Ana SayfaYazarlar(4) Avrupa’da demokrasi arayışı neden parlamenter sisteme kanalize oldu?

(4) Avrupa’da demokrasi arayışı neden parlamenter sisteme kanalize oldu?

 

[5 Şubat 2017] Kaldığım yerden devam: salt fiziksel ölçek ve demografik yapı — üzerinde yaşanan ve yönetilen alanın giderek büyümesi, nüfusun ise heterojenleşmesi ve dağınık, kopuk kopuk yerleşimlerden oluşması — daha güçlü bir yürütme ihtiyacı doğurabilir. Bu da bazen devletsizliğe karşı devletli toplum, bazen şehir-devletine karşı (hanedan devleti anlamında) imparatorluk, bazen demokratia veya respublica’ya karşı (Roma anlamında) tek adam dictator’lüğü veya imperator’luğu biçimini alabilir. Modern zamanlarda, demokrasi genel çerçevesi içinde bazı coğrafyalarda parlamenter sisteme karşı başkanlık sisteminin tercih edilmiş olması da, böyle her durumda değilse bile birçoğunda, benzer bir “güçlü yürütme” arayışının ürünüdür.

 

Tekrar edeyim: bu, illâ kötü/lük demek değildir. En azından, verdiğim özgün İlkçağ örneklerini kendi koşulları içinde düşünmemiz gerekir. Henüz (modern anlamda) özerk bir otokrasi veya diktatörlük ideolojisi söz konusu değildir. Dolayısıyla bu tür geçişler ideolojik belirlenimlerden çok maddî-teknik belirlenimler (zorunluluklar) yüzünden meydana gelir. Benzer bir ihtiyaç, 19. yüzyıldan itibaren Avrupa dışında, özellikle Latin Amerika ve sonra Afrika’da kurulan cumhuriyetlerin bir bölümünün başkanlık sistemine yönelmesine yol açar. Bu da başkanlık sisteminin, son zamanlara kadar hemen hiç görülmediği Avrupa’ya kıyasla, daha çok Avrupa dışında (yani bir diğer özelliği, sosyo-ekonomik gelişme bakımından daha geriden gelmek olan diyarlarda) yoğunlaşması sonucunu verir.

 

                                                                      *          *          *

 

Çağdaş demokrasi öncelikle Avrupa’da, daha da spesifik olarak İngiltere’de doğup gelişti. Daha ilk cumhuriyet ve demokrasi arayışları, 17. yüzyıldan itibaren parlamenter sisteme yöneldi. Bu sisteme çıkış noktası itibariyle “Westminster sistemi” de denmesi boşuna değildir. Bu, kıtanın ve — gene altını çizeyim — İngiltere’nin özgün koşullarının sonucuydu. Böyle hazır bir sistem yoktu aslında. Hiçbir hayalî siyaset bilimi kılavuzu veya ders kitabında yer almıyordu. El yordamıyla oluştu. Zaman içinde kendi geleneğini yarattı. İngiltere’den kıtaya, oradan zamanla dünyanın kalanına yayıldı. İhraç ve taklit edilen bir modele dönüştü.   

 

Neydi, Avrupa’nın (ve İngiltere’nin) özgün koşulları? Birincisi, görece dar bir alana (yeryüzündeki en küçük kıtaya) sıkışmış, görece çok sayıda, dolayısıyla yüzölçümleri görece sınırlı ülkelerden oluşuyordu. İkincisi, bunlar hep aynı tip hanedan devletleriydi. Hemen hepsi İS 4. yüzyıldan itiibaren gelişen Kavimler Göçü’nün (ya da Germen ve Slav istilâlarının) doğurduğu politik ve sosyo-ekonomik formasyonlardı. Birçoğu ya doğrudan bu istilâlar sırasında; ya bir sonraki aşamada, Karolenj İmparatorluğu’nun 9. yüzyılda (843 Verdun ve 870 Meersen antlaşmalarıyla) parçalanması sonucu; ya da aşağı yukarı aynı sıralarda başgösteren “ikinci istilâlar dalgası”nın (Vikingler, Müslüman Araplar ve Macarlar) karmaşık etki ve etkileşimleriyle vücut bulmuştu. Benzer bir demografik yapıya ve keza, benzer yönetim strüktürlerine sahipti.

 

Bu özellikleri biraz açmak gerekir. Sözü edilen krallık ve prenslikler, makro-planda bakıldığında, (faraza Batı Asya veya Ortadoğu devletlerine kıyasla) etno-lingüstik bakımdan oldukça homojendi. Şöyle ki, hanedan dahil hakim sınıflar ile tabandaki halk (köylüler), farklı yerel “ağız”ların tek bir yazı dili üzerinden homojenleştirilmemişliği bir yana, üç aşağı beş yukarı aynı dili konuşuyordu. Zira aynı kabilesel kökenlerden geliyorlardı; belirli bir kabileler topluluğu içinde sosyal, sınıfsal farklılaşma yaşanmış ve savaşçı soyluluk yükselerek büyük toprak sahibi bir aristokrasiye dönüşmüştü. Dolayısıyla devlet dışarıdan empoze edilmiş bir yama değil, o coğrafyanın, o dilin, o halkın bağrından çıkmak ve üzerinde yükselmek anlamında “organik devlet”ti (lütfen “organik lider” teorisiyle karıştırmayalım). Daha spesifik olarak, İslâm âleminde rastlanan yabancı (askerî köle veya devşirme) kökenli gulâm orduları da mevcut değildi; bu tür hassa orduları ve komutanlarının yaptığı saray darbeleriyle ortaya çıkan “pretoryen devletler” de mevcut değildi. Bu, eskimiş bir Marksizan determinizmin öne sürdüğü gibi sadece kapitalist gelişme ve bir burjuvazinin ortaya çıkması sonucu değil, çok önce de, en azından bazı ülkelerde (tipik olarak İngiltere ve Fransa’da), belirli bir siyasî coğrafyanın sabitlenmesi zemininde belirli bir Ortaçağ milletleşmesinin yaşanmasına olanak veriyordu. Sadece Shakespeare’in “tarihsel” piyeslerine bakmak yeter: 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarında belirli bir İngilizlik olgusu ve bilinci, kimliği ve aidiyeti şekillenmiş bulunuyordu.

 

Bir adım ötede, siyasi açıdan da büyük benzerlikler taşıyorlardı. Hepsi, paraya (likiditeye) dayalı (cash-based) devletler değil, şu veya bu şekilde koşullu toprak tevcihlerine dayalı (fief-based) devletlerdi. Tabanı, nüfusun yüzde 90-95’in teşkil eden bağımlı köylülerin küçük üretimi (Halil İnalcık’ın Osmanlı örneğinde “çift-hane sistemi” dediği düzenlemenin bir benzeri) meydana getiriyordu. Tepede, gene makro-planda bakıldığında görece zayıf denebilecek (kabile reisliğinden yeni terfi etmiş) bir kral veya prens yer alıyordu. Para ekonomisinin geriliği ve ulaştırma koşullarının ilkelliği yüzünden, halktan büyük ölçüde nakit vergi toplayamıyor ve dolayısıyla devlet aygıtına, özellikle de savaçılarına nakit maaş ödeyemiyordu. Bunun yerine, üzerinde bağımlı köylülerin yaşayıp çalıştığı irili ufaklı toprak parçalarını, daha doğrusu bu köy ve köylülerden vergi toplama haklarını, “maaş yerine” koşullu olarak (askerî hizmet karşılığı) söz konusu “kumandan” ve “asker”lere tevcih ediyordu. Bu da bir tür fiyef (dirlik veya timar) dağıtımı anlamına geliyordu. Bu kadarı nisbeten evrenseldi. Ama Avrupa somutunda Erken Ortaçağın özelliği, bir kere fiyef dağıtımı başladıktan sonra,  hükümdarların denetim olanaklarını yitirmeleri ve dolayısıyla fiyeflerin hizmet koşullu olmaktan uzaklaşıp ırsî özel mülklere dönüşmesiydi. Dolayısıyla kralın (merkezin) zaafı yeni bir boyut kazanıyor; “güçsüz kral – güçlü fiyef sahipleri” diye tarif edilebilecek, nisbeten gevşek ve geçirgen bir iktidar konfigürasyonu yerleşiyor; bu çerçevede, kral ile ırsîleşen fiyef sahipleri (lordları) arasındaki ilişki de daha çok bağıtsal, pazarlığa tâbi bir çehreye bürünüyordu. Bu ise (karmaşık entellektüel alışkanlıklar sonucu “feodalizm” veya “Avrupa feodalizmi” diye anılan) görece geçirgen, çok merkeziyetçi olmayan, özerklik ve muafiyet boşlukları içeren bir sosyo-politik doku demekti.

 

Buraya kadar anlattıklarım, sosyal-sınıfsal mücadelelerin içinde cereyan ettiği ortamı ve çerçeveyi yarattı. Öte yandan söz konusu mücadeleler iki kritik kurum etrafında döndü: kabine ve parlamento. Bu kurumlara hâkimiyet; bu kurumların nasıl yeniden tanımlanacağı ve nereye oturtulacağı, sonraki gelişmelerin âdetâ “madde”sini, içeriği ve yönünü belirledi.

 

Kabine, zaman içinde oluşan merkezî devlet aygıtıyla ilgili bir meseleydi. Burada sırf Avrupa’ya özgü sayılamıyacak, bazı bakımlardan hayli evrensel bir süreç söz konusudur. Başlangıçta — diyelim Erken Frank Krallığı ya da Merovenjler döneminde (5. – 8. yüzyıllar), ya da eski Britanya’yı İngiltere yapan Anglo-Sakson krallıkları döneminde (6. – 11. yüzyıllar) — böyle bir merkezî devlet aygıtı yok mesabesindeydi. Ya da, devlet kralın “hanehalkı”ndan ibaretti: kendisi, ailesi (haremi), hizmetkârları, muhafızları, kendine ait gelirlerin girdiği hazinesi. Bu “gezici” (ambulatory veya itinerant) krallık henüz bir başkente (payitaht) ve dolayısıyla bir saraya bile yerleşmiş değildi; gene Shakespeare’in Macbeth’indeki İskoçya kralı Duncan gibi, önde gelen beylerinin “misafirperverlik” veya “ağırlama” yükümlülüklerinden faydalanarak, kâh şu kâh bu lordunun müstahkem şatosuna (birkaç aylığına) “misafir” gidebiliyordu.

 

Bu küçük ve oynak birim, (genel sosyo-ekonomik gelişmelere bağlı olarak) ancak zaman içinde büyüdü ve karmaşıklaştı; oturdu, bir payitahta ve saraya yerleşti; bu arada bir “iç” bölüm (Osmanlı’da enderun) ile bir “dış” bölüm (Osmanlı’da birun) arasında ayrışmaya uğradı. Kralın hanehalkı ve sarayının “dış hizmetler” sektörü gelişerek dallanıp budandıkça merkezî devlet aygıtına dönüştü (hayli ileri bir aşamasında bu, Topkapı Sarayının birinci ve ikinci avlularında, özellikle de Divan-ı  Hümayunu barındıran ikinci avlunun “devletin evi” haline gelmesinde açıkça gözlenebilir). Oraya giden yolda, ilkin “dış”ın yöneticisi olarak sadece bir nâzır, saray nâzırı veya mabeyinci (Latince maior domus, sonra majordomo) gerekti (İslâm âleminde ve Osmanlılarda karşılığı vezir oldu). Zamanla yetmedi; devletin departmanları çoğaldıkça nâzırlar/vezirler de çoğaldı ve onlara diğer üst düzey bürokratlar  (Osmanlı örnekleriyle defterdarlar, nişancılar, kâtipler ve reisülküttaplar) eklendi. Gene Osmanlı’dan âşinâ olduğumuz, giderek kalabalıklaşan bir divan böyle vücut buldu.

 

Bu merkezî teşkilât biriminin Avrupa’daki adı kabine’ydi. Gelecekteki bakanlar kurulu’nun prototipiydi. Başlangıçta ve uzun süre, sırf kralın iradesine tâbiydi. Nâzırları (bakanları) kral dilediği gibi atıyor ve dilediği gibi azlediyordu. Ama bu aşamada (meselâ Fransa’da 1789 öncesinde) dahi, saray etrafında oluşmuş hizipleri ve baskı gruplarını enformel düzeyde de olsa kollamak zorundaydı. Aşağıda değineceğim ikinci önemli kurumun, az çok kalıcı bir parlamento’nun işlerlik ve süreklilik kazanmış olması halinde, bu ilişki biraz daha formelleşebiliyor; kral/kraliçe parlamentoda güçlü (çoğunlukta) olan partiyle işbirliği yapıp nâzırları o partiden atamak suretiyle bir tür “iktidar ortaklığı”na (condominium) gidebiliyordu. İngiltere’de bu noktaya 18. yüzyıl başlarında, Kraliçe Anne’in saltanat döneminde (1702-1714) gelinmiş; Whig’lere karşı Tory’lere yaslanan Anne nâzırlarını bu partiden seçip tâyin eder olmuştu. Ama etrafını kuşatmaya başlayan bu yeni nüfuz halkalarına rağmen kabine gene de parlamentoya değil, esas olarak krala/kraliçeye karşı sorumluydu.

 

Bu noktada işin içine ikinci önemli kurumu katmak zorunlu oluyor, ki o da çok daha Avrupa’ya özgü olduğunu söyleyebileceğimiz parlamento. Hayır, kapitalist modernitenin sıfırdan yarattığı bir şey değildi; daha önceden de mevcuttu. Aslen konuşulan, tartışılan, pazarlık yapılan yer (mekân, organ) demekti. Çok gerilere gidecek olursak, hemen bütün “kabileden devlete geçiş” süreçlerinde (a) krallar, (b) soylular konseyi ve (c) halk meclisi diye üç iktidar kademesi gözlenebiliyordu. Halk meclisi, kökeni itibariyle bütün kabile efradının (erkeklerinin) toplantısıydı. Devlete geçilirken çoğu yerde silindi; ortada kral ve kral etrafında kümelenen soylular kaldı. Ama bazı coğrafyalarda her nasılsa (çok iyi anladığımız söylenemeyecek nedenlerle) tamamen silinmedi; örneğin Avrupa’nın batısında, Germen göç ve istilâları sırasında/sonrasında dahi yer yer varlığını korudu ve Yüksek Ortaçağda (diyelim 11.-12. yüzyıllarda) çok dönüşmüş ve başkalaşmış biçimlerde de olsa tekrar ortaya çıktı. Avrupa “feodalizmi”nin yukarıda değindiğim görece geçirgen, çok merkeziyetçi olmayan, özerklik ve muafiyet boşlukları içeren sosyo-politik dokusu içinde, güçlerinin sınırlı olduğunu hisseden “zayıf” krallar, kabile toplumu kalıntısı bu kurul veya asamblelere olanca bozulmuşlukları içinde de olsa yaslanmak ihtiyacını duydular. 12. yüzyıl sonlarında İspanya’nın kuzeyindeki Leon krallığı, soyluların, kilisenin ve avam halkın temsilcilerini bir araya getiren Cortes adında bir meclisin kurulmasına tanık oldu. İngiltere’de, daha Anglo-Sakson döneminin witan veya witanegemot’u; 1066 Norman istilâsından sonra Fatih William’ın eski witan yerine kurduğu curia regis (krallık konseyi); Magna Carta’nın (1215) hiç olmazsa hâkim sınıflar açısından temsilî bir konseyin onayı olmaksızın kralın yeni ve alışılmadık vergiler koyamıyacağı hükmünü getirmesi ve bu Büyük Konseyin (parliamentum) kral tarafından toplantıya çağrılma tarzını da kesin prosedürlere bağlaması; 13. yüzyılda, özellikle III. Henry’nin uzun saltanat döneminde (1216-1272), şehir ve kasabalar ile (Osmanlı sancak veya liva’larına denk düşen) shire’lardan seçilecek temsilcilerin parlamentoya dahil edilmesi; 1265’te (krala karşı isyan halindeki) Simon de Montfort’un, kendi destekçileri arasından topladığı alternatif parlamentoya, her shire’den iki şövalye ve her özerk kentsel bölgeden (borough) iki “kentli”nin (burgess) katılmasını öngörmesi; ardından Kral I. Edward’ın 1295’te kendi Örnek Parlamento’su için hemen aynı hükmü getirmesi ve 1307’de, “ülkenin onayı” olmadan yeni vergiler toplamaya kalkmayacağına (bir kere daha) söz vermesi… bu çok eski kurumun giderek kılık ve mahiyet değiştirmesinin önemli kilometre taşlarını oluşturdu. 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiliz parlamentosu ülkenin esas hâkimi ve hemen her konuda başlıca karar mercii haline geldi. 1640-48 İç Savaşı’nda (veya İngiliz Devrimi’nde) kralın yenilgisi, ardından Oliver Cromwell’in iktidarı, ardından 1688 Kansız Devrimi (Glorious Revolution), bizi demin sözünü ettiğim Kraliçe Anne dönemine ve kabinenin parlamento ile ilişkilendirilmesine (ya da, kral/kraliçe – kabine – parlamento üçgeninin kurulmasına) getiren diğer basamaklar oldu.

 

                                                                    *          *          *

 

Arkaplanı ve genel çerçeveyi bu şekilde kurduktan sonra, neyin nasıl geliştiğini anlamak kolaylaşıyor. Yeni şişelere eski şarap da doldurabilirsiniz, eski şişelere yeni şarap da. Kabine ve parlamento birer biçimdi, formdu; içine yeni muhtevaların doldurulabileceği kaplardı, şişelerdi. Bu yeni muhteva da ekonomiden kaynaklandı. Çoğu zaman kabul edilir ki Avrupa ve özellikle İngiliz Ortaçağının anlatmaya çalıştığım görece gevşek, geçirgen, özerklik ve muafiyet boşlukları içeren dokusu, kapitalizmin doğup gelişmesini, buna bağlı olarak yeni sosyal sınıfların ortaya çıkmasını kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Parlamento, bu yeni (ve eski) sosyal sınıfların temsiliyet mücadelesinin esas arenası haline geldi. Seçim sistemleri adım adım demokratikleşti (seçme ve seçilme haklarının kapsamı giderek genişledi); modern partiler bu zeminde parlamentoda çoğunluk sağlama mücadelesine girdi.

 

Bazen devrimler, bazen reformlar, bazen de her ikisi yoluyla ilerleyen bu süreç, üçgenin diğer iki ucunun, kralın ve kabinenin konumlarını da etkiledi ve değiştirdi. Bir asgarî olarak, Kraliçe Anne zamanında başlayan gelişme giderek derinleşti: parlamentonun kabine üzerindeki nüfuzu ve denetimi arttıkça arttı; bir noktada kabine kraldan/kraliçeden koptu ve parlamentoya bağlandı; nihayet tamamen parlamento içinden seçilir hale geldi. Böylece bu varyant bir meşrutî monarşi veya anayasal monarşiye dönüştü. Kral/kraliçe törensel bir pozisyona indirgendi. Seçimlerle oluşan parlamento içinden çoğunluk partisinin liderini hükümeti kurmakla görevlendirmesi ve sonra kurulan hükümeti parlamentonun güven oyuna sunması, bu göstermelik hükümdarın yapmaması mümkün olmayan formel seremonilerden ibaret kaldı. İngiltere ve İskandinav ülkelerindeki durum budur. Birçok ülkede ise monarşi tümüyle ortadan kalktı ve cumhuriyet kuruldu. Bu mecrada, yetkisizleşen kralın/kraliçenin yerini hayli zayıf ve yetkisiz bir cumhurbaşkanı aldı. Formel onay fonksiyonlarını, hanedanın başı yerine bu cumhurbaşkanı ifa etmeye başladı.

 

Ne kadar altını çizsem azdır: parlamenter sistem dediğimiz hükümet tarzının bu oluşumu önce ve en klasik biçimiyle İngiltere’de gerçekleşti. Her ülke ve toplumun elbette kendi iç dinamikleri vardır ve çok önemlidir. Ama ideolojiler gibi modeller de sosyo-politik gelişmede büyük rol oynar. İngiltere modeli bir süre demokrasinin tek biçimi oldu (öyle kabul edildi). Britanya İmparatorluğu kanalıyla Atlantik ötesine sıçradı (Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonilerinin de önce bu parlamenter modele göre örgütlendiğini unutmayalım). Fransız Devrimi aracılığıyla ise Avrupa kıtasına yayıldı. Batıdan doğuya gelişti; Balkanlara ve Osmanlı diyarlarına ulaştı. Hattâ gene İngiliz ve Fransız sömürge imparatorlukları eliyle, Afrika’ya bile taşındı.

 

Parlamenter sistemin karakteristik coğrafyası böyle şekillendi. Tıkış tıkış anavatanını Avrupa, daha zayıf ve seyrek periferisini diğer kıtalar meydana getirdi. Avrupa özelinde, parlamenter sistem ile ekonomik ilerilik ve gelişmişlik arasındaki güçlü korrelasyon bu sayede oluştu.

 

- Advertisment -