Ana SayfaYazarlarAntonioni: Duyguların Macerası

Antonioni: Duyguların Macerası

Görünüşe bakılırsa herkes korona virüsünün zulmü yüzünden birbirini görememekten şikayet ediyor.

Bakalım günümüz insanı sevmekte, bağlanmakta, başkasının hakikatine eğilmekte, insan yükünü taşımakta ne kadar sahici. 

Michelangelo Antonioni İtalyan sinemasında 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Yeni Gerçekçilik akımıyla anılan önemli yönetmenlerden biri. Fakat halk sınıflarının arasına burjuva yaşamlarının sergilenmesini de ekleyerek görüntüsünü ve sorgulamasını zenginleştirmiş. Kadın ve erkek arasındaki gerilimi sorguladığı “iletişimsizlik ve yabancılaşma üçlemesi” diyebileceğimiz üç filminden ilkine göz atabileceğiz sadece. Filmleri en üst katmanda cinsiyetsiz ve insan odaklı okumak modern zamanın duygusal kısırlığını anlamak için oldukça elverişli. Bugün yaşanan derin duygusal boşluklara on yıllar önce işaret etmesi, sanatın bir işlevinin de ilerilere dal uzatmak oluşunun göstergesi.

‘Macera- L’avventura’ (1960) filmi tanınmış işadamı bir babanın kızı Anna’nın evlenmek üzere olduğu genç adamla gemi yolculuğuna çıkmasıyla açılır. İlişki şüpheler içinde ilerlemektedir. Kadın içten olmayan, yeterince bağlılık duyulmayan bir beraberliğe mi sürüklenmektedir, yoksa boş kuruntular ve yalnızlığın cazibesi ruhunu esir mi almıştır? Evlilik öncesi bir ay, iki ay ya da üç yıl yalnız yaşamam gerekebilir duraksamasıyla, ‘seni seviyorum ama seni hissetmiyorum’ cümlesi arasındadır modern insanın dramı. Fakat insan bir ay yalnız kalmaya görsün, bu sefer de kendi yalnızlık evreni içinde yaşamaya alışır. Bugünü görseydi yönetmen, nasıl bir digital dünyaya hapsolduğumuzu görüp gösterecekti kuşkusuz.

İnsanın iç dünyasındaki fırtınalara eşlik eden çalkantılı deniz, Anna’nın birden ortadan kaybolmasıyla tam bir metafora dönüşür. Modern dünyada insan kaybolmuş geriye hakkındaki tutarsız söylenceler kalmıştır sanki. Hayat bütün akışkanlığıyla sürerken hiçbir kayıp yeterince can yakmaz, çünkü ilişkilerde beklenen kalp kalbe karşılık, duyguları yutan büyük kara delik yüzünden bir türlü gerçekleşmez. Bunu tezi kuvvetlendirmek için başkalarını da nazara verir yönetmen.  Gemideki çiftlerden birinde de kadın ne söylese adam can sıkıntısıyla söylenmekte ve bunları yıllar önce de anlattığını hatırlatmaktadır. Bugün başka bir gündür, aynı şey değildir, başka türlü ve farklı bir bağlamda anlatılmaktadır diyen eski bakış yok olmuştur. Tazelenme imkanı neredeyse ortadan kalkmış, sıkıcılık ilişkileri ele geçirmiştir. Anna yüzerken köpek balığı gördüğünü söylediğinde de beklediği şefkat ve ilgiyi görememiştir nişanlısından, zaten bir deneme yalanıdır söylediği. Çabuk sıkılan, doyumsuz, ne istediğini bilmeyen, yalnız kalmaya çalışan insanın gel-gitlerine eşlik eden kayalar, yuvarlanan taşlar, insansız sesler etkileyici. Yağmurda sığındıkları küçük sahil evinin hikayesi de derin boşluğu besler. Yıllardır Avustralya’da çalışan, oralarda yaşlanmış, dönememiş, evin gününü görememiş bir adama aittir, bekçisi yaşamaktadır onun yerine. Böyle ne çok ev var Türkiye’de de. Bekçi ailesiyle yaşayıp maaş alır, ağaçlara bakar, meyveleri toplar, havuzunda yakınlarıyla yüzer. Anna’nın evde kalan çantasından çıkan iki kitaptan birinin İncil olması, kızı hakkında fazla bir şey bilmeyen çok meşgul babayı şaşırtır, sevindirir.

İncil okuyan biri düşüncesizce bir şey yapıp intihara kalkışmış olamaz hiç değilse.  

Nişanlı Sandro, Anna’nın içindeki boşluğu haklı çıkararak onun geziye katılan yakın arkadaşına asılır, bunu kendini fedaya niyeti olmamakla açıklar. Kızın direnişi ve vicdan azabı da kısa sürer. Hatta kendini ‘ya hayattaysa’ ihtimaline üzülürken yakalar. Günümüz insanının kayıp ölü ya da diri bulunana kadar bile vakit kaybetmemesi gerekir. Antonioni’nin filmleri sinema nedir sorusunun cevabı gibi. Görüntüdür sinema ve Anna’yı aramak için çıkılan yolda ağaçların bitkilerin cılızlığı, insanın iç dünyasındaki çoraklığına dış mekanlarla ayna tutarak söze ihtiyaç duymadan ilerlemesidir. Gitmesi muhtemel otel avlusuna kadar betonla kaplıdır ve buna paralel olarak ilişkiler de taşlaşır. Tekne, tren, özel araba, bütün araçlar eksik olan bir yere götürebilir sadece. İnsandaki tekinsizliğin, samimiyetsizliğin, ikircikliliğin açtığı yarayı sarmanın başlangıcı kaybı görmektir ama bu kolay değildir. 

Sahilde balık tutan genç adamlar en zayıf halka olarak sertçe sorgulanırlar ve bu sahneler de kendini Marksist olarak tanımlayan yönetmenin alt sınıflara yönelen haksızlıklara dikkat çekmesidir ki her filminde bir parça alan açılır emeğin savunusuna.

Anna’nın kız arkadaşı da duyarsızlığı fark eder sonunda, ‘seni hissedemiyorum’ der tıpkı onun gibi. ‘Şehri bensiz gezince tek bacaklı olduğunu, gölgemi bulup sarılmak istediğini söyle’ dediği adam çoktan bu bağdan da sıkılmıştır. Kalbin sevme gücünü yitirişine modern bir ağıt olarak da okumak mümkün filmi. Kopma, kaybolma, yabancılaşma. 

Anna’nın en başta yola çıkarken giydiği bembeyaz sade elbise ise hayal, umut ve temiz boş bir sayfa.

- Advertisment -