20 Nisan 2016’da ABD Başkanı Obama Suudi Arabistan’a bir ziyarette bulunacak; başkent Riyad’da, 80 yaşındaki Suudi kralı Salman ile bir görüşme gerçekleştirecek. ABD ve Suudi Arabistan arasındaki işbirliği ve yakınlaşma daha 70 yıl öncesinde, II. Dünya Savaşı sonrasında ve Başkan Harry Truman döneminde başlamıştı. Bu 70 yıllık zaman zarfında Amerika başkanları ve Suudi krallarının resimleri, her iki ülkede de hep yan yana durdu ve bu durum aralarındaki ilişkinin stratejik boyutuna işaret etti. Ancak Kasım ayında görevi devredecek Başkan Obama’nın bu ziyareti, Suudi Arabistan açısından pek verimli ve memnuniyet verici bir görüşme olmayacak gibi görünüyor. Çünkü iki ülke arasındaki kimi sorunlar, hattâ “mahrem” niteliğindeki bazı konular dünya medyasında yer bulmaya başladı. Şüphesiz bunun farklı nedenleri var.
ABD-Suudi ilişkileri nereye?
Yaklaşık 70 yıldır süregelen ilişkinin daha önce de inişli çıkışlı dönemleri oldu, ancak özellikle bu sıralar ABD ve Suudi Arabistan’ın ciddi anlamda ayrıldığı, hattâ ayrı düştüğü kimi konular belirgin. Bu ayrılık noktalarının iki ülke ilişkilerinde zaman zaman gerginliklere yol açtığı da sır değil. Özellikle Başkan Obama döneminde bu uyuşmazlık ve karşılıklı güvensizlik daha da arttı. İyi ama hep oldukça yakın görünen Suudi Arabistan ve ABD, hangi temel noktalarda ayrılığa düştüler? İki ülkenin yakın dönemde üzerinde anlaşamadıkları konuları şöyle sıralamak mümkündür:
(1) İran’ı kuşatma meselesi.
(2) IŞİD’e karşı mücadele.
(3) Suriye’nin geleceği.
(4) Yemen’deki çatışmalar.
Şüphesiz İran meselesi, Suudi Arabistan açısından en önemli konuyu teşkil etmekte. İki ülke arasındaki mezhep rekabetinin, neredeyse ezeli ve ebedi olduğunu bilmeyen yok. 1979 İran devriminden sonra ABD açık bir şekilde Suudi Arabistan’dan yana tavır aldı. Amerika, Suudi Arabistan’ın bölgesel güvenliğini sağlamak amacıyla, askeri ve istihbarat alanlarında destek sağladı. Suudi Arabistan da, ABD’nin İran’a yönelik hayata geçirdiği ekonomik ve siyasi ambargoların başarılı olması için her yardımda bulundu. Özellikle petrol üretimi noktasında, Suudi Arabistan uluslararası piyasalarda İran’a olan ihtiyacı ortadan kaldırmak amacıyla bir “aşırı üretim” politikası benimsedi. Bütün Körfez ülkelerinin günlük petrol üretimi 26 milyon varil iken, Suudi Arabistan’ın tek başına üretimi 13 milyon varile kadar çıktı.
Tabii burada amaç, baş düşmanı İran’ı zayıf düşürmek ve İran’a olan ihtiyacı ortadan kaldırmaktı. Ancak bu politikanın iki olumsuz sonucu olacaktı ve galiba Suudi Arabistan da bunu iyi hesaplayamamıştı. Birincisi, petrol fiyatlarındaki düşüşler sadece İran ekonomisini vurmadı; Suudi Arabistan’ın ve petrol üreten diğer bütün ülkelerin ekonomilerinde de ağır, hattâ onarılmaz hasarlar oluşturdu. Örneğin son yıllardaki Mart ayı petrol fiyatları, dolar bazında şu şekilde seyir etti: 2008: 117; 2009: 53; 2010: 88, 2011:109; 2012: 106; 2013:98; 2014:102; 2015: 48; 2016: 37.9. İkincisi bu tek yönlü strateji, petrol üreten ülkeler arasındaki karşılıklı güveni minimum seviyeye indirdi.
İpler Arap Baharı ile gerildi
ABD ve Suudi Arabistan arasındaki diğer bir uyuşmazlık meselesi de IŞİD’e karşı yürütülen mücadele üzerinde yaşana gelmekte. Ancak bu kırılma ve güvensizliğin Arap Baharı ile başladığını unutmamak gerek. 2011’de olayların Mısır’a sıçramasıyla, Suudi Arabistan ABD’den Hüsnü Mübarek’i destekleme amaçlı bir politika benimsemesini istedi veya böyle bir beklenti içine girdi. Tabii bunun sebebi aynı akıbeti kendisinin de yaşayabileceği korkusuydu. Ancak Obama yönetimi Mübarek’in arkasında durmadı ve böylece Mübarek iktidardan düştü. Arap Baharı bağlamında Suudi Arabistan’ı ABD konusunda hayal kırıklığına uğratan ikinci durum da Suriye iç savaşıydı. Obama yönetimi, Suriye’nin bu savaşta kimyasal silah kullanmasını, müdahale etme anlamında kırmızı çizgi olarak belirlemişti. Halep’te kimyasal silahlar kullanılmasına rağmen ABD Suriye’ye müdahale etmeyince (belki bunun bir sebebi, ABD’nin, kimyasal silahları Esat’ın kullandığına ikna olmamasıydı), Suudi Arabistan ve tabii Türkiye de ciddi anlamda rahatsız oldu.
Suudi Arabistan’ın ABD’deki mevduatı
ABD ve Suudi Arabistan’ı IŞİD ve El- Kaide gibi örgütler konusunda karşı karşıya getiren diğer önemli bir mesele de, bugünlerde ABD’de yeniden konuşulmaya başlanan 11 Eylül 2001 saldırıları ve Suudi Arabistan’ın bu saldırılara doğrudan veya dolaylı yollardan destek olmuş olma ihtimalinin sorgulanması. Suudi Arabistan, ABD Kongresi Suudi Arabistan’ı bu saldırılardan sorumlu tutacak bir yasa tasarısını geçirdiği anda, ülkedeki tüm mevduatlarını (aktif varlıklarını) satacağını söylemekte. Mart ayında ABD’yi ziyaret eden Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil al Zübeyr, ABD meclisinin böyle bir kararı geçirmesi durumunda, 750 milyar dolar civarındaki hazine bonolarını ve diğer tüm mevduatlarını satacakları mesajını Suudi Krallığı adına yönetime iletti. Gerçi Obama yönetimi yasa tasarının engellenmesi için Kongre’de lobi yapmaya kalkıştı; ancak Suudi Arabistan’ın açık tehdidi, Meclis, Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı arasında yoğun tartışmalara sebep oldu. (Şimdi içimden, bunlar kapışsa, bu barış masası tekrar kurulsa, barış süreci yoluna girse ve bu paralar ülkemize aksa ne olur diye geçmiyor değil; ama bizde nerede o feraset, o derin analiz ve stratejik akıl?)
ABD ve Suudi Arabistan ilişkilerini olumsuz yönde etkilemeye başlayan farklı bir konu da Yemen savaşı. Her ne kadar ABD daha başlangıçtan itibaren Yemen savışında Suudi Arabistan’a istihbarat ve lojistik destek sağlasa da, savaşın ülkede tam anlamıyla insani bir yıkıma sebep olduğu ve bu felaket ortamında Yemen’deki El Kaide örgütünün güçlenerek durumdan kârlı çıktığı gözden kaçmıyor. Sırf Yemen savaşı yüzünden, ABD Kongresi’nde Suudi Arabistan’a yapılan silah satışlarında bir kısıtlamaya gidilmesi gerektiği konuşulmakta. Bu arada Obama yönetiminin Suudi Arabistan dahilindeki insan hakları ihlallerinden; özellikle Şii azınlık ve kadınlara yönelik ayırımcı uygulamalardan rahatsız olduğu da sır değil.
İran-Suudi savaşı, mezhep çatışmasını bitirmez mi?
Bütün bu olup bitenler arasında, galiba Suudi Arabistan’ı en çok endişelendiren durum, İran’a yönelik ambargoların kalkması. Sanki ABD, İran’ın güçlenmesini belirli bir strateji doğrultusunda destekliyor gibi. Acaba bu destek, yarın İran ve Suudi Arabistan’ı, birkaç yıl devam edecek bir savaş içine çekmenin ön hazırlıkları mı? Bilemiyorum. Ancak bildiğim bir şey var: Artık bölge ve bütün dünya için ciddi bir tehdide dönüşmüş olan Ortadoğu’daki mezhepler çatışmasının körükleyici iki aktörü doğrudan tokuşturularak belirli bir hizaya getirilmeden, hiç kimse huzur bulamayacak. Belki de Ortadoğu’da, Batı tarzı gerçek bir reform süreci böyle bir hesaplaşmadan sonra başlar ve İslâm âlemi de rahat eder. Maalesef bazen çatışma uyum da getirebiliyor.