Film, Gustav Klimt’in ünlü “The Kiss” tablosuyla açılır.
Sert, köşeli çizgiler, geometrik desenlerle sembolize edilen erkek, kadını sımsıkı avuçları arasına hapsederek öpmektedir.
Kadın ise yumuşacık çiçek figürleriyle ilkbahar gibi ve ellerinin, yüzünün duruşu-ifadesiyle tereddütlü bir teslimiyet (sanki pasif bir direniş) içinde resmedilmiştir.
İkisi de uçurumun kıyısındadır.
Fonda Tom Waits’in “An Invitation to the Blues (Hüzne Davet)” şarkısı çalmaktadır.
Şarkının sözleri, “hüznü kabul”le noktalanır.
25 yaşındaki bir kadınla bir erkeğin ilişkisini anlatan filmi sadece rahatsızlık duyarak değil, ona düpedüz maruz kalarak izliyorsunuz.
Zira ilişkileri, “aşk bir duygu bozukluğudur” meselinin çok ötesinde.
Alex’in bencilliği, tacizkâr-takipçi (stalker) kıskançlığı, kibirli, saplantılı tutkusu, bariz “sahip olma” baskısı karşısında, Milena defalarca kendini anlatmaya çalışıyor:
“Beni olduğum gibi kabul etmelisin, kendim olmalıyım.
Kendi hayatımı, kendime ait zamanımı istiyorum. Sen bunun en büyük parçasısın, seni çok seviyorum.
Ama sen bana sahip olmak istiyorsun. Ben senin ya da başkasının bana sahipmiş gibi davranmasını istemiyorum.”
Milena için kâbusa dönüşen ilişkileri, Alex’in adım adım açığa çıkan arızalarının -dilin ucuna gelen tabiriyle- “hasta pislik”e dönüşümünü de ortaya koyuyor.
Genç kadının intihar girişiminin vesilesi, seyircisi oluyor Alex.
Psikiyatrist üstelik, ne yaptığının tamamen farkında.
Ölümcül dozda ilaç alan genç kadının telefonu üzerine önce bir bara gidiyor, çıkınca saatine bakarak arabada zaman geçiriyor. Neden sonra sevgilisinin evine giriyor.
Yerde yatan, bilincini yitirmek üzere olan Milena’yı seyrediyor uzun uzun.
İntiharı “cinayet”e dönüştüren seyirciliğinin yerini, bir katilin iz bırakmama, polisi yanlış yönlendirme titizliği alıyor bir süre sonra.
Saatlerce oyalanıyor, kadının hastanede geri döndürülemeyecek aşamaya gelmesini bekliyor.
Gözbebeklerine bakıyor, çakmağıyla kadının ayak reflekslerini ölçüyor. Bıçak gibi soğukkanlı…
Hatta Milena son gücüyle yardım istemek için telefona uzanmaya çabaladığında telefonun fişini çekiyor.
Komanın ilk aşamasındaki kadına tecavüzü ise, izleyiciyi kelimesiz bırakıyor.
Bağrımızdan doğan, gerçek hayata da yansıyan “film”lerimizdeki “Ya benimsin, ya toprağın” nidası, -tema ondan ibaret olmasa da- bir İngiliz filminde de karşımıza çıkmıştır.
Milena ölüme giderken Alex’in sözleri, dışarıdan pek göze batmayan ağır arızalarının ana kaynağını da özetliyor:
“Kendini sadece bana ait hissedebilseydin, yapabilirdik.”
Kanunen karşılığı, yaptırımı olamayan büyük kötülükler hakkında da fikir veriyor film.
“Ah, kanunlar” diyor olayı araştıran dedektif, “Böyle mevzularda olması gerektiği kadar açık değil”.
Milena’nın Alex’e yazdığı not da, –eğer mümkünse- bir ilişki rehberinin derin ve tartışmalı paragrafına vecize:
“Keşke beni daha az anlayıp, daha çok sevseydin. Keşke tanımlamaya çalışmayı bıraksaydın.”
Yazımın omurgasını oluşturan sahneleriyle özetlemeye çalıştığım film, İngiliz yönetmen Nicolas Roeg’in 1980 yapımı “Bad Timing: A Sensual Obsession”.
Sinema dünyası 2018’de Roeg’in de aralarında olduğu dört önemli yönetmenini yitirdi.
Zihnim, bir yıl geçtiğinde bile solabilen bu bilgiyi, geçen gün Oscar Ödül Töreni’nin “Memoriam” bölümünü izlerken birleştirdi.
Çek Milos Forman 13 Nisan’da 86 yaşında, İtalyan Vittorio Taviani 15 Nisan’da 89 yaşında, İngiliz Nicolas Roeg 23 Kasım’da 90 yaşında, İtalyan Bernardo Bertolucci 26 Kasım’da 77 yaşında hayatını kaybetti.
Dördü de filmlerinde kendi stilini yarattı, ortaya koydu. Kendi oldu, tüm tepkilere rağmen öyle kabullenildi.
Her karesi fotoğraf, her fotoğrafı paragraf, her paragrafı yeni bir hikâye imkânı yaratan filmler kaldı geride.
Vittorio-Paolo Taviani kardeşlerin yazar Luigi Pirandello’dan sinemaya uyarladığı 1984 yapımı Kaos da bunlardan birisi.
Kadını, erkeği, acımasızlığı, vahşeti ama bir yandan da vicdanı, merhameti, derin, kıymetli duyguları, birbirine tutunan beş hikâyeyle –odasına, köyüne alarak- anlatıyor.
İkinci hikâyenin başlığı, Mal Di Luna (Ay Çarpması, Ay Hastalığı-Ağrısı).
Geceyarısına kadar mısır hasadında çalışan annesi oğlunu tarlaya yatırıyor. Bata henüz bebek…
Sabaha kadar tepesindeki “dolunayın tesiri”nde kalan Bata, Ay Hastalığı’na yakalanıyor.
Artık her dolunayda, sadece o gece boyunca sabaha kadar çırpınarak, korkunç çığlıklar atarak o ay ağrısını yaşıyor.
Yalnızsa, dışarıdaysa mesele yok. Kimseye zararı olmamış.
Köyün en güzel kızı Sidora’yla evleniyor.
Ama karısından sakladığı hastalığı, evliliğin 20. gününde ortaya çıkıyor.
Evlilikte duygularını, düşüncelerini gizleyebiliyorsun belki de, nasırını saklayamıyorsun.
Genç kadın annesine koşturuyor; “Beni onunla sen evlendirdin…”
Annenin çözümü ise –meşrebince- hazır:
“Dolunay gecelerinde kuzenin Saro’yla ben de size gelirim. Kocan dışarıdayken Saro seni mutlu eder.”
Sidora’nın gözleri parlıyor. Onun da, köyün yakışıklısı Saro’nun da birbirlerine meyli, yokuş aşağı zaten.
Dolunay gecesi yalnız kalan Sidora ile Saro, bir anda kurtuluyorlar giysilerinden. İkisi de nefes nefese…
Ancak dışarıdan Bata’nın canhıraş, iç yakan çığlıkları geliyor.
Duralıyor Saro… “Yapamam” diyor genç kadına, “Çok acı çekiyor…”
Sidora ısrar ediyor, arzuyla yatağa çağırıyor, zorluyor adamı. Nafile…
“Yardıma ihtiyacı var” diyen Saro, giyinip gidiyor dışarıda çılgınca kıvranan Bata’nın yanına. Onu sımsıkı kucaklıyor, göğsüne yaslıyor.
O temas, o insan sıcağı yatıştırıyor Bata’yı.
Onları sanki utanarak izleyen Sidora da geliyor ve sakinleşen kocasını dizine yatırıyor.
Saro anneye işaret ediyor, “Hadi biz gidelim…”
Bernardo Bertolucci’nin “The Sheltering Sky (Çölde Çay)” filmi de bir evliliğin uzak deplasmandaki hikâyesi.
“Zamanı hiç yokmuş gibi yaşayan” çiftimiz, 10 yıldır süren evliliklerinin (alışkanlıklarının) tıkandığı, kuruduğu yerde, –bir umut- Fas’a, “çöl”e gidiyor.
Orada ne olacağının, ne kadar süreyle kalacaklarının belirsizliği, aralarındaki bir diyalogdan da ortaya çıkıyor:
“Herhalde savaştan sonra buraya gelen ilk turist biziz”.
“Biz turist değil, gezginiz”.
“Ne farkı var?”
“Turist bir yere vardığı anda evine dönmeyi düşünür. Oysa bir gezgin hiç geri dönmeyebilir”.
Lâkin yutkunan, tıkanan ekseri ilişkideki gibi elbette “coğrafi bir sorun”dan kaynaklanmayan beklentileri, birbirine, çevreye yabancılaşan, yalnızlığın, saplantıların, örtülü kıskançlığın, denk düşmeyen şehvetin kol gezdiği evliliklerini onaramıyor.
Sevgi, kendi hâlleri/deyimleriyle “çok sevmekten korkan” insanlar için çare değil, engeldir esasında.
Çölleşen ruhlarına, çölün sonsuzluğu da çare olmuyor.
“Çöl insanı” değiller zira, fark ediyorlar ki her vahaları seraptır.
“İnsanın ruhu, vücudunun en bitkin –ve hüzünlü- parçası” zaten:
“Bilincinin çekirdeğinde sonsuz bir hüzün vardı, ama o hüzün güven verici bir şeydi, çünkü ona tanıdık gelen tek duygu buydu.
Bu buzulsu ölülük mutsuzluğunun temeliydi ama yine de hep o duyguya sarılacaktı, varlığının çekirdeği oydu.”
Milos Forman’ın ruhunu çağırmanın tam sırası.
O ünlü Dangerous Liaisons (Tehlikeli İlişkiler) filminin hemen ardından Forman’ın aynı romandan sinemaya uyarladığı Valmont, aşk, masumiyet, ihanet, tuzaklar, kötülük, bencillik, acımasızlıkla örülü ilişkileri, hovarda erkek-işbirlikçi kadın tiplemesiyle beyazperdeye taşıyor.
Tek mutluluk imkânını, başkalarının mutsuzluğunda bulan insanları…
Repliği mevzumuz açısından özellikle kayda değer:
“Sence benim gibi bir erkek değişebilir mi?”
“Evet değişebilir, daha kötüye gider…”
Forman asi, aykırı, herşeye, herkese rağmen “kendisi olabilen” farklı insanların hikâyelerini, çok yönlü bir sistem eleştirisini taşıdı sinemaya.
Guguk Kuşu’nda bir ruh sağlığı merkezi üzerinden otoriter, baskıcı, tek boyutlu, totaliter anlayışı, sistemleri eleştirdi.
Vietnam özelinde savaş karşıtı Hair filmini, “saray” müziğini, “hükümdar”a, otoriteye biat eden sanatı-sanatçıyı odağına alan Amadeus izledi.
Ragtime’da ırk ayrımını, ötekileştirmeyi caz müziği fonunda ele aldı.
The People vs. Larry Flynt filminde ise sansürü, düşünce-eleştiri-medya özgürlüğünü belki en uç örneğiyle, pornografik Hustler Dergisi’nden hareketle tartıştı.
Dinsel taassubu, inanç ayrımcılığını, dinsel etiketlemenin acımasızlığını, Goya’s Ghosts’da engizisyon üzerinden gündeme getirdi.
Hepsi de bir yerde, erkek egemen dünyaya değdi.
Bu koca yönetmenlerin, koskoca külliyatlarını dışarıda ya da satır arasında bırakıp, ilişkilere dair filmlerini hatırlattıysam…
En sıkı filmlerinin onlar olduğunu düşündüğümden değil sadece.
Evrensel dikkati şu dijital ortamda bile diri tutan ilişkiler üzerinden uyarıp, bu uzun “sinemaskop” yazım bitmeden salonu terk etmenizi önlemeyi de istedim.
Sinema…
Michael Haneke başucu/baştacı yönetmenlerimdendir ama “Kitaplar her zaman sinemadan daha etkilidir; çünkü okuyucuya bir şey göstermez, hikâyeyi kendi hayal gücüyle şekillendirmesine izin verir” sözüne, tam katılamıyorum.
Bilhassa böyle yönetmenlerde, böyle filmlerde…
Zaten Haneke sinemanın da bunu başarabileceğini söyleyen, filmleriyle de bunu kanıtlayan bir yönetmen.
Bu kıyaslaması, tevazudan olsa gerek.
İyi bir filmi, iyi bir kitaba başlar gibi, benzer hissiyatla seyrediyorum.
Bitiyor film… Salondan çıkarken “kitap” devam ediyor hâlâ.
Kitabın yaprakları sokakta, hayatta, aynada çevriliyor.
Hem artık filmlerin sonunda “The End” yazmıyor, fark ettiniz mi?
O “kör kör parmağım gözüne” vurgunun kaldırılma nedeninin sözünü ettiğim bu “devam hâli” olmadığını biliyorum.
Ama nedeninin bu olduğuna inanmak, bana iyi geliyor.
İyi bir film gibi, bitimsiz geliyor.
FOTOĞRAF: Bad Timing filminin afişi ve The Kiss tabl