Ana SayfaYazarlarAlın haksız kazancınızın diyetini

Alın haksız kazancınızın diyetini

 

Ömer Lütfi Akad’ın Anadolu’dan İstanbul’a, ekmeğinin davasına düşüp göç eden insanları anlattığı üçlemesi çok kıymetlidir. Gelin (1973) ve Düğün (1974) filmlerinin ardından çektiği  Diyet (1975) Türk Sinemasının ilk işçi filmi sayılır. Yazı günüm dolayısıyla birkaç gün gecikmeli de olsa, emeğe saygı adına 1 Mayıs yazısı olarak kabul edebilirsiniz.

 

Emek ve sermaye arasındaki mücadele hiç dinmeden sürüyor. Temel mesele dünyadaki kaynakların hakça paylaşılamaması. Emek gücü de diğer bütün metalar gibi mübadele değeri olan somut bir nesne. Kapitalist bir sermayedar emek gücünü satın alıp üretim için seferber ettiğinde emeğin bütün ürününe sahip çıkar. Emek gücünü satan işçi çalıştığı sürenin bir bölümünde kendisine ödenecek ücreti karşılayacak değeri üretirken, geri kalan süre boyunca sermaye sahibi için çalışmış olur. Marksın “artı değer” dediği bu fazlanın çoğaltılması için çalışma saatlerini uzatmak, işçinin maliyetini azaltmak için nice hesaplar yapılıyor bu dünyada.

 

Filmde Afyon’dan taşı toprağı altın olan İstanbul’a gelen Hasan ile kocası tarafından iki çocuğuyla terk edilmiş genç bir kadın olan Hacer’in macerası var. Aynı metal fabrikasında işçi olmalarıyla beraber kader ağlarını örmeye başlar. Filmin açılış sahnesi gerçekten etkileyici. Metal malzemeler üreten bir fabrikada eskimiş hantal makinalar gürültüyle çalışmakta, demirlerin tavlanması için yakılan alevler parıldamakta ve bu karabasana bir de insan uğultusu karışmaktadır. Akad herkesin üretim aşkına bir makinaya hatta vidaya dönüştüğü Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filmini izlemiştir muhtemelen, durum oradakine benzer biçimde vahim çünkü. Açılış olayı işçi Mustafa’nın patronun parasına kıyamadığı için bir türlü değiştirmeye yanaşmadığı eski teknoloji ve tehlike saçan makineye vücudunu kaptırıp sakatlanmasıdır. Almanya’dan bütün zafiyetleri giderilmiş daha güvenli yeni makinanın getirilmesi için birkaç sendika yöneticisi uyarıda bulunsa da dikkate alan olmaz. İşçilerin çoğu örgütsüz olduğu için yaptırım güçleri olamamış ve sonuç, Mustafa felç olup tekerlekli sandalyeye mahkum kalmıştır. Üstelik kaçak çalıştığından hiçbir tazminat alamaz. Arkadaşlarının kendi aralarında topladıkları parayla kavuşur sandalyesine. Sigortasız ve kaçak çalışmaya razı olmanın ağır sonuçları.  

 

Türkiye’nin ilk sendikalaşma dönemlerinin, emek ve sermaye tartışmalarının halktaki yansımalarının filmi. Ustabaşı kazanın ardından morali bozulan işçileri işlerinin başına dönmeleri için uyarırken “pireyi deve yapmanın alemi yok, Allahın takdiri bunlar, hergün dünyada yüzlerce işçi ölüyor” diyerek olanı biteni açıklamaya çalışır.  

 

Denetçileri Yeniköy’de balık yemeye davet ettiği esnada kaza haberini alan patrona göre ise durum dikkatsizliğin sonucudur sadece. Fabrikanın her yerini Dikkatsizin Yeri yazan ve üzerinde tekerlekli sandalye bulunan büyük boy afişlerle donatarak gerekli önlemi almış olur. İşçilerin homurdandıklarını ve tatlarının kaçtığını duyunca da yevmiyelere cüz’i miktar zamla olayı geçiştirir.

 

İşsiz kalma korkusuyla hiçbir koşulda itiraz etmemeyi şiar edinenlere karşılık, sendikacılık yapmaya başlayan topun ağzındaki bir avuç işçi neredeyse kelle koltukta bir cesaret örneği sergilerler. Hazırladıkları bildiride kötü yemeğe, düşük ücrete, kazalara son verilmesi talebi yükseltilir. Herkes gizli saklı okuyup hak verse de sendikaya üye olmanın ateşten gömlek olduğu zamanlar. Sendika yöneticileri ise sabırla koruk helva olurmuş ümitvarlığı içinde. Kendi başına alamayacağın hakları sendika sağlar, birlikten kuvvet doğar sözü çok çekici. Üstelik film boyunca peygamberden de bir dayanak sağlanıyor sendika için. “İki birden, üç ikiden dört üçten iyidir, birleşiniz” buyuruyor Peygamberimiz denilerek.  

 

Hacer’in babası büyük şehrin insanı yutan kıyıcılığına alışamaz. Köyünde kahveye girdiğinde ahalinin yarısının saygıdan ayağa kalktığı günlerini özlüyor, bu şehirdeki köksüzlük gururunu kırmakla kalmayıp hasta ediyordur onu. Parasızlık ve sefalet, eline satması için Hacer tarafından tutuşturulan balonlarla şehrin ortasındaki yabancılığı görülmeye değer. Onu balon  satarken bir memleketlisinin görme ihtimaliyle sarsılmaktadır bu kahpe şehirde, hatta ölüme kadar sürükleyecektir onu bu travma. Kök salmayı, şehri tırnaklarıyla ele geçirmeyi bilen burada da yükünü tutmaktadır ama ona göre değildir, başkalarının üzerine basarak verilen mücadeleler.

 

Mustafa’nın yerine geçen Hasan, patronun adamı olan usta tarafından işe alınırken etliye sütlüye karışmayacağına, sıtkı sadakatle çalışacağına dair söz alınıyor kendisinden. Hacer’in komşusu olduğundan Mustafa’nın akibeti gözlerinin önündedir daima. Sendikacılar bu katil makinalarla çalışmayız diye grev yapsaydık bu gelmezdi başına derler sürekli.

 

Hacer’in oturduğu gecekondunun yüksek bir apartman yapılmak üzere müteahhite verilmesi, ev sahibinin çıkın diye tepesine dikilmesi, yevmiyelerinden ağır vergilerin kesilmesi, babanın ölümü, avare kumarbaz ve terk edip Almanya’ya gitmiş olan kocanın açtığı yaralar derken Hasan’la evlenmek kurtuluş olur. Yalnızlık Allaha mahsus olduğundan sırt sırta vererek yeni bir yaşam kurmaktır hayalleri.

 

Daha önce “adamın malına zorla hükmedecek değiliz, iyi kötü ekmek yediğimiz kapıya karşı gelinmez, bizim görgümüz budur” diyen Hacer, bir öğle paydosunda insanları sakatlayan makinanın nasıl bir karabasan olduğunu görür. Sendikaya kaydolur ya kocasıyla arası açılır bu yüzden. Bir önceki kuşak olan patronun babası ayrı bir alem, işçi lafının bile tehlikeli oluşuna dikkat çeker ve amele ve ırgat olarak söz ettiği emekçilere fazla yüz verip, örgütlenmelerine göz yummakla suçlar oğlunu. Burada sendikanın toplumsal tarihini ve zihinlerde yer ediş sürecini izlemek mümkün. Oğul bunun yasalarla düzenlenmiş bir hak olduğunu, elinin mahkum halini anlatsa da eski kafa algılayamaz bunu.

 

Finale giden olayların başlangıcı yüklü bir sipariş alan patronun işçileri gece de çalışmaya ikna etmesi. Sendikalılar bunu reddedince tam bir ayrışma yaşanır fakat bu karmaşada Hacer'e iyi bir hayat sağlama uğruna gece de çalışmayı sürdüren Hasan yorgunluktan kolunu kaptırır makinaya. Mustafa’nın kaderine sürüklenen kocasının acısıyla Hacer’in verdiği esajla biter film. Suçlu patron, ustabaşı ya da fabrika değil, örgütlenmeyen, birlik olamayan hakkını aramaktan aciz işçilerdir. Hacer kocasının kopan kolunu gösterip “alın haksız kazancınızın diyetini” derken, Ömer Seyfettin’in unutulmaz Diyet hikayesini hatırlamamak ne mümkün.   

 

Filmde bir sınıf mücadelesi ya da sınıfsız toplum hayali yok. Mevcut durumu kabullenmekle beraber koşulları az da olsa iyileştirme mücadelesi verilir. Kökten bir kapitalizm sorgulamasının başlangıcı var denilebilir belki. Fakat Alfred Hitchcock’un iyi bir film çekmek için üç şey gerekli, senaryo, senaryo, senaryo dediği gibi, filmde iyi bir senaryodan söz etmek mümkün. Bir de üçlemesinde sınıfsal konumu ne olursa olsun bağımsız aklı ve fikri olan güçlü kadın profilleri izen yönetmenin bu öncülüğü takdire şayan. 

 

- Advertisment -