Kimse önceden sınırları çizilmiş bir kalıba göre düşünmek zorunluluğunda değil. Herkesin aynı şekilde düşünmesini istediğiniz noktada, zaten bir otoriterlik çağrısına girmişsiniz demektir.
Ahmet Hakan dünkü yazısının başlığını "Karşıtlık ve yandaşlık, adlı iki putu kıralım" koymuş ve devam etmiş:
“Ne yani? Erdoğan’a karşıt olacağız diye Putin’e yandaş mı olacağız?
Ne yani? Erdoğan’dan hiç hazzetmeyen Der Spiegel dergisinin bile “hiç inandırıcı değil” diye nitelendirdiği Putin’in IŞİD petrolü iddialarını, sırf Erdoğan’a karşıtı diye anında doğru mu kabul edeceğiz?
Ne yani? IŞİD petrolüyle ilgili Putin’in iddialarına “deli saçması”, “palavra” dediğimiz için, bu zamana kadar yaptığımız Erdoğan eleştirilerinin hepsinden vazgeçmiş mi olacağız?
Ne yani? Putin’in attığı çamurlar konusunda Erdoğan haklı olamaz mı? Putin söyleyince şüphe falan duymadan üstüne mi atlayacağız?
Ne yani?
Gerektiğinde Erdoğan’ı en ağır şekilde eleştirmekten çekinmeyen bir insan, Putin’in palavralarına inanmayınca yalakalığa mı geçmiş kabul edilecek?"
Siyah, beyaz ve gri
Ahmet Hakan ya da bir başkası, “beklenen çerçeve”nin dışından bir değerlendirme yaptığı anda, birileri "yalakalığa geçmiş" diyerek suçlamaya başlayabiliyor.
Nefret
13 yıldır halkın desteğini kazanmış bir liderden söz ediyoruz. Ona oy veren seçmen, onun yaptıklarını düşünerek, tercihlerini değerlendirerek oy veriyor. Beğenmeyenlerin ruh hali de, aynı oranda normal. 13 yılda, yıpranmamak, yanlış yapmamak, belli kesimlerin biriken tepkisine uğramamak mümkün değil. Erdoğan'ı eleştiriyorum. Bazen çok kızdığım oluyor. Ahmet Hakan daha çok eleştiriyor.
Birileri (toplumun yaklaşık yarısı) onun yaptıklarını beğeniyor. Başka birileri, Erdoğan'ın ya da AK Parti'nin bazı yaptıklarını beğeniyor, bazılarını eleştiriyor. Yaşanan 13 yılı, herkes kendi açısından, kendi deneyimlerine ve kendi değer ölçütlerine göre değerlendiriyor. Herkes kazandıkları ve kaybettiklerinin bilançosunu çıkartıyor. Türkiye’nin ötesinde, dünya genelinde bir kutuplaşmanın ve kırılmanın yaşandığını da görmek mümkün.
Şu da açık: Erdoğan nefreti, onun kişiliğinin çok ötesinde bir durumu ifade ediyor.
Benzer bir nefretin Adnan Menderes'e karşı da yaşandığının tanığıyım. CHP'li bir çevrede yetiştim, 27 Mayıs askeri darbesini de, Mendereslerin idamını da destekleyen bir toplumsal öfkenin içinde büyüdüm. Erdoğan'a duyulan nefrete paralel bir geçmişin içinden geliyorum. O “toplumsal frekans”ın öz itibariyle çok değiştiği kanaatinde değilim.
Manevi baskının boyutları
Son döneme, son haftalara gelirsek… Bu iktidar döneminde öfkemize, tepkimize yol açan çok şey yaşandı… Son olarak, Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklanması, sarsıcı bir örnek olarak önümüzde.
Cumhurbaşkanını da, Başbakanı da, muhalefeti de eleştireceğiz. Bizim işimiz; gördüğümüz, anladığımız, demokrasiye ters olduğunu kabul ettiğimiz konularda fikirlerimizi söylemek üstüne kurulu. Kurulu olmak zorunda… Meslek tanımımız bu.
Nefretin boyutları
Biz de eleştirilebiliriz. Her kitlenin kendine göre farklı beklentileri, farklı refleksleri olabilir. Böyle karmaşık dönemlerde, bunlar özellikle yoğunlaşabilir. Tepkiler sertleşebilir. Bu belli bir düzeye kadar normaldir.
Gazetecilere yönelik “düşmanlaştırma”ya, basmakalıp yargılarla yapılan çıkarımlara gelirsek… Kimse önceden sınırları çizilmiş bir kalıba göre düşünmek zorunluluğunda değil. Herkesin aynı şekilde düşünmesini istediğiniz noktada, zaten bir otoriterlik çağrısına girmişsiniz demektir.
İktidar sözcülerinin, hem üslup hem uygulamalarında, otoriterlik dönem dönem yükselişe geçebiliyor. Türkiye'de demokratik kültür yerleşik değil. Herkesin üzerinde birleşebildiği değer veya kavramlardan söz etmek hala çok zor. Medya, toplumdaki anlam ve güven krizinin en sert şekilde hissedildiği düzlem.
İş zor, yol uzun.
Siyaseti mahalle baskısından kurtarabilmek, kolay görünmüyor.
Peki, bir mahalle, kendisi demokrat olmadan, demokrasi mücadelesi verebilir mi?
“Mahalle”de de, normalleşmeye ihtiyaç var. Otoriter siyasi birikimi her yönden aşmaya çalışmak gerekiyor.
Kaynak: Radikal