Ana SayfaYazarlarAynalı zamanlar

Aynalı zamanlar

 

Ben aynaları, aynalı mekânları severim. Hatta aynalı hikâyeleri, filmleri de…

Lâkin aynaların eski hükmü, itibarı, ayrıcalığı kalmadı. Sıradanlaştı.

Oysa bir dönem şehrin moder(e)n hâllerinin hem hülyalı tanığı, hem kanıtıydı.

Sarayların, köşklerin gümüşlü, kristalli Aynalı Salon’ları, düğün mekânlarıyla halka iniyordu  o dönem:
“Aynalı Salon…”

Ardından Aynalı Pastane, Aynalı Kuaför, Aynalı Kıraathane

Ayna güzelliğe, zenginliğe atıftı zira.

 

Kız Lisesi dağılırken arka cebindeki sırtı “kuşlu” yuvarlak teneke aynada saçını, bıyığını  tarayıp, ardından kızlara ayna tutan delikanlıların işportadan avanesi sınıf atladı birdenbire.
Boydan boya aynalar sayesinde İtimat Berberi, İtimat Erkek Kuaförü’ne dönüştü bir gecede.
Beş yıldızlı otellere, bütçeye göre büyüyerek misafir odalarına yerleşti.  

Eh, “aynalı” zaten argoda güzel, fiyakalı anlamına gelmez miydi…

 

Her kul ayna bağımlısı olmasa da… Aynalar önünde geçti hayat.
Aslında aynalara baktığımızda hayat değil “an”dı gördüğümüz. Ama “an”ın, “an”ı yaşamanın, yakalamanın değerini bilemedik.
Ya o “aynalı”, afili geçmişe sığındık, ya da aynada asla görülemeyen geleceğin evhamında, eyyamında olduk.
 

Giovanni Papini’nin “Kaçan Ayna” öyküsündeki gibi,  “bugünü hep yarına adadık”.

“Bütün bir ‘şimdi’nin bir gelecek uğruna feda edildiğini, o geleceğin de şimdiki zamana dönüşeceğini ve bir başka geleceğe feda edileceğini, en son şimdiye, yani ölüme dek böyle sürüp gideceğini” düşünmedik.

Papini’nin deyişiyle bu, yaşamımızın tümünü kendi kendimizi lanetlemek için tasarladığımız korkunç bir oyundu:

“Sizin bu kaçan aynaya doğru koşuşunuza yalnızca şeytanlar güler!”

 

Dem değişti, şehir değişti, aynalar değişti… Aynalarda, vitrinlerde hep o eski görüntümüzü aradık.
“Hüznüm sizde görünür /Saçım beyaz bürünür /Yaşarken de ölünür /Ah aynalar, aynalar” ile nemlendi gözlerimiz.
 

Lunaparkların en standart, en ucuz eğlencesi Kahkaha Aynaları’nda gülümsedik kendi suretimize. Bazen devdik, ama bazen de cüce…
Hayatın aynasında flu bir silüet, bir karaltı, bir hayâldik.
Koştuk hayatı hızla, aynasını arayan bir hayâl nasıl koşuşturursa…

 

Her aşk imkânı bizi önce aynaya baktırdı.

Her gün yüzümüzü aynada yıkadık.

Bir gün Ahmet Altan ilginç bir hayâllemeyle yaklaştı aynalara…

Ve aynalara her gün değil de, yılda sadece bir kez bakmamıza izin verilseydi, çok şaşıracağımız değişiklikler göreceğimizi söyledi:
“Bakışlarımızda, ifademizde, yüzümüzün solan ya da artan ışığında meydana gelen farklılıkları keşfedecektik.

Gözümüzün kenarına eklenmiş şu ince çizgide bizi üzmüş bir olayı, dudağımızın kenarındaki derinleşen şu kıvrımda bir sevinci yakalayacaktık.

Koca bir yıl yansıyacaktı aynaya yüzümüzle birlikte…”

 

Her gün bakılan bir yüzün ise suskun olduğunu savundu:
“Her gün ona eklenenler, bir günden bir güne değişenler öylesine az, ufak, öylesine fark edilmezdir ki onların söylediklerini duyamayız.

Gördüğümüz yüz, dün gördüğümüzün aynısıdır.
Kör oluruz kendi yüzümüze, kendi hayatımıza. Ona her baktığımızda sadece görmeye alışkın olduğumuzu görürüz.”

 

Her gün aynada gördüğümüz, değişimine ufak ufak, fark etmeden alıştığımız “canlı” hâlimizden değil, fotoğraflarımızdan anlıyoruz yaşlandığımızı.

Yakalandığımız hâlimizden anlıyoruz.
Yüzümüze her gün aynada yakından bakmak, birkaç yıl önce çekilmiş bir fotoğrafta gördüğümüz yüzümüzü fark etmemek, uzaktan bakınca anlamaktı aslında. Yani bir hazin hipermetropi…

Murathan Mungan’ın Üç Aynalı Kırk Oda kitabındaki Aynalı Pastane’de, hayata, dünyaya “balkondan bakarak” yaşlanıyoruz.
Aynalar nasıl “sessizliğin duvardaki hâli” ise, biz de bazen sessizliğin balkondaki –seyirci- hâline dönüşüyoruz.

Öyle izliyoruz hayatı, öyle yukarıdan, uzaktan… Öyle suskun.

 

Ayna tutamıyoruz hayatımıza… Hatta örtüyoruz üzerini aynanın, tereddüdün tülbentiyle.
İbadet ederken, namaz kılarken, hatta gece yatarken üzeri örtülen mekruh bir nesne gibi.

Zira kendimizi gerçekten görmek dikkatimizi, daha doğrusu durma dikte edilen hedeflere konsantrasyonumuzu dağıtıyor. Yüzleştiriyor…

Ne devlet istiyor onu, ne din, ne otorite, ne de aile.

 

Gün geliyor, yüzümüzdeki çizgiler, gözaltlarımızdaki izler derinleşiyor, âni bir yakalanma hâli gibi asılı kalıyor duvarda aynalar.
“Yaşlanmışız meğer” diyoruz, “Çoktan geçip gitmiş seneler…”

Asıl uğursuzluğun o bâtıl inanıştaki gibi aynanın kırılması değil, artık aynalara küsen gönüldeki kırgınlık olduğunu anlıyoruz.

 

Bu satırları yazarken dışarıda sıkı bir yağmur yağıyor ve gece camının aynasındaki görüntüm, bana anca bir masal kadar hakiki geliyor.

Aynalı bir hikâyenin zamanıdır yani.

 

Yağmur, gri, puslu, bulutlu havalar her bünyeye farklı gelir.
Kendi payıma, manzaramın menzilinde yeşilden çıldırmış ormanlar, dalgalı bir deniz, fiyortlar, kayalıklar filan varsa yağmuru da, gri havaları da çok severim. 
Renkleri silen, tonları solduran kabak gibi öğle güneşine misliyle tercih ederim, en azından.

 

Böyle anlarda insanın içine içine yağar yağmur. 
Yağmuru sevmenin, bir tür “hüzün sevgisi” olduğunu hatırlatır insana.
Sait Faik’in “Bir İlkbahar Hikayesi”ne böyle bir uyarıyla başlaması boşuna değildir:
“Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler içinde ilkbaharı üzüntü ile duymamasına imkân yoktur.”

 

“Mahalle Kahvesi” kitabında yer alan bu öyküsünde, babasının memuriyeti nedeniyle ilk gençliği tayinlerde geçen 12 yaşında bir çocuğu anlatır.
Mütemadi tayinler nedeniyle, anılarını kalıcı bir mekânla, arkadaşlarla eşleştiremeyen küçük kahramanımız, kasabadan devşirme bir Anadolu şehrindedir.

 

Bitmek bilmeyen kırkikindi yağmurlarıyla karşılar o taşra şehri ilkbaharı:
“Saat 11.00’de bir kara bulut peyda olur, on dakika sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur bütün gün tıkır tıkır, şakır şakır durmadan yağar”.

 

Öyle daraltır ki o grilik gönlünü; hikayedeki çocuğun penceresinden görünen, karaçayır dedikleri ve göğün her rengini deniz gibi emen o koyu yeşil ovadaki renk oyunları olmasa, “evden bir deli çığlığı ile fırlaması işten değildir”…

 

Bir sabah yatağında -nihayet- görünen güneşin mahmurluğu içinde gözleri tavanda yatarken, ansızın odanın içinden parlak bir kuş geçer.
Yer yatağının üzerine oturur, gözlerini ovuşturur…

“Kuş” parlak bir daire halinde titreye titreye, sanki duvardaki yerine yerleşmeye çalışmaktadır.
Birdenbire, odasına birisinin ayna tuttuğunu fark eder.
İlkbahara ve ilk gençliğe “sürgünde” hazırlanan gönlü, bir kuş gibi çırpınır.

 

Pencereye fırlar ve karşıdaki evin avlusunda, pembe şeftali çiçeklerinin arasında bir hasıra oturmuş 16-17 yaşında bir kız görür.
Elinde ayna, pembemsi yüzünde utangaç bir gülümseme yanan bir genç kız…

Pencerede dimdik durur, ellerini beline dayar ve gözünü kırpmadan, aynanın keskin yansımasına “delikanlıca” bakarak meydan okur.
Ertesi gün o da bir ayna bulur ve her gün karşılıklı bir ayna oyunu, ayna flörtü yaşamaya başlarlar.

 

Genç kızın ince ince gülerek gözlerini aynanın aksinden kaçırmaya çalıştığı bu oyun, hiçbir zaman yarım saatten fazla sürmez. 
Bazen kız bahçeden evine, saçlarından yağmur damlaları dökerek girer.

 

Bu kıpır kıpır, 24 saat boyunca beklenen yarım saatlerle günler geçer. 
Bir sabah evlerinin önünde yeniden yaylı araba duruncaya dek.
Annesi odaya girer, onu ayna oyununda yakalar. Bahçeye, kıza, oğlunun elindeki aynaya bakar. 
“Hadi giyin” der oğluna…

 

Yaylı arabayla iki yanı sık ağaçlı yoldan dörtnala geçerken, ilkbahar güneşi ağaçların arasından bir görünür, bir kaybolur, bir görünür…
Bu kez doğa, ağaçlar ayna tutuyordur çocuğa, hem “Üzülme…”, ama hem de “Elveda…” der gibi.

Başını annesinin entarisine gömer… Kirpiklerinde oluşan gökkuşağından, kırkikindi sağanağı gibi dökülür gözyaşları yanağına…
Hüngür hüngür ağlarken, babası “Nesi var bunun?” diye sorar, pek umursamadan. 
Annesi eliyle, yüzüyle yaptığı anaç bir mimikle susturur babasını…
Oğlunun başını okşar, usulca "Anlıyorum seni" der parmakları…

 

Otuz yıl geçer o günün üzerinden ve anlatır, artık “yaş alan” ruh halini Sait Faik:
“O zamandan bu zamana kimsenin yüzüne ayna tutmadım. 
Kimse yüzüme ayna tutmadı. 
Ama kazara bir ışık, bir ilkbaharda, odamdan parlak bir kırlangıç gibi geçse, o gün ne ettiğimi bilmem…”

 

Faik’in anlattığı gibi, herkesin bir ilkbaharı, yazı, sonbaharı, kışı oluyor. 
Ve o zamanlarına tutulan kaygan aynaları…
Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı’ndaki “arkası kuşlu” cep aynaları…

İnsanı yol tutar, deniz tutar, bazen de ayna tutar işte.

Sonrası Edip Cansever

“İki ayna karşılıklı /Bilinmeyenli iki denklem
Bölünüp parçalanırdı yeryüzü /Ansızın araya girsem.”

 

 

 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik