[27-28 Mayıs 2016] Yok, bu kadar kalitesizliğe tahammül etmek zor gerçekten. Bir yanda futbol ve kulüpler. Sporun bu en büyük alt-sektörünü yönetenlerin düzeyi (veya düzeysizliği); ne yaptığı, nasıl konuştuğu, toplumu nasıl ve ne yönde etkilediği. Diğer yanda, basını ve televizyonlarıyla medya. Haberleri, yorumları, dizileri, sözümona tartışma programları, sözmona dokümanterleri. Bunları yapanların düzeyi (veya düzeysizliği). Bilgi ve becerileri (daha doğrusu bilgisizlik ve becerisizlikleri). Yazdıklarının, gösterdiklerinin toplumu nasıl ve ne yönde etkilediği.
Bu süreçlere Türkiye çapında herkes taraf. Siyaset de bunlardan bağımsız değil. Hepsinin ortak matrisi, kültür dediğimiz tarifi zor, bulutumsu doku. Kültür sadece okullarda değil, belki en çok buralarda üretiliyor. Üretiliyor ve herşeye yansıyor, herşeyi içeriyor, sarıp sarmalıyor.
Dün peşpeşe iki olay oldu, bana bunları yazdıracak. Bir, Perşembe akşamı oynanan Kupa finalinin ardından Aziz Yıldırım’ın yaptığı konuşmaya tesadüfen, hakikaten tesadüfen gözüm ilişti. İki, gece 22’den sonra aHaber’de, 27 Mayıs ve Adnan Menderes’le ilgili, benim de hasbelkader içinde yer aldığım bir belgesel seyrettim. Çok üzüldüm, çok kızdım, çok tepki duydum. Neden? Bugün ve yarın anlatmak istiyorum.
İlkinden başlayalım. Biraz zorlandım, bu yazıya başlık ararken. Daldan dala atlayan demagogluğu, fütursuz mugalatacılığı açısından Trump ile mi yanyana koysam dedim, “Donald Trump ve Aziz Yıldırım” misali. Ya da bir şekilde, gene Trump artı Selâhattin Demirtaş artı “yerli Mussolini”miz ile bir odaya kapatılmasını mı önersem, acaba ne olacak diye. Sonra vazgeçtim. Diğerlerine haksızlık olacaktı. Evsâfını mümkün mü beyân hiç? Benzersizliği içinde, sadece “Aziz Yıldırım”da karar kıldım.
Yemin ederim, bunun Galatasaraylılıkla bir ilgisi yok. Fenerli olmamakla ise tabii bir ilgisi var — o lider kültünü paylaşmadığım için. Ama çoktandır pozitif bir taraftarlık heyecanı taşımıyorum. İlkokul 3’te, 7 yaşımda falandım, bütün sınıf arkadaşlarımın şu veya bu takımı tuttuğunu, yani futbol ve kulüpler ve taraftarlık diye bir şey olduğunu farkedip, benim de Galatasaraylı olmam gerektiğine karar verdiğimde. Hiç unutmuyorum; Alsancak’taki Özel Devrim İlkokulu’nun bahçesindeydim (Fazıl Bey o yıl öldü, okul kapandı, ben de Gazi İlkokulu’na transfer ettim). Neden GS derseniz; Turgay’dı, Suat’tı, Kadri’ydi, İsfendiyar’dı; Büyük Ali ve Küçük Ali’ydi; ardından ve uzun süre tabii Metin’di, vesaire. Sigaraya başlamayı reddetsem de, herkesin yaptığı başka bir şeyi yapmak; çok dışarıda kalmamak; cereyana uyup bir köşe seçmek ve kimlik belirlemekti. Pazar öğleden sonraları radyo başında her yenilgide ağladığım o çocukluk dönemimin alabildiğine keskindir algı ve anıları. Sonra 70’lerden 90’lara, uzadıkça bozlaşan bir biteviyelik hakim oldu, çok zorlarsam içinden birşeyler hatırlayıp çıkarabileceğim. Belki Simoviç, Tanju, Prekazi; Monaco ve Neuchâtel Zamax (1988’de 0-3’ten 5-0’a). Ama işte, daha çok parlayıp sönen alevlerdi. Devamlılık, kalıcılık yoktu. Derken 1996-2000’ye geldik. Herşey değişti; kendine has bir karakter peydahladı, dört yıl üstüste şampiyon olan, üstelik 2000’de Kopenhag’da UEFA’yı da kapıp götüren o takım. Alelacele devşirilmiş bir yamalı bohça değil, sabırla inşa edilip zamanla oturmuş bir ekipti; saygı duyulması gereken bir emeği temsil ediyordu. Rastgele değil, bilerek ve aynı zamanda tutkuyla oynuyor, bu tutkuyu çevrelerine de yayıyorlardı. Zannımca Erenköyü’nde artık / Görmez felek öyle bir bahârı.
Görmedi de zaten. O takım dağıldı, o ruh gitti; habire teknik direktör ve kadro değişti, ama o yoğunluk bir daha kurulamadı. Farkında bile değildim; meğer 2002, 2006, 2008, 2012, 2013 ve 2015’da da şampiyon olmuş“uz” (hem de son dört yılın üçünde), ama bende hiçbir iz bırakmamış. Çoğu zaman, önemli bir maç“ımız” olduğunu bile arkadaşlarımdan öğrendim. Önceki akşam, örneğin, yani Perşembe akşamı da aynen böyle oldu. Kötü bir diş ameliyatı sonrası, uzanmış televizyon seyrediyordum. Kupa finalinin 21:15’te başlayacağı, alt yazılarda geçti. İlgisizce kaydettim. Vay, seyredeyim şunu demedim hiç. Yorgundum. Uyumuşum.
Ertesi sabah, üç ayrı sınavım birden vardı üniversitede. 8:30’ta gittim, soruları bastırdım. 9’da ilkini, 10’da başka bir salonda diğer ikisini başlattım. Asıl dersime geri döndüm. Kürsüde oturup çalıştım, çeşitli konulardaki notlarımı düzenledim. Kalkıp biraz dolandım. Çocuklar habire yazıyor… Sıkıldım. Normal olarak, sürekli cep telefonuyla oynayan biri değilim. Nasılsa aklıma geldi; bari haberlere bakayım dedim. Galatasaray’ın 1-0 kazandığını o zaman gördüm. Birilerine takılsam mı düşüncesi kafamdan belli belirsiz geçtiği anda Tosun’u hatırladım. Neredeyse yirmi yıl, ne muziplikler yapmıştık birbirimize. Kızkardeşim Neyyir de dahil, nasıl bir üçlü “mavra”ydı. Fener kazanmışsa pusuya yatar, iki gün sonra telefon açar, en masum tavrıyla olmadık bir yerden konuşmaya başlar, kurduğu tuzağa doğru adım adım götürür, derken bombasını patlatırdı. O sohbeti de geri getirmek imkânsız. Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş. Aziz Yıldırım’ın “olay yaratan” konuşmalarına işte tam o sırada rastladım.
Okudum ve gözlerime inanamadım. Neymiş; bir final oynanmış, 1-0 yenilmiş ve kupayı kaybetmişler; bu arada karşı takımın seyircisi küfürlü tezahüratta bulunmuş (evet, çok kötü gerçekten); maç sonrası basına ve kamuoyuna ne denir alt tarafı? Maçı değerlendireceksin; oyun hakkında söyleyeceğin bir şey varsa söyleyeceksin; rakibini sportmence kutlayacaksın; seyircinin küfürlerini de spor ahlâkı açısından tabii eleştireceksin; işte bu kadar. Ama yok; Aziz Yıldırım’ın demecinde, arada sırada yeryüzüne çarpan meteorlar ve belki bir de dinozorlar yüzünden kaybedilmiş olabilecek şampiyonluklar hariç, neredeyse evrenin ve zamanın başlangıcından, Big Bang’den bu yana Fenerbahçe’ye yapılmış (gerçek veya hayalî) bütün haksızlıklar mevcut. Bir yerden başlıyor; oradan alâkasız bir konuya geçiyor; oradan gene hiç olmadık başka bir yere sıçrıyor. Selâhattin Demirtaş’la boşuna karşılaştırmadım; HDP eşbaşkanı da böyle; bir noktaya raptetmek mümkün değil; bir yalan söylüyor, sorguluyorsunuz ve tam sıkıştırdım diyorsunuz, kayarak sıyrılıp bir başka yalana geçiyor. Biri için, Kürtlerin ezelden beri mağduriyeti herşeyin gerekçesi; diğeri için, Fener’in ve Fenerlilerin ezelden beri mağduriyeti gene herşeyin gerekçesi. Ben bir sıraya sokmayı denedim kendimce. (1) FETÖ ile ilişki: 2000 yılında Fetullah Gülen’in dualarla Galatasaray’ı şampiyon yaptığı söyleniyor. Bizde böyle bir şey yok. Yazık değil mi bu kulüplere? (2) Şike: Ne hale geldik. Şike yapsana diyor bana adam! Ben şike yapmadım. İnsaf yani. Ben şike yapmadım ama Galatasaray sürekli şike yapıyor. Açıklayacaklarımın altından kimse kalkamaz. Edepli olacaklar ilk önce. Ben sizinkileri ispatlıyorum. (3) Hep hakemlerin kabahati: Türkiye’de şampiyonu da küme düşeni de hakemler ilan etti. Mete Kalkavan iyi hakem diyorlar ama bunlar kendilerini farklı görmeye başladılar. Emre tekmeyi basıyor oyna diyor. Kurallar var faulse fauldür. Ayıp ya… Kasımpaşa'nın Trabzon'un Sivas'ın bizim kayıplarımız hakem yüzünden Halis Özkahya ile Fırat Aydınus şampiyonluğumuzu engelledi. Antep’le elle gol attılar berabere kaldık. Beşiktaş’a Olimpiyat’ta 3-2 yenildik. Ersan Gülüm Markovic'e tekme atıyor adam 6 aydır sahalarda yok. Başakşehir maçında kötü oynuyoruz ama penaltı var ilk devre vermiyor ondan sonra kaybediyoruz. (4) Federasyon da Fenerbahçe’ye karşı ve taraf tutuyor: Beşiktaş Başkanı Fikret Orman, Galatasaray Başkanı Dursun Özbek’e ceza vermezler. Aziz Yıldırım’a ceza verirler. Federasyon Genel Kurulu’nda konuşma yapacağım böyle saçma şey olur mu ya? Siz önce küfürü engelleyin… Bizim statlarımıza gelip kupa verebiliyor musunuz? (5) Galatasaray’a yenilince bir kere daha ödül törenine çıkmamanın gerekçesi olarak küfür: Elimizden geldiği kadar mücadele ediyoruz. 10 bin 15 bin kişi küfür edecek. Oyuncular çıkmadı biz de çıkmadık. Bize küfür ediyorlar bize neden çıkalım. Devlet Passolig’i çıkardı bunun amacı neydi. Hadise yapanı yakalayıp atmaktı. Tribünleri kapatıyorlar. Biz kendimiz mücadele ediyorduk. Onları ikna etmeye çalışıyorduk şimdi kimse sahip olmuyor. Sürekli ceza ödüyoruz. UEFA'ya bildirdiğimiz hesaplarda bunlar eksi olarak gözüküyor. Gökhan döndü geldi. “Tören başlamadan küfür ediyorlar” dedi. Ben de girin o zaman içeriye dedim. Küfür yemeye mi geliyor bu çocuklar buraya! Spor bu olmadı yani… Final four oynadık ama kazanamadık. Ben gerçekleri söylüyorum. Benden başka konuşan yok herkes kafasını kuma gömmüş konuşamıyorlar. Tribünlerde sorun var, küfür var. Tribünlerde esrar, eroin var ama olmuyor.
Herşey var — maçın kendisi hariç. Mazeret, mazeret, mazeret. Apoloji, apoloji, apoloji. İddia, iddia, iddia. Suçlama, suçlama, suçlama. Şirretlik, şirretlik, şirretlik. İngilizcede bir sözcük vardır, rant diye. Hezeyan, ağız kalabalığı, farfaralık, bağıra çağıra konuşmak, rastgele atıp tutmak anlamlarına gelir. Bir de ranting, raving mad veya stark raving mad diye deyimler kullanılır, ağzı köpürürcesine deli saçması konuşanlar için.
18 yıldır Fenerbahçe’nin başında. “Organik lider” teorilerini kabul edeceksek — ben asla kabul etmiyor ve çok yanlış buluyor, böyle bir şey yoktur diyorum ama — buyurun size kulüp düzeyinde bir “organik lider” örneği.