Ana SayfaYazarlar‘Afet Ilgaz’ın yazar olduğunu bilmiyordum’

‘Afet Ilgaz’ın yazar olduğunu bilmiyordum’

Afet Ilgaz’ı Kocamustafapaşa’daki Sümbül Efendi Camii’nden yolcu ettik dar-ı bekaya. 17 Ocak’ta neredeyse çiçek açacak ılık bir hava vardı, hatta açmıştı bazı kış çiçekleri. Avludaki ağaçlar her zamanki gibi meşreplerince konuşmaktaydı. 1300 yıllık olduğu söylenen Selvi yerli yerindeydi bütün ağırbaşlılığıyla. Onu çevreleyen zincir yerinden koparsa kıyamet kopacağına inanılıyor. Kopmamış ama çok yıpranmış olduğundan belediye alıp götürmüş koruma altına almış. Nedir şimdi bu halin hükmü, bir muamma daha. Cenazesi karanfillerle musallada bekleyen Afet Hanım için başka bir yer düşünemiyorum bile. Onu en iyi tanıyan bilen anlayan ülfet mekânı burasıydı çünkü. Bitmez tükenmez çocuksu neş’esinin, çabuk teselli olan yanının, acılara dayanma gücünün kaynağı buydu işte, üç evliyanın ortasında büyümek, yurtlanmak. Sümbül Efendi, Merkez Efendi, Ramazan Efendi.Kerbela hadisesinden sonra Hz. Hüseyin’in kızları Fatıma ve Sekine binbir meşakkatle, çeşitli menkıbelerde geçen olaylarla İstanbul’a gelmiş, o zaman bir Bizans manastırı olan Sümbül Efendi’de esir tutulmuş ya da misafir edilmiş, derken imparatorun kızı Katerina onlara Hıristiyanlığı öğretmeye çalışırken bu mahzun kızlardan etkilenip ileriye bir adım atmış ve kendisi Müslüman olmuş. Bu konuda iddialar muhtelif; hiç gelmediler, burada medfun değiller, gelip geçtiler dolayısıyla türbe sadece makamdan ibaret, köle olarak satıldılar, hayır imparator oğullarına almak isteyince kederden öldüler. Hangisi doğru Allah bilir. Afet Hanım burada medfun olduklarına inanıyordu sanırım. Bana da geçirmişti hissiyatını. Bütün halk da inanıyor. Bazen gerçeği bilmek bile istemiyor insan, kalbe yer eden hakikati söküp atmak çok zor, gerekli de değil o kadar.Afet Ilgaz Türkiye’de olup biten her şeyin içinden geçmiş, pişmiş, nice badireler atlatmış biridir. Türkiye’nin sonsuz çalkantıları içinde doğru ya da yanlış politik tercihler yapmış olabilir ama izlediği bir çizgi var. Türkiye’nin Batı emperyalizmine yenik düşmemesi ve bölünüp parçalanmaması.Korkularının kaynağı seferberlik yıllarını derinden yaşadığı çocukluk çağı. Çanakkale Ezine doğumlu (1937-2015) yazar, Çanakkale ruhunu ta yüreğinde hissetti başından sonuna kadar. İnsanın doğup büyüdüğü yer, büyüme çağındaki temel algılar ve tecrübeler yaşamına da kalemine de etki eder. Ezine’nin ardından küçük yaşta geldikleri Kocamustafapaşa’dan hiç ayrılmaz Afet Ilgaz, bir süreliğine yaşadığı İtalya hariç. Seferberlik yıllarının hikâyeleri, acılarıyla büyür. Yokluğu, kayıpları, hasreti tadar. Annesi Şükriye Hanım’ın her türlü savaşı ve mücadeleyi gördüğünü anlatırdı. Daha 17 yaşındayken Falih Rıfkı Atay’ın çıkardığı Dünya gazetesinde yazmaya başlaması mücadele ruhuyla, söz söyleyerek olsun kötülüklere karşı koyma bilinciyle ilgili. Anadolucu, milliyetçi bir yanı vardı, Kuvayı Milliye’nin ondaki karşılığı, binbir zorlukla işgalcilerden arındırılan ülkemizin muhafazası ve tam bağımsızlığına kavuşmasıyla ilgiliydi. Köylerin ele geçirilişinin tanığı olan annesinin anlattıkları onu daima derinden etkiledi. Bu anlatılarla Yunanlıları mesela, ta içinde duymuş, yaşamış.Sonra öğretmenlik, genç yaşta ilk evlilik, iki çocuk, boşanma, yalnızlıklar ve hayatın zorluklarla dolu cilveleri. Yazdıkları daima hayatın içinden süzülüp gelen hakikatli kurgulardı ve masa başında fildişi kuleden aşağıya bırakılmış değildi.Yayınladığı ilk kitabı “Bedriye”de (1963), küçük yaşta anne babasından ayrı kalan bir kızın, bir öğretmenin evinde yaşadığı hayatı ve hayalleri anlatılır. “Eşiktekiler” (1961) ve “Aşamalar” (1977) romanlarında ise hayat mücadelesi veren, yaşamın zorlukları karşısında ayakta kalmaya çalışan kadınlardır konu. Kendi mücadelesiyle paralel biçimde ekonomik ve ruhsal bağımsızlığını kazanmak isteyen kadınların türlü çeşit halleri irdelenir. Evlilik ve annelik hakkındaki düşüncelerini ortaya koyduğu kitabı ise “Bir Feministin Doğruya Yakın Portresi” (1987).Bu arada Varlık, Yeditepe, Gösteri, Türk Dili gibi dergilerde yazıları yayınlanıyordu. 60 ihtilalinden sonra, ülkedeki yazarların genel eğiliminin sol olmasının doğal olduğunu ve bundan kaçınmanın o kadar da mümkün olmadığını söyler bir söyleşisinde. Fakat inançlara saygılı bir meşrep bulup o kapıdan girmiş sanki. 1968’de Hikmet Kıvılcımlı’nın kurduğu İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin (İPSD) kurucu üyesi olmuş. Kıvılcımlı iyi okunması gereken biri, 29 Ekim 1954’te Vatan Partisi’ni kurmuştu, seçim propagandası için Eyüp’te yaptığı konuşma yüzünden komünizm propagandası yapmak ve dini siyasete alet etmekten yargılanıp hapis yatmıştı.Solda yer alma tercihinin pekişmesinde çalıştığı bir gazetede tanışıp evlendiği Rifat Ilgaz’ın etkisi de büyük elbette. Aslında hak ve adalet duygusu gelişmiş bir sosyalist olarak burjuva resmi ideolojisi olarak tanımladığı Kemalizmin taraftarı değildi Rifat Ilgaz. Afet Hanım’ın deyimiyle kendini solda gören ama Osmanlı hayranlığıyla, dini değerleri önemsemesiyle farklı duruşu olan bir şair ve yazardı. Kitaplarının tarumar edilişini, Bâb-ı Âli sömürüsünü, hapisleri, sürgünleri, sonra tüberküloza yakalanışını birlikte göğüslediği ve sevdiği adamdı.Arkadaşımız Dr. Hava Sula son ziyaretini yazmış dünyabizim.com’da. Söz Rifat Ilgaz’la evliliğine gelince aralarındaki aşkı anlaması için Safiye Erol’un “Ciğerdelen”i ile “Ülker Fırtınası”nı vermiş okusun da halini anlasın diye. Bu aşk onu Allah aşkına götürmüş.Yazma neşesi vardı onda. Genç kız gibi dinamikti ellili yaşlarında tanıştığımızda. Yaş farkını hissedemezdik bile, bir gurup arkadaşla yıllarca toplanıp kız kıza edebiyattan, siyasetten, hayattan, aşklardan sohbetler yaptık. 1987’den sonra dindarlaşmış, Necmettin Erbakan’da derin bir sahicilik yakalamıştı. Sol fraksiyonların halktan ve değerlerinden uzak duruşunu eleştiriyordu. Annesinin ona verdiği imanî duruşunun karşılığını sol düşüncede bulamamıştı.Bir edebiyatçı olarak aktif siyasete, Refah Partisi’ne katılması kimilerine şaşırtıcı geldi ama o yazmakla yetinmek istemiyordu. Ülkede ahlaki, insani bir dönüşüm olacaksa bunun için elinden geleni yapmak istediğini söylüyordu daima. Kendimizi ne güne saklıyoruz ki derdi. Bazı Müslümanlarda yükselmeye başlayan, öncelik haline gelen biriktirme sahip olma arzusu üzüyordu onu. Necip Fazıl, Seyyid Ahmet Arvasi, Muhyiddin Arabi, Abdulkadir Geylani okumaları yaptığını hatırlıyorum.Yolda olmayı seven biri. Gerçek Hayat dergisine verdiği bir mülakatta başını örtmesi ima edilerek sorulan “İslam’a nasıl dönüş yaptınız?” sorusundan tedirgin olmuş gibiydi biraz, “her zaman Müslümandım, ihtida etmedim, sadece yolumda daha öteye ulaşmaya çalışıyorum, burası da bir durak” diyordu. Başını örtmesi emeklilik zamanına denk geldiğinden yasakların verdiği acıyı bire bir hissetmemişti doğal olarak. Bu meseleyi biraz büyüttüğümüzü düşünüyordu.İstanbul Üniversitesi’nde (İÜ) yaşadığı bir olayla nasıl sarsıldığını unutamam. Hepimiz ondan daha çok incinmiş ve yaralanmıştık, her kesime iyi niyetle yaklaşan, halisane duygular besleyen ablamıza hem de olgun bir yaşında yapılmasaydı keşke bu kötülük.Her yıl davet edildiği Klasik Türk Müziği dinletisi için gittiği konser salonunun kapısında durdurulmuş ve başörtüsü yüzünden içeri alınamayacağı söylenmişti. Kendi deyimiyle aklı başında, sanattan anlayan, kültürlü, kelli felli adamların önünde cereyan eden hadiseyi herkes makul karşılamış, arkalarına bakmadan içeri girmişlerdi. Salon hasbelkader İÜ’ye zimmetlidir ve emir yukarıdandır. Binlerce genç kızın eğitim alabilmek için dünyanın dört bir yanına dağıldığı, ya da evlerin kuytularına gönderildiği zımnen memleketten kovulduğu zamanlar. Çok sarsmıştı onu bu davranış.Annesi Şükriye Hanım kendi zamanında başörtülüler başörtüsüzler diye ayrım olmadığından söz etmiş bir seferinde. Demek ki gündelik hayat içinde bunu hissetmemişler. Mahalleden arkadaşlarıyla Taksim’e Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını izlemeye giderlermiş. “Sular İdaresi’nin ışıklandırdığı sulardan başka bir şey olmasa da biz fazla bir şey varmış gibi heyecan duyardık” diye yazar Afet Hanım. Aynı gurup Kadir Gecesi ve diğer kandillerde de Sultanahmet Camii’ne gidip ibadet ederlermiş. Namazı ünlü bestekâr ve icracı Saadettin Kaynak kıldırırmış. Ödül aldığı ilk kitabına adını veren “Başörtülüler” (1965) hikâyesinde, mübarek bir gecede selatin bir camide ibadet eden kadınlar anlatılır. Başörtü kelimesinin telaffuz edilmediği, daha çok burada anmak istemediğim hakeretamiz ifadelerin kullanıldığı bir zamanda başörtülü kadınları anması çok önemli.Bir de annesinin hatırası vardı. Birgün Ezine’ye gelen Atatürk, meydanda toplanan kadınlara, nasılsınız hanımlar, demiş. Bu yüzden, “anneme Atatürk kötüydü dedirtemezsiniz” der. Bir söz, bir tebessüm ne kadar önemli demek ki. Babaları savaşta olduğundan iki erkek kardeşiyle köyde hep yalnız olan Şükriye Hanım’ın bir seferinde ekmek aramak için eşek sırtında günlerce Edremit’e kadar gidişini, perişan hallerini anlatmış bir yazısında. Tarlaları çekirge basmış, buğday kalmamış ekip biçecek, erkekler savaşta. Sonra Yunan mezaliminden kurtulup köye doğru gelen yorgun bitkin askerlerin görüntüleri. Ninni yerine bu gerçekleri dinlemişler annelerinden. Vatanın, milletin, bölünmezliğin kıymetini bilelim duygusu belki de bu yüzden onu kurtarıcı olarak gördüğü askerlerin her koşulda müdafaasına sürüklemişti. Darbeciliği, millet düşmanlığını askerlere asla konduramıyordu.Her zaman aynı fikirde olmasak da muhabbetimiz insani ilişkilerimiz hiçbir zaman zayıflamadı. Çıkarlar değil de fikirler çarpıştıkça halisane konuşmalarda daima hayır vardır. Zamanla doğal olarak her süreli toplantı gibi ömrünü doldurdu buluşmalarımız, kendi gailelerimize dağıldık. Torunlarına ve annesine baktığı yaşadığı evin dışında yine yakında küçücük bir evi daha vardı ki esas kitaplar, anısı olan eşyalar burada bulunurdu. Orada toplanmak da eşsiz bir güzellikti. Her şeye bakmamıza ödülleri incelememize sorular sormamıza izin vermişti. Ruhunun bütün fırtınaları tevekkülü sinmişti mütevazı perdelere, oturduğumuz koltuklara, tarihi sehpalara. İlham perilerinin bizi gördüğü , incelediği, notlar aldığı neredeyse ayan beyan hissediliyordu.Son romanlarında hakikat özlemine, İslam’ın insanı nasıl evirip çevirip yetiştireceğine yoğunlaşmıştı. Politikayla ilgilenmesi ülkesine duyduğu dikkat ve endişelerle ilgili olduğundan “özel olan politiktir” gerçekliği üzerinden de yürüyordu, siyasal insandan kaçan soyut bir edebiyat değildi onunki.1987’de tasavvufi yola girdikten sonra büyük bir heyecanla okumaya ve yazmaya başladığı alan, dinin kişisel ve toplumsal hayattaki varlığı, kendini duyurma biçimi oldu. Bu başlıkta ele alınabilecek olan romanlar; “Ad Semud Meyden” (1991), “Yol” (1993), “Yolcu” (1994), “Menekşelendi Sular” (1997), “Ermiş” (2000), “Sorgu ve Derviş” (2010).Bu kitaplarda hayatımızdan çıkıp gittiğini düşündüğü dua, besmele, sabır, tevekkül, teslimiyet gibi değerlerden uzaklaştıkça yalnızlaşan insanı yeniden ayağa kaldırmaya çalışır. Uzağına düştüğümüzü düşündüğü teenni, itidal gibi hasletlerin insan yaşamındaki değerini ortaya koymak ister. Dinin istismarına da, kasıtlı kötü algılara da karşı koymak ister. Nefisle mücadelelerde Goethe’nin Mefisto’sundaki gibi sorularla cevaplarla diyaloglarla ilerler. “Ad Semud Meyden”den başlayan nehir romanların kahramanı Ahmed, üst üste gelen acılarla yoğrulur; sevdiklerinin kaybı, boşanma, yalnızlık, sevdiği kadını kaybetme, oğluyla imtihan olma. Tasavvuftaki seyr-i süluk adeta yaşam içinde gerçekleşir. Ancak iyilikte fazilette iki günü bir olmayan kibri bırakan insan baş edebilir hayatla.Ahmed’in ahiret ve beka yurdu inancıyla inceden dalga geçen arkadaşları “biz seçkin yaratılışlı insanlarız yahu, bu dünyaya elbette sığamaz, başka dünyalar ararız” dokundurmasında bulunurlar ama o kendini anlatma çabasından vazgeçmez. Bu Afet Hanım’ın İslami duruşu nedeniyle onu terk eden, adını anmayan sol edebi kamuya karşı tutumunu da gösterir.İnsan iradesini aşan belaları imtihanla açıklayan ayetler Ahmed’e şifa olur. Mesela babası Hilmi Bey’in ölümü onun iradesinin tamamen dışında olduğuna göre sabır ve teslimiyetle bu yokluğu sindirmek gerekir, kalan mirasa temkinli yaklaşmak lazımdır çünkü dünya nimetlerine karşı duyulan aşırı ve dengesiz muhabbet de insanı yoldan çıkarıp yeryüzünde zulme yol açar. Sana gelmeyene sen git, seni aramayanı sen ara, sana kötülük edeni bağışla gibi düsturlar edinir Ahmed. Oğluna öğüt verirken de İslam kalp yumuşaklığı ve iyiliği sever, incelikler dinidir der, nefsi emare ile sabırla mücadele ederek kazanılacak bir özgürlükten söz eder.Romanlarını yazarken Tarihi Türk Müziği dinliyordu, odada yakılmış bir tütsü gibi onu içine alan, keşfettiğinden beri kopamadığı, esrarıyla kuşatıldığını söylediği müzik. Dilhayat Hanım, Ebubekir ve Şakir Ağalar, Itri, İsmail Dede Efendi, Derviş Mustafa Dede, Recep Çelebi ve niceleri. Özellikle 17. yüzyıl bestecilerinde anlayamadığım bir esrar var, diyordu.İnsan nasıl yaşarsa öyle de ölüyor. Musalla taşında mütevazı bir yatışı vardı. Gelenler de protokol değil yürekle gelen insanlardı. Son yıllarda gittikçe yalnızlaşmıştı. Çocuklarından uzak oluşuna annesinin vefatı da eklenince yetim kalmıştı iyice. İnsan hangi yaşta olursa olsun annesini kaybedince derinden sarsılıyor. Balkon kapısından sızan hayat bile azalıyor demek ki. Allah var problem yok! sloganını çocuksu bir neş’e ile yaşıyor, hüzünlerine ilaç olarak görüyordu belli ki. İmanın neş’esiydi bu. Her zaman şükür ve tevekkül üzereydi.Namazını kılmaya gelen komşularından Hafız Adile Hanım onun 60 yıllık çocukluk arkadaşı ve komşusuydu, ne müthiş değil mi? Bulgaristan’dan gelmiş ailesi ve Kocamustafapaşa’ya yerleşmişler bir kaderle. Evlerin hepsi cumbalı ahşap yapılarmış. Bir tek apartman bile yokmuş o zamanlar. Ermeni komşularla dostane bir hayat sürmüşler. Küçüklüklerinde Ermeni arkadaşları onlara heveslenip Sümbül Efendi Camii’ne gelirlermiş sabah namazına. Yakınlarda eski bir dostları vefat etmiş, kiliseye gidip biz de oraları dualarla şenlendirdik arkadaşımızı uğurladık, diyordu vefayla.Onunla aynı apartmanda oturan dört beş yıldır komşuluk yapan Ayşe Hanım ise bilmiyordu yazar olduğunu. “Emekli öğretmen biliyorduk. Komşularını düğünde, ölümde, doğumda yalnız bırakmaz; yaşlıları ziyarete ederdi, yemek yapsa yollardı. Yazar olabilir ama biz onu mümin bir kadın olarak biliyoruz. Bir müminin olması gerektiği gibi yaşıyordu” dedi.Bu etkileyiciydi, öyle ya, herkes yazar olabilir ama komşusundan bu notları alamaz.Son aylarda artık kısmi felç yüzünden eliyle yazamadığından telefonda şifahen yazdırmaya başlamış editöre. Vefatından önceki son yazısında gökten süzülen Arap harfleri gördüğünü söylüyor. Ona bakan Suriyeli Melek’e bunu söylediğinde aldırmamış ama o harflerin sevinciyle doluymuş. Doğduğu yerlerdeki doğayı anlatmak arzusuyla dolmuş son günlerde. Sonra yazılar silinmiş ve hiç de fena olmayan salt gerçekler kalmış. 9 Ocak’taki son yazısında rüyayla karışık bahçelerini, güzelim tabiatı yazma sözü vermiş gelecek yazıda okuruna.Son söz arzusu hiç bitmeyecek. İnsan sözünü tamamlayamadan bu dünyadan gitmeye yazgılı demek ki.

- Advertisment -