Biri bana “Türkiye’nin en önemli ekonomik problemini en kısa şekilde nasıl ifade edersin?” diye sorsa, “aşırı politize olunması” cevabını veririm. İtiraf etmek gerekir ki bu sadece bizim problemimiz değil; derecesi ve yoğunluğu değişmekle birlikte tüm ülkelerde yaşanıyor. Ancak, bizimki gibi sağlam bir siyasî felsefeye oturmamış ve usul kuralları üzerinde yeterince kuvvetli bir mutabakatı yakalayamamış ülkelerde sorun daha ağır şekilde tezahür ediyor. Her alanı ve bu arada ekonomiyi ziyadesiyle etkiliyor.
Bunun tüm topluma her bakımdan verdiği zararlar var. En başta gelenlerinden biri, ekonomik hayatın olağan işleyişine indirdiği darbeler. Aşırı politize olmanın ekonomide yarattığı boş inanç, ekonominin kendi kural ve işleyiş yolları olduğunu görmezden gelip, onun bir makine gibi istendiği şekilde tanzim edilebileceğini sanmakta. Güzel memleketimizde, toplum kesimleri arasında değişik konularda ciddî fikir farklılıkları olsa da, bu konuda epeyce kuvvetli bir ortaklık boy gösteriyor. Sağcısı da solcusu da, seküleri de dindarı da bu görüşte. Sanıyorlar ki ekonomide siyasî kararlar ve idarî talimatlarla istenen her şey (veya hemen her şey) yapılabilir. Keşke öyle olsaydı, ama – maalesef — bu bir hayal. Ekonomik ilerlemenin yolu bu olsaydı, dünyada kalkınmamış ülke kalmaz ve dünya bugünkünden bilmem kaç yüz kat gelişmiş olurdu.
Bu tür sağlıksız ortamlarda sakin ve sağduyulu seslere ihtiyaç çok. Bu yüzden öyle bir ses duyunca çölde vaha bulmuş gibi seviniyorum. Geçenlerde Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali bir demeç verip, ekonomik hayat hakkında bankacılık sektörünü merkeze alan önemli açıklamalar yaptı. Bali medyaya geniş biçimde yansıyan sözlerinin bir bölümünde şöyle dedi:
“Tasarruf sahibinin fon fazlalarını alır değerlendirirsiniz, ona değer yaratırsınız. İş Bankası’nın bugün 40 milyar TL özkaynağı var, bunu devlet tahvilinin sunduğu getiriyle değerlendirirseniz zaten 4 milyar TL’nin üzerinde bir gelir elde edersiniz. 1.371 şube, bu kadar teknoloji yatırımı, 25 bin kişilik istihdamla riskler barındıran bir işi doğru risk yönetim teknikleri ile yapıyorsunuz. Sektörde yüzde 14-15 civarında bir özkaynak kârlılığı çok makul ve bugünkü tabloda, özellikle bankacılık sisteminin fonksiyonu açısından kritik. Çünkü biz yüzde 15’lik sermaye yeterlilik rasyosunu koruyacaksak, bunu korumamız bize yeni kredi verme imkânları sağlayacaksa yüzde 15 civarında bir özkaynak kârlılığını da korumamız gerekiyor. Halbuki biz kârları buharlaştırmıyoruz. İş Bankası olarak alıyoruz, özkaynağımızın üzerine ilave ediyoruz. Yeni kredi imkânı olarak kullandırmak üzere özkaynağımızı güçlendiriyoruz. Özellikle kurumumuz için çok güvenle söyleyebilirim ki bizim kârımız Türkiye’nin kârıdır, bizim kârımız Türkiye’nin kârınadır. Aynı anlayışta çalışmaya devam edeceğiz.”
Bu açıklamalar olağan ekonomik şartların sürdüğü ve piyasa ekonomisinin kurumsallaştığı bir ülkede yapılsa “bilinenler tekrarlanmış” der geçerdik. Ama Türkiye söz konusu olunca daha bir önem kazanıyor. Üzerinde durulmayı hak ediyor.
Malûm; Türkiye’de hükümet faizlerin düşmesi için gayret göstermedikleri, kredi vermekte cimri davrandıkları gibi gerekçelerle bankalara ağır eleştiriler yapıyor. Son eleştiri, bankaların geçen yıla göre çok yükseldiği söylenen kârları üzerinden geldi.
Siyasetçilerin para kaynaklarını harekete geçirerek yatırımlara fon sağlanmasını arzulaması, meşru ve anlaşılır bir talep. Neticede her şeyden sorumlu tutulan, halka hesap verecek ve seçimlerde vatandaşın oylarını toplamaya çalışacak olan onlar. Ne var ki, finans sektörünün ve hassaten bankacılığın da işleyiş kuralları var. Bunları kısa vadeli yararlar adına yıkmaya çalışırsanız — yani sektöre abartılı müdahalelerde bulunursanız — kaş yapayım derken göz çıkar ve ekonomiye kısa vâdede elde edilebilecek yararlardan çok daha fazla zararı orta ve uzun vâdede verirsiniz.
Finans sektörü modern ekonomide en önemli sektör. Sağlam bir finans sektörü olmayan ve sermaye stokunu artıramayan hiçbir ülke, ekonomik yarışta başarılı olamaz. Ülkelerin gyrisafi yerli hasıla (GDP) üzerinden ölçülen ekonomik büyüklüğü ile finans sektörlerinin büyüklüğü arasındaki paralellik, ne tesadüf ne de boşuna. Bu yüzden, Türkiye finans sektörünü geliştirmek zorunda. Bunun fiilî anlamı ve gereği şu: Bankaların büyümesi.
Her işte olduğu gibi bankacılıkta da büyümek için başarılı işletmecilik yapmak gerekir. Başarılı olmanın en somut ölçüsü ise kâr etmek. Kâr eden her firma memlekete iyilik yapıyor demektir. Çünkü kâr, öz kaynakların etkin kullanıldığını gösterir. Bu her firma için olduğu gibi bankalar için de geçerlidir.
Yine Adnan Bali’nin işaret ettiği gibi, ekonomi sıfır toplamlı bir oyun değildir. Birinin kazanması illâ diğer(ler)inin kaybetmesi anlamına gelmez. Sağlıklı bir ekonomi kazan-kazan ile yoluna devam edebilir. Kâr eden bankalara bakarak, kaynakları etkin kullandıkları hükmüne varabiliriz. Neticede, Bali’nin demecinde söylediği gibi, bu kârlar firmanın büyümesi ve güçlenmesi için kullanılacaktır. Büyüyen banka daha sağlam ayaklar üzerinde duracak ve kredi portföyünü genişletecektir. Ve de bundan bütün memleket kazançlı çıkacaktır.
Kısaca, bankaların kâr etmesi memlekete zarar vermez; aksine, fayda sağlar.