Kurucu Cumhuriyetçilerin laikliğin toplumca benimsenmesi ve yaygınlaşması uğruna despotik, baskıcı yöntemlere başvurduğu ve bunun toplumsal travmalara yol açtığı, bugün daha bir görünür ve kabul edilir oldu. En azından konuşulmaya başladı ve köklü bir sorun olduğu ortaya çıktı. Öte yandan, geçmişin savunusunda yüz yıllık direncin sürdüğünü de görüyoruz. İlginçtir, bu toplumda en büyük çatışma alanlarından biri laiklik konusu, yani İslam diniyle ne yapacağımız ve ne yapmayacağımız. Elbette bu büyük çelişkinin tarihsel kökleri var ve tarihçilerin, siyaset bilimcilerin nesnel bir yaklaşımla incelemeleri gereken teorik bir alan. Günlük politikada ise bu değişimi henüz kavrayamayan çok sayıda siyaset insanı var. İslâmın şeriatçı yorumları ortadan kalkmaya başlayalı iki asra yaklaşıyor, ama bizim solcularımız, aydınlarımız hâlâ İslam korkusu yüzünden yeldeğirmenleriyle dövüşmekten vazgeçmiyor.
Bu ülkeye özgü laikliğin akademik alanda değerlendirilmesi de ciddi sorunlar taşıyor. Cumhuriyetin kuruluşunda benimsenen otoriter ve baskıcı yöntemlere bir kısım tarihçi ve siyaset bilimci muhakkak ki eğilmişti; ancak bu olgu çoğucası o günün (“devrim” koşullarının) gereği addedilirdi ve olası negatif toplumsal sonuçlarına eğilmek söz konusu değildi. Genel olarak akademik tarihçilik Cumhuriyetin kuruluşunu ve reformlarını değişmez ve olumsal doğrular olarak görüp savunma çizgisini 80’lere değin sürdürdü. Bu savunmanın nedenlerinden biri, çoğu muhafazakâr kesimden olan akademi dışı tarihçilerin eleştirel tezlerini çürütmek ve devletin ideolojisinin yanında durmaktı.
Kamu alanında görünür ve prestijli olan elbette akademik tarihçilikti; karşıt tezler ise “diğer” ve “bilim-dışı” kategorisinde değerlendiriliyordu. Akademi dışı tarihçiliğin bilimsel ortam ve araçlardan yararlanamamasının, bu literatürün yetersiz ve “yanlı” oluşuna yol açtığı ileri sürülebilir. Ancak zaten murat edilen de, söz konusu literatürün bilimsel yönde gelişmemesi ve Cumhuriyete eleştirel olabilecek yaklaşımların kamuya ulaşmadan söndürülmesi, akademik alandan dışlanması ve değersizleştirilmesiydi. Tarih alanındaki bu manipülatif, ideolojik, doktriner kısıtlamalar, bir yandan tarih bilgisinin içeriğinin ikincil kaynaklara dayalı, birbirini referans gösterip tekrarlayan ezberlerden oluşmasına, öte yandan yakın tarihe ilişkin araştırmaların azlığına ve sığlığına yol açtı. Bu arada nesnel ve belgelere dayalı tarihçiliği benimseyen bilimcilerin akademide kalabilmesi de epey zorlaştı; bunun için ya yurtdışına gitmeleri ya da yakın siyasi tarihe pek dokunmamaları gerekiyordu. Böylece resmi tarih doktrini açısından sorun yaratmayacağı düşünülen klasik dönem Osmanlı çalışmaları ağırlık kazandı. Bu paradigmanın dışına çıkabilen az sayıda tarihçi, bazı temel eserler üretebildi.70’lerin ortalarından itibaren ve 80’lerle birlikte akademide eleştirel tarih çabaları arttı. Bazı tarihçiler tezlerinin resmi kurullarca kabul edilmemesini göze alarak öncü çalışmalar yaptı ve ancak bazıları, bin bir zorlukla unvanlarına kavuşabildi.
Üniversitelerde İnkılap Tarihi Enstitüleri devlet tarafından resmi tarih tezlerinin savunusu için kuruldu; ancak bu hamle aynı zamanda Kuruluş Tarihinin de gündeme gelmesini ve dolayısıyla araştırmacıların bilimsel verilere, birincil kaynaklara daha fazla ulaşmasını sağladı.
Öncü düşünceler ve eleştirel yaklaşım yavaş yavaş akademik alandan kamu alanına, basına, medyaya, düşünce dünyasına yansıdı. Son muhafazakâr iktidarların ve yakın çevrelerinin yakın tarihimizin belirsizliklerini ve ezberlerini tartışma konusu haline getirmesi de kamuoyunda hem Osmanlı tarihine, hem Cumhuriyet tarihine ilgiyi artırdı.
Bu gelişmeler sonucu, savaş gibi kırılma anlarında, toplumsal dönüşümlerde zarar görenlerin, mağdurların daha görünür hale gelmesi ise tarihsel vakaları daha önce olmadık biçimde insan hakları bağlamına taşıdı; sorunlar kamuoyunda geniş bir ilgi ve genel kabul görmeye başladı. Zaman içinde Ermeni tehciri/soykırımı, Kürt isyanları ve devletin bu isyanları bastırma yöntemleri, Alevilerin günlük hayatta yaşadığı Sünni cemaatlerden gelen baskılar, gayrimüslimlerin uğradığı ayrımcılık ve haksızlıklar, dindarların toplumsal alandan dışlanışı ve daha nicesi görünür hale geldi.
Yakın çağın ibrelerinden ve özgür düşüncenin temel dayanaklarından biri olan laikliğin bizdeki zor, meşakkatli yüzyılı mercek altına alınmaya başladı. Bu, düşünce dünyamızı boydan boya etkileyecek bir gelişme. Zira sadece meselenin devletin uygulamalarıyla ilgili yönünü değil, son yüzyılda teşekkül eden dini cemaatleri de — ve 15 Temmuz olayındaki sonuçlarını da — ince eleyip sık dokuyarak değerlendirebilecek bir ortam yaratma potansiyeli taşıyor. Laiklik konusunu karşıtlıkların aşılması ve demokratik esaslara oturtma temelinde geliştirebilecek bir açılımın İslami ve muhafazakâr bir parti tarafından sahiplenilmesi ise ilginç bir paradoks oluşturuyor.
Bu yöndeki tartışmaların bağnazlıkların, nefret dilinin, toplumsal kutuplaşmaların aşılmasına katkıda bulunması ve demokratik laikliğe kavuşmamızı sağlaması için elverişli bir zemin oluşturduğunu düşünüyorum.