz’de güçlü olan MHP, Karadeniz ve Kürt illerinde de boy gösterdi. AK Parti İç Anadolu ve Karadeniz’de halen baskın parti, ama artık eskisi kadar rahat değil. Zira sahada başka aktörler de var. Türkiye genelinde zemin kaybeden AK Parti, Kürt illerinde HDP’den Bitlis, Şırnak ve Ağrı’yı aldı. HDP de ilk defa Kars’ı kazandı. Dolayısıyla haritaya baktığınızda, geçmişe kıyasla çok daha renkli bir Türkiye var.
Renklenme, tek tek illere bakıldığında da kendini belli ediyor. Partilerin geçmişte olduğu gibi bir ilde tulum çıkaramadıkları görülüyor. 31 Mart’ta, Kilis istisna tutulursa, il ve ilçe belediyelerinin tümünü kazanma anlamında hiçbir şehirde bir tek parti hâkimiyeti oluşmadı. Seçmen yerel düzeyde de iktidarı farklı eller arasında pay etti. Merkezi bir partiye verdiğinde çevrede başka partiyi/partileri öne çıkardı. Gücü dengeledi bu sonuç; bir partinin bir ilde mutlak hâkim olmasının önüne geçti. Keza farklı partilerin temsilcilerinin ortak iş yapabilmeleri için de bir imkân doğurdu. Sorun bu imkânın doğru kullanılıp kullanılamayacağında düğümleniyor.
Saadet zincirinin kırılması
İktidar blokunun büyükşehirlerde gerilemesi, önümüzdeki dönemi şekillendirecek en önemli dinamik. Türkiye’nin otuz büyükşehrinde iktidarın oy oranı yüzde 48.01; yani büyük şehirlerde rüzgâr muhalefetten yana esiyor. Ülke nüfusunun büyük kısmının yaşadığı, sanayi ve ticaretin geliştiği merkezler artık muhalefet tarafından yönetilecek. Bilhassa İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin ve Antalya gibi şehirlerin CHP’nin eline geçmesi, büyük bir değişim potansiyeli taşıyor.
Bu değişimin, iktidarın dayandığı eko-sistemi kökünden sarsması kaçınılmaz. Siyasetin finansmanından, medyanın kontrol altında tutulmasına; sivil toplum görünümü altındaki organizasyonların kurduğu saadet zincirinin kırılmasından, korunup kollanan sermaye gruplarına kadar her yapı, bu el değiştirmeden az ya da çok etkilenecek. Keza muhalefetin olanakları çoğalacak; belediyelerin etkinliklerinde muhalefete yakın medya grupları, yazarları ve kanaat önderleri desteklenecek.
Bahsi geçen belediyeler çok büyük bütçelere sahip; bu belediyelerin geniş sosyal ağları, rant yaratma kapasiteleri ve dolayısıyla büyük maddi kuvvetleri var. Muhalefetin bu sayede kendi toplumsal tasavvurunu halka taşıma ve kamusal alanı biçimlendirme kanallarının artacağı muhakkak. Dolayısıyla muhalefetin kazancı değerli, iktidarın kaybı ise az buz bir kayıp değil.
Nihilizmden çıkış
31 Mart seçimlerinde demokrasi açısından nakısa sayılacak önemli hadiseler oldu. Seçimi kazanan bazı adaylara KHK ile kamu hizmetinden ihraç edildikleri gerekçesiyle mazbatalarının verilmemesinin, Anadolu Ajansı’nın İstanbul’da muhalefetin öne geçmesinden sonra veri akışını durdurmasının ve seçimin üzerinden uzun bir zaman geçmesine rağmen İstanbul’un hukuki bir kesinliğe bağlanmamasının bu bağlamda altı çizilmelidir. Bununla birlikte iki mühim çıktısı oldu 31 Mart’ın.
Birincisi, bilhassa muhalif kesimlerde kök salmış olan ve kimi zaman nihilist bir karakter kazanan umutsuzluk kırıldı. AK Parti’nin yenilmesinin mümkün olmadığı, toplumsal dokunun buna müsaade etmeyeceği, muhalefetin daima arkada kalmaya mahkûm olduğu düşüncesi yıkıldı. Kendilerini çaresiz hisseden bünyelere bir heyecan geldi; seçimde AK Parti’yi geriletebileceklerini ve sandıkla yol alabileceklerini gördüler.
Neredeyse halktan elini yıkayacak derecede demokrasiden ve ülkeden soğuyan kesimlerin tatmış olduğu bu nisbi zafer, onlara memleketin geleceğinde belirleyici olabileceklerini hissini yaşattı. Gelecek adına oluşan bu umut, bundan sonraki süreçte bu kesimin toplumsal aidiyet bilincinin güçlenmesini ve sandığı daha fazla sahiplenmesini sağlayabilir.
Yeni bir sayfa
İkincisi, seçim öncesi ve sonrasında birtakım sorunlar yaşansa da sistem genel hatlarıyla işledi. “AK Parti kaybetmez, kaybetse de sonucu tanımaz, yönetimi bırakmaz, hele İstanbul’u hiç vermez” biçiminde özetlenebilecek yargılar tuzla buz oldu. Evet, süreç habire uzatıldı. İtirazların suyu çıkarıldı. Hattâ Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı MHP, bekayı demokrasiye feda edemeyecekleri tarzında suyu bulandıran açıklamalar da yaptı. Lâkin nihayetinde demokratik olarak olması gereken oldu; sandığa giren oy sandıktan çıktı.
31 Mart, bir bütün olarak, Türkiye’de demokrasinin geleceği açısından önemli bir dönemeç oluşturdu. Öyle ya da böyle, halk yeni bir sayfa açtı. Farklılığını sandığa yansıttı. Siyasilere kendi renkliliğini dikkate almaları gerektiğini hatırlattı. Ne kadar karizmatik ve kudretli olursa olsun hiç kimsenin Türkiye’yi kendi ideolojik rengine boyayamayacağını gösterdi. Zaten son üç seçimde Cumhur İttifakı’nın devletin bütün gücünü seferber etmesine karşın bunu başaramaması, kimsenin Türkiye’ye kendi ideolojik kılıfını dayatamayacağının açık bir göstergesidir.
Bundan çıkarılması gereken hayati bir ders var: Türkiye gibi etnik, dinsel, dilsel ve kültürel olarak çok zengin bir ülke, otoriter bir yönetim ile bir arada tutulamaz. Baskı ters teper, dikiş bir yerlerden patlar. Bir başka ifadeyle, Türkiye ancak çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi ile yönetilebilir. Dolayısıyla yarına dair sözü olan her aktörün bu dersi daima aklında tutması gerekir.
(*) Kürdistan 24, 24.04.2019
http://www.kurdistan24.net/tr/opinion/551a1af6-8155-412d-b50a-5694926a7fc0