Ana SayfaYazarlarBad-el harab-ül Basra!

Bad-el harab-ül Basra!

Türkiye’deki Kürt siyasi hareketi, tarihin çok önemli bir dönemecinde, belki de telâfisi asla mümkün olmayacak bir hata yaptı. Ortadoğu’daki fiili sınırların hukuki geçerliliklerinin en çok tartışılmaya başlandığı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bile çok isabetli olarak, “bizler Sykes-Picot düzeninin bekçileri değiliz” diyebildiği bir ortamda, şiddet sapağına yönelmek, akıl ile açıklanacak bir durum değildi. Ben halen nasıl oldu; kimlerin hangi hesabı ve nasıl bir yönlendirme, Kürtleri legal ve demokratik siyaset sahnesinin dışına attı, anlayabilmiş değilim. Tam yüz yıl sonra ortaya çıkmış bir fırsat, Kürt ve Türk çocuklarının kanı dökülerek heba edilmemeliydi.

 

Kürtler ve “takiyye”

Bir zamanlar, Türkiye’deki İslami hareket konuşulup değerlendirilirken, özellikle Kemalist kesimin muhafazakâr Müslümanlar için sıkça kullanmaya kalkıştığı “takiyye”  kavramı vardı. Müslümanlar ne de yapsa,  “bunlar takiyye yapıyor” derlerdi. Tabi “takiyye” derken anlatılmak istenen şuydu: olduğundan farklı görünmek, gerçek niyetini gizlemek. Bir şeylerden çekinip sakınırken gerçek niyetini saklamaya çalışmak. Ancak “takiye” ilelebet sürebilecek bir durum değil.  Varılması hedeflenen noktaya ulaşıldığında, artık terk edilir ve düne kadar “takiye” yapmış olan kişi,  gerçek kimliği ve niyetini gizleme ihtiyacı duymaz olur.

 

Demokrasinin tam anlamıyla işlediği açık toplumlarda, kişinin niyetini gizlemesine çok da gerek kalmadığından,  “takiye” yapmaya da ihtiyaç duyulmayabilir. Fakat durum ne olursa olsun, bugün “takiye” yapmanın Doğu toplumlarında çok da yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Kişi veya siyasi partiler bir yana, devletler bile açıktan açığa “takiye” yapar ve bu işte kimse İran’ın eline su dökemez.  

 

Meseleyi Türkiye boyutunda ele aldığımızda, sadece Müslümanların değil, “Kürtlerin” de çoğunlukla gerçek niyetlerini gizleyerek “takiyye” yaptıkları söylenmiştir ve  halen de söylenmektedir.  Ancak durum ne olursa, legal Kürt hareketinin bu “takiyye” durumuyla ciddi anlamda yüzleşmesi gerekmektedir. Hattâ durum “gerekliliği aşmış”;  bir zaruret,  bir mecburiyet halini almıştır.  Eğer “takiyye” gerçek durumu fikrî anlamda gizlemekse,  özellikle şu sıralar biz Kürtler arasında, belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar yaygındır.  Şöyle ki, son dönemlerde hepimizin canını yakan şiddete dönüş ve hendek olaylarında, hangi aklı başında Kürde sorarsanız, hemen tamamı böyle bir yola sapmanın hiçbir şekilde gerekli olmadığı, hendek ve barikatların Kürt halkına büyük bir zarar verip Kürdistan’ı Kürtsüzleştirdiğini söyleyecektir. Yıllardır bizzat HDP’de politika yapan pek çok Kürt siyasi şahsiyeti de benzer düşünceleri dile getirecektir. Üstelik bu şekilde düşünenler arasında, milletvekilliği ve belediye başkanlığı yapmış ve halen yapan insanlar da vardır. Ancak nedense bugüne kadar, ne biri ne birkaçı bir araya gelip olup bitenlerin yanlış olduğunu dile getirememiştir.

 

Aydın vicdanı ve tavrı

 

Biliyorum, çok zor bir tavır takınmaktan söz ediyorum. Herkesin kolayca göze alamayacağı ve sonuçlarına katlanamayacağı bir durumu dile getiriyorum. Gerçek anlamda aydın olanların, aydın vicdanı ve sorumluluğu ile hareket etme bilinç ve kabiliyetinden söz ediyorum.  AK Parti gerçek anlamda iktidara gelmeden önce, neredeyse Türkiye’de 80-90 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca, bu bilinçle hareket eden aydınların çok sınırlı olduğunu hepimiz biliyoruz.  Bu durumu esas aldığımızda, Kürt aydınları ve politikacılarının da PKK’ye  “siz yanlış yapıyorsunuz, yaptıklarınız Kürt halkına zarar veriyor; meşru ve sivil siyaset kanalları açık iken, şiddete yönelmek kabul edilemez” demelerinin zor olduğunu biliyorum.  Halbuki sözlerini hem PKK’den esirgemeyen, hem de Kürt toplumu içinde saygın bir yere sahip olan bilge insanların yokluğu, bize büyük bedeller ödetmektedir.

 

Aslında tam da bugün, bir Musa Anter’e, bir Melik Fırat, bir Şerafettin Elçi ve son olarak Diyarbakır’da yitirdiğimiz avukat Tahir Elçi gibi insanlara ihtiyacımız ziyadesiyle var. Yine 1990’ların karanlığına ışık olan, bir Yaşar Kemal, bir Hrant Dink’e ihtiyacımız var. Ama maalesef bugün onlar yok. Onların yokluğunda, çoğumuzun farkında olmadığı tehlikeli bir şiddet girdabına doğru sürükleniyoruz. Bazen bir müddet sonra, kimin haklı veya haksız olduğu sorusu bile anlamını yitiriyor.

 

Evet, şiddete yönelmek büyük bir hatâydı. Bugün bu yanlışta ısrar etmek, yanlışı daha da büyütmekten başka hiçbir işe yaramayacak. Acılarımız daha da büyüyecek; ölü ve yaralılarımız sokak ortalarında, apartman bodrumlarında çaresiz bekleyecek. Her ölüm, aramızdaki duvarları da daha yükseltecek ve bir müddet sonra bizler birbirimizi görmemeye, anlamamaya alışacağız.

 

Kürdün kaybı Türkün kazancı olmuyor

Kürdün hatası Türke, Türkün yanlışı da Kürdün kâr hanesine yazılmayacaktır. Kürt Türkün, Türk de Kürdün hatasını düzeltme hassasiyetini gösterdiğinde, işte o zaman ikisi de kazanacaktır. Yıllar önce, etnik konuları konuştuğumuz bir Uluslararası İlişkiler dersinde ben öğrencilerime “sizce Türklere en yakın akraba millet kimdir?” diye sorduğumda, kimi Özbekleri, kimi Azerileri, kimi Kırgızları saymış;  ancak ben hiç birinin doğru cevap olmadığını söyleyince herkes çok şaşırmış ve merakla benim cevabımı beklemişti. Ben Türklere en yakın akraba milletin Kürtler olduğunu söyleyince, sınıfta mırıldanmalar başlamıştı.  Bunun üzerine, Türkler ve Kürtlerin nerdeyse 1000 yıldır iç içe yaşadıklarını; milyonlarca Kürt ve Türkün dayı, yeğen, teyze çocuğu olduğunu; aynı kültürden beslendiklerini, aynı gelenek ve göreneklere sahip olduklarını; tarihin en kritik tüm dönemlerinde ortak hareket ettiklerini söylediğimde, çoğu ikna olmuş ve bana hak vermişti.

 

Kürt siyasi hareketinin şiddet tuzağına düşmüş olmasını bir fırsat olarak görüp bundan fayda sağlamayı ummak, uzun vadede Türke de, Kürde de yarar getirmez. AK Parti gibi, eski Türkiye’nin yanlışlarından kurtulmak isteyen bir hareketin, bu yanlışa düşmemesi gerekir. Şehirlerdeki hendek ve barikatlar tamamen temizlenebilir, ama Kürt meselesi insani ve demokratik bir çözüme kavuşmadıkça, yarın tahmin edilmeyen başka sorunlar baş gösterecektir. Çözümü “son teröristin ortadan kaldırılmasında” aramak, nesiller boyu devam edecek bir çatışma ortamını göze almak anlamını taşır. Çünkü şiddet şiddeti besler; ne devlette asker biter,  ne de Kürt sorunu devam ettikçe PKK’ye katılacak olan gençler azalır. Kürt meselesi ancak barış, diyalog ve müzakereler yoluyla çözüme kavuşturulabilir. Galiba çözüm sürecini başlatmış olanlar, bu gerçeği bizden daha iyi biliyorlardır. Arapların deyimiyle, “Bad-el harab-ül Basra” (Basra harap olduktan sonra) iş işten geçmiş olur. Henüz o noktaya varmadan mutlaka bu barışa varmanın bir çaresi bulunmalıdır.

 

- Advertisment -