Nazım Hikmet doğumunun 117. yılında, 15 Ocak’ta anıldı.
Demokratik bir kültüre, siyasi kimliğe kelepçelenmemiş bir sanat anlayışına sahip olamayışımızın kaçıncı (yüz)yılıdır, bilemiyorum.
Savaşlarla büyümüş bir neslin ahfadı (torunları), çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık gibi önemli yaş dönemlerinden çok darbe, muhtıra, darbe girişimi filan görmüş bir kuşağın üyesi olursanız, böyle hesaplar yapacak milat bulamazsınız.
Dedelerimiz, babalarımız bir yana… Bizim kuşak da Nazım Hikmet’i önce “komünistliği” ile tanıdı.
Sağcıysa, “Komünistler Moskova’ya” sloganının edebi-ebedi en elverişli örneği olarak, “vatan haini” gördü.
Solcuysa, baştacı etti.
Kitaplarının hemen her dönem yasaklı, en azından sakıncalı olması da ayrı bir cazibeydi sanırım.
Özellikle bizden önceki kuşakların, onun şiirlerini sır gibi okuyan ve Fahrenheit 451 romanındaki gibi ezberleyip, sır ortamlarda dillendiren “kahraman”ları oldu.
(Bizim kuşak, darbelerde kitaplarını naylonlayıp gömen ya da ebeveyn kibritiyle banyo sobasında yakanlar olarak –kabaca- ikiye ayrılır)
Murat Belge Mayıs 2002’de Radikal Gazetesi’nde yayınlanan makalesinde o dönemleri şöyle anlatıyor:
“Ortaokuldayken, annemin lisedeyken kendine hazırladığı şiir defteri elime geçmişti. ‘Salkım Söğüt’ü ve ‘Bahr-ı Hazer’i bu defterde görüp okumuş, çarpılmıştım. (…) Nazım o birkaç şiiriyle ‘en’ sevdiğim şair haline geldi. Daha sonra, lise yıllarında benim de bir şiir defterim vardı ve burada en büyük yeri Nazım Hikmet kaplıyordu.
Ama lafını etmek yoktu. Ancak çok güvendiğin birkaç arkadaşla böyle şeyler konuşulabilirdi.
Nitekim, Nazım’ın şiirlerini bir kız arkadaşıma okutmuştum. Hep aynı hikaye: Nazım’ı ilk okuyan herkes gibi o da bayılmıştı -iyi şiir karşısında normal ve sağlıklı insan tepkisi. Ama bundan evinde konuşacak olmuştu ve kıyamet kopmuştu. Kızcağızın ödü kopmuş, okuyup okuyacağına pişman olmuştu. O hızla beni de iyice sorguya çekmişti: ‘Komünist misin?’ Değildim, o yaşta. Gene o yaşta, ‘Kendim komünist olmadan bir komünistin yazdığı iyi şiirden zevk alabilirim’ muhakemesinin geçerli bir estetik tutum olduğunu, bu vesileyle, kendi kendime keşfetmiştim.
(…) Şimdi Nazım Hikmet'i böyle rahatça anıyor olmamız, dolayısıyla, bu ülkenin
'değiştiği'ni filan düşündürmesin kimseye. Bu ülkenin 'sahip'leri, herhangi bir anlayışlarını veya tavırlarını değiştirmiş değiller.
Nazım, "Ben bir ceviz ağacıyım, Gülhane Parkı'nda" diyerek, bu kurallara göre yerini belirlemişti. Gene en sağlam yer orasıdır, fazla gezinmeye gelmez.” (1)
70’lerde farklı denizlere yelken açtığını düşünen ya da bedenini o fırtınaya -dümensiz- bir şeytan uçurtması gibi uzatan “delikan”a, kasırga gibi yaman ve “dünyayı değiştiren” şiirler gerekti.
En güzel deniz henüz gidilmemiş olandı elbet…
Rüzgar kanatlı kızıl atlılara, “birden bire bir kuş gibi vurulmuş” o gencecik Denizlere, Mahirlere, Ulaşlara ağlıyordu zaten derdini sadece ummana dökebilen salkımsöğütler…
Her gün başka bir ölü yatıyordu sokaklarda, meydanlarda; ders kitabı bir elinde, bir elinde başlamadan biten rüyası, kurşun yarası kızıl karanfil gibi açmış alnında…
Toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çok, korkak, cesur ve hakim çocuklar, kapıları çalıp imza topluyordu mahallelerde…
Nazım’ın sevda şiirlerinden çok kavga dizeleri seslendiriliyordu “birlikteyken”… Onlar türkü, şarkı, marş oluyordu.
Aşka, sevdaya, yer-zaman yoktu belki… Ya da Behçet Necatigil’den mülhem, geniş zamanlar umuyorduk da, çirkindi sanki dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yarin yanağından gayrı her şeyde, her yerde, hep beraberdik de…
Bir gece, aniden bastırdı “öteki” dizeler.
“Saçları samansarısıydı kirpikleri mavi, belasıydı başımızın”…
Ve sanki bir gecede öğretti hayat, “Tahir olmak da ayıp değildi Zühre olmak da, hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değildi.”
Nazım’ı asıl o gecelerde tanıdım, tanıdık. Her geceyi sabaha erdiren arkadaşlarımla…
Sevdayı, hasreti tanıyınca… Daha önce Nazım’ın politik dizelerinin izinde Enver Gökçe’ye, Hasan Hüseyin’e, Ahmed Arif’e sadece “mapus ziyareti” yaparken, o şairlerin de sevdalarına, ayrılıklarına hemhal olduk.
Vicdanın, eşitliğin, diğerkâmlığın politizasyona değil, insana dair daha derin hâllere, en geniş anlamıyla kültüre bağlı olduğunu öyle hissettik.
Zira “Bize kim olduğumuzu kültür söyler”di. (2)
Şiiri oralarda keşfedince, yeni şiirlere, yeni şairlere aralandı gecelerimiz.
Bir şairi, siyasi kimliğiyle değil, sadece şiiriyle (yani asıl meziyetiyle) sevebilmenin bahtiyarlığına ulaştık.
Aynı siyasi görüşte olduğu, şarkı, türkü, marş yapıldığı için bir çok insanın bir dönem değdiği, sonra bir daha yanına uğramadığı “şiir”, aslında kimyasından öte kabı-kacağı altına çeviren simyasıydı hayatın.
Hani, “Herkes hayatının bir döneminde, bir kez şiir yazmıştır” derlerdi ya, şairin ayağı/uyağı öyle değildi. O, şiir de değildi zaten…
Şiire güya şirin bakan bu tekerleme, şiire, şaire dair küçümsemenin en veciz cümlesiydi aslında.
Şiirin ortaya yuvarlanmış kafiyeli, hamasi bir şeyler değil, edebiyatın en yüksek, büyülü hali olduğunu, bazen bir şairin bir dizesinin, koca bir romanın dünyası kadar geniş olabildiğini “pür politik şiir”in, “sanatta slogan ritmi”nin ötesine geçebilince öğrendik.
Zeynep Casalini’den mülhem, tenimizden bile önce gelen kendi duvarlarımızın ötesine geçince, değişti dünya.
Bazen çekiç ritminden ibaret kalan “hayatın müziği”, “şiiri” değil sadece, hayatın bizzat kendisi değişti.
Nazım Hikmet’in bazı şiirleri başka bir şehre taşınmış okul arkadaşları gibi, uzağımda kaldı sonra.
Pek aramadım o şiirleri…
Ama bir dönem kuytuda kalan, hatta ötelenen bazı şiirlerini de hissederek anladım, “tarih” olamayacak kadar her dem taze kalabildiğini fark ettim.
İki yanı keskin bıçak gibi hayatı bölen kavganın hüküm sürdüğü günlerde, zordu elbet “öteki” şairleri de sevmek.
Sadece o dönem mi?
Orhan Veli’yi, Özdemir Asaf’ın şiirlerini “basit, iskeletsiz”, Attila İlhan’ı “demode”, İsmet Özel’i tümden “dönek-meczup” buldu, şiirselliği olmayıp da zikri şiir olanlar.
Oysa her şairin külliyatında, “size, sizin için yazılmış” bir şiir, bir anahtar dize gizliydi.
Orhan Veli’yi okumazsanız, “Mualla’yı sandala atıp, Ruhumda Hicranın’ı söyletme hikâyesi”nden mahrum kalırsınız.
Attila İlhan demode, apolitik filan gelirse, belki bir şehre tapıp, sokaklarında Mohikanlar gibi ateşler yakamaz, “Kimi sevsem sensin hayret” diyemezsiniz giden bir sevgilinin ardından…
Ve ayrılıkların, ve sevginin, ve o bitmez denen sevdaların bazen ve biraz da, Özdemir Asaf’ın özetlediği gibi cereyan ettiğini anlayamazsınız:
“Bekle dedi, gitti.. /Ben beklemedim, o da gelmedi
Ölüm gibi bir şey oldu.. /Ama kimse ölmedi.”
İsmet Özel’i şiiriyle birlikte aforoz ettiyseniz… Genç ölümlerin uzun yıllardır kol gezdiği bu ülkede “otların sarardığı yerlerde güneş, /kurşunun değdiği tende heves kaldığını” bilemezsiniz.
Damdan düşen küçücük kuşun bile, aslında ölümün sarışın bir yürüyüşü olduğunu hiç düşünmezsiniz belki.
Zira dünyamızı demeç gibi saran kelimeler hayatı, ötesi an’ı hissetmemize, kavramamıza, içimizde “yaşamamıza” ve başkasına yaşatmamıza kifayet etmez.
Sezer ya da anlarız da biraz, eksik kalır bir şeyler…
İşte tam bu noktada şiir, şiir gibi romanlar, filmler girer devreye; sözün, anlatımın, algının tıkandığı yerde, gönül açar.
Gönül gözünü de açar, gözü de…
Yaşadığımız evin bahçesi var.
Bakar dururum… Gündüzü gecesi, farklı mevsimleriyle başlı başına bir şiir imkânı gibi gelir bana.
O bahçenin, o gündüzün, o gecenin, o mevsimin ve bunların hepsiyle cümbür cemaat bahçeye bakan o hâlimin, yüzlerce dizesi olduğunu bilirim.
Bahçeye ilk önce bir ceviz fidanı dikmiştim.
Seçimimde Nazım Hikmet’in de, çocukluğumun, ilk gençliğimin “taze ceviz zamanları”nın da payı olmuştu elbet.
Ceviz ağacımız, 4 yaşına bastı.
“Budak budak, şerham şerham” değil henüz.
Olsun, ben büyüdüğünün farkındayım.
Bakıyorum da şöyle bir duruşuna… Belki o da farkında.
Ve anlıyorum bir kez daha:
“Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum.” (3)
BİR FİLM-BİR REPLİK
SONSUZ ŞİİR
“Bana hiçbir şey vermeyerek, herşeyi verdin.
Beni sevmeyerek, sevginin ne kadar gerekli olduğunu öğrettin.
Tanrıyı reddederek, bana hayatın değerini öğrettin.
Şiirin artık var olmadığı bu dünyaya katlanabilmem için bana güç verdin.”
Alejandro Jodorowsky – “Poesía sin fin (Sonsuz Şiir)”
(1) “Ölmüş”e kerhen/siyaseten rahmet okuyan, kürsüsünden onun şiirlerini seslendiren iktidara/muhalefete de itibar etmeyin. Sadece şu soruyu sorun kendinize: “Yaşasaydı, yazsaydı, konuşsa, söylenseydi… Akıbeti bugün de benzer olmaz mıydı?”
Şaire iade-i itibar filan diyerek dizeler okumak, hariçten gazel bir yana, öyle bir düzene kapalıysan maval okumaktır.
(2) Aşırı politizasyon, aktüel siyaset ve sığlaşmaya dair Gürbüz Özaltınlı’nın Serbestiyet’te yayınlanan “Kültür Üzerine” yazısını sindire sindire okumanızı kuvvetle tavsiye ederim.
(3) Orhan Pamuk – Benim Adım Kırmızı