O gün fazladan vaktim vardı. İlaçları ve rahatsızlığı üzerine epey bir konuştuktan sonra, kelimelerin uzayında serbest çağrışımlarla ilerlemeye başladık. Uzun sohbetimizin orta yerinde, birden o ana dek ondan hiç işitmediğim bir şey söyledi bana: ‘Biliyor musunuz, ben Kürt ve aleviyim’. Bunu niçin söyleme gereği duyuyordu? Neden şimdi? Bunu söylüyordu çünkü salt bir hasta olarak değil bir insan olarak konuşuyordu artık ve insan olarak yüklendiği dertleri de anlatmak istiyordu. Kimliği yüzünden uğradığı dışlanmaları, onca iyilikte bulunduğu komşularının onun kimliğini öğrendiklerinde yüz geri etmelerini, ‘derin bir içerleyiş’ olarak hayatı anlatıyordu. İnsan olarak ruhların birbirine değmesi ancak bu içtenlik anlarında mümkün olabiliyor. Onun hikayesinin bu tarafına sokulmak aramızda dönüştürücü nitelikte bir sohbetin gerçekleşmesiyle mümkün olabilmişti. Dönüştürücü sohbet, muhatabımın hikayesini saygıyla dinlemekle olur. Onun ruhuna bir yer açmakla, onu gönül haneme buyur edebilmekle. 'Söylediğin şeyi dinlemeye değer buluyorum. Senin gerçekliğine, inanç ve deneyimlerine kendimi açıyorum' diyebildiğimizde, ruhların birbirine dokunduğu o tılsımlı alana adım atarız. 'Sen kimsin?'in cevabı peşinde değilim, anlamaya çalıştığım, 'sen hangi hikayenin bir parçasısın?' Senin hikayeni duymak ve kendi hikayemi sana sunmakla birbirimizi insan olarak geçerli kılıyoruz. Sana kayıtsız değilim, sen de bana kayıtsız kalmıyorsun. İyi bir sohbet bizi daha önce hiç uğramadığımız yerlere götürür.
Her birimiz kendi içimizde farklı farklı var olma ihtimalleri barındırıyoruz. Konuşmalarımızda değişik ‘ben konumları’ var. Bir büyüğüme konuşan ben ile çocuklarıma konuşan ben farklı. Bu değişik ben konumları arasında bir ahenk arayabiliriz pekala ama bazen bir ben, diğer benle uyuşmayabilir. Bu durumda müphemliğe yer açmak, içimizdeki çok sesliliğe ve potansiyellere açık olmak daha iyi bir seçenek olabilir. Benliklerimiz her ilişkiyle adeta yeniden inşa edilir. Bu yüzden insanların ne olduklarını sezmeye harcadığımız çabayı onların ne olabileceklerini anlamak için de göstermeliyiz.
Bir insanın aslında ne olduğu değil, ne olabileceği, hangi eylemleriyle içindeki hangi potansiyeli harekete geçirebileceği ilgimizi çekebilir. Kurduğumuz her ilişki bize yepyeni bir dünyanın kapılarını aralar. İnsan zihni sosyal dünyada var olmakla gelişir. Bu yüzden benlik ve dünya, benlik ve öteki, benlik ve toplum arasında inşa edilmiş duvarları aşabilmek, birbirimizi sosyal süreçlerin eş üreticileri olarak görmek icap eder: ‘Biz oluncaya değin, sen ve ben yoktur’.
‘Nihayetinde hiçbir konuşmacı, evrenin ebedi sessizliğini bozan o ilk konuşmacı değildir’ der Bakhtin. Her birimizin sesi evrende deveran eden diğer seslere ekleniyor. Seslerimiz birbiriyle karşılaşıyor, bazen birbirlerini bozuyor. Bazen kuvvetli bir ses diğerlerini bastırmak ve susturmak istiyor. Bazen söylenen söylenemeyeni, görünür olan temsil edilemeyeni örter. Baskın grup kendi yaşantı ve kültürünü evrenselleştirir ve bunu bir norm olarak dayatır, böylece tüm insanlığı temsil ettiğini söylerse bunun adı kültürel sömürgeciliktir. İnsanlar kimileyin ‘öz vatanında parya’ haline de getirilebilir, kendi yurtlarında kendi insanları tarafından da sesleri kısılıp hikayesiz kılınmak istenebilir. Mütehakkim ideolojinin yerli yüklenicileri bu işi büyük bir ‘yurtseverlik’le yapar. Kendinden nefret etme ideolojisi, yurtseverlik kılıfı içinde, kendi olmaktan ümitsizliğe düşmüş seçkinlere ‘yaban’ saydıklarını hizaya sokma gücü verir.
Yeni bir seçimin arifesinde, kelimeler yine mızraklar halinde başka saydıklarımızın sinesine saplanıyor. Hiç de uzun uzadıya düşünmeden korkunç sözler dökülüyor dudaklarımızdan. Nefret yüklü sözler. İç savaş senaryoları, ihanet ithamları, hayallerde kurulan dar ağaçları. Her birimiz yurdumuzu çok sevdiğimizi ve bu yüzden bize benzemeyen ötekinden nefret ettiğimizi söylüyoruz. Nefret sıradan insanı güçlendiriyor, sosyal medya mecralarında bu kadar kükrememiz bundan. Sara Ahmed’i izleyelim: ‘Nefret duygusu sıradan insanı harekete geçirmeye, o fanteziyi gerçek kılmaya yarar; bunu da özellikle sıradan olanı kriz içinde, sıradan insanı ise gerçek mağdur olarak göstermekle yapar. Sıradan insan, bir kişiye ya da bir yere yaklaşmaları bile suç olan tahayyül edilmiş ötekiler tarafından tehdit edilen biri olur. Sıradan özne, ötekilerin istilası yüzünden incinmiş hatta yaralanmış bir olarak yeniden üretilir’. Nefret, elbette herkesin ortaklaşa nefret edilebilir bulduğuna yönelik olsaydı çok kolay olurdu. Burada nefret aynı sokağı, çarşıyı, okulu paylaştığımız kişilere yöneliyor ve aslında bir dizi bilinçdışı etmenden besleniyor. Buna geleceğiz.
Biz çok travmalar geçirmiş bir milletiz. Yakın geçmişimiz, yakın tarihimiz travmalarla dolu. Pek çoğumuzun atalarından biri ya da birkaçı ya büyük göçlerde ya da Osmanlı’nın son büyük savaşlarında can verdi. Kimlikler, diller ve hikayeler acımasızca bastırıldı, statükoya muhalefet edenler zindanlara tıkıldı, işkence gördü, asıldı. İnsan haklarıyla ilgili etkin bir politik hareket olmadığı için bütün yakın dönem tanıklıkları sonunda etkin bir unutma eylemine dönüştü. Yaşamak ve hayata tutunmak için unutmak gerekiyordu. Kimileri Türkiye toplumu için istihza sadedinde ‘balık hafızalı’ nitelemesini yapar ya, ben tam tersini söylüyorum: Unutmak bizim için bir hayatta kalma stratejisiydi. İnkar ve baskılama, bireysel bilinç kadar sosyal bilincin de savunma düzenekleri haline gelebilir. Geçmiş travmalar çözümlenip iyileşmeden bırakıldığında, öfke, korku ve güvensizlik halinde hortlar ve toplumsal işbirliğini engeller. Böylece yeni nefret ve karşıtlıklar üretilir. Travmadan üreyen önyargı ve psikolojik engeller, yeni nefret kaynaklarına ve yeni çatışma biçimlerine yol açar. İyileşmemiş kamusal travmalar, bastırılmış olanın ısrarcı ve yineleyici geri dönüşüyle yeniden sahne alır. Sözgelimi, bitti dediğiniz bir savaş, kendini aynı biçimlerde tekrar etme saplantısına düşer.
Türkiye’de toplumsal kesimler arasında bir iç savaş olmayacak ve bunca ağır havaya rağmen, nefret ilelebet borusunu öttüremeyecek. Bu yazıyı da sadece bunu söylemek için yazıyorum. Çocuk babaya ‘senden nefret ediyorum’ dediğinde aslında şunu der: ‘Senden istediğim sevgiyi alamıyorum’. Nefret konuşmaları örtük arzu ve korkuları temsil eder. Nefret ideolojisi, Niza Yanay’ı izleyerek söylersem, bir arzu belirtisidir. Kişi sevdiğinden incinir. Nefret bağımlılık korkusundan da türeyebilir: Biz ve onlar arasındaki kutuplaşmış dil negatif karşılıklı bağımlılığa dayanır. Biz iyilerizdir onlar da kötüler. Hegel’in köle efendi diyalektiğinde olduğu gibi biri diğerini inşa eder. Birinin grup kimliği iddiası diğerinin grup kimliğinin reddine dayanır. Nefretin içerdiği çelişki, iki hasmın birbirine fazla yakınlaşmasının, çok iç içe geçmelerinin yarattığı korku ile ortaya çıkan uzaklaşma/mesafe arzusudur. O zehirli dil hep onu benden uzaklaştırmak içindir. Bağlanma ve yakınlık olmadan bir birey veya gruptan nefret edemezsiniz. Bağlanma yokluğu kayıtsızlık üretir, nefret değil. Ayrı olmak istediğimize benzemekten, ona çok yakın düşmekten korkarız. Artık ben olamamaktan, onun içinde eriyip yitmekten korkarız. Nefret, onu dolaşıma sokan kişilere, aradaki ayrılığı derinleştirerek mesafeyi kontrol etme imkanı veriyor. Havada uçuşan nefret sözcükleri aslında korku zerreciklerinden ibaret. İyi haber şu, artık kolonyal bir tahakkümün cari olmadığını, birbirimize benzemek zorunda olmadığımızı bize söylüyor. Chantal Mouffe, yıllar önce okuduğum bir söyleşisinde iyi demokrasilerin de iyi evlilikler gibi patırtı gürültüyü hazmedebilen, çatışmaya dayanıklı bir doğası olduğundan dem vuruyor ve bu patırtıyı bir hayatiyet belirtisi olarak yorumluyordu. Güçlü duygular zıddına inkılap edebilir. Dolayısıyla nefretin az ilerisinde sevgi durmaktadır ve elimizi uzatsak belki de ona dokunabileceğiz. Düşman, kayıp arkadaştır. Politik dostluk, ön şartlar olmadan bizi barışa çağırır. ‘Bizden biri’ olmayanla bir araya gelmeyi mümkün kılar. Dostluk, nefreti içinde eritebilir. Dostluğu seçmekle düşünülemez olan barış yeniden düşünülebilir hale gelir. İnkar edilen bağlanma yeniden tesis edilir. Negatif karşılıklı bağımlılık yerine, birbirimize kaçınılmaz bağımlılığımızı kabullenmeliyiz. Kimse bize ‘ötekini sevme yasağı’ getiremez. Sevgiyi baskılamak, aramızdaki bağı yok saymak ve birbirimize bağımlılığımızdan korkmak bizi bugüne dek nefrete esir kılmış olabilir. Burada fazla eğleşmeyeceğiz. Nefretten sevgi doğabilir: Kendi bağımlılığımızla yüzleşir ve ötekine duyduğumuz arzuyu kabullenebilirsek, sen ve ben kalarak da biz olmayı başarabileceğiz.
Şimdi herkes kayıp arkadaşını bulsun.