[6 Ocak 2016] Yaprak Zihnioğlu’na cevaben yazdığım ilk yazının üzerinden, bir iki gün değil neredeyse bir hafta geçti. Gene de kaldığım yerden sürdürmek istiyorum. PKK’nın ideolojisi, hedefleri ve yöntemlerinin “Kürt burjuvazisi”yle açıklanıp açıklanamıyacağı bir yana; beni asıl, Kürt milliyetçiliğinin silâhlı ve şiddete dayalı bir varyantını bu şekilde açıklama arzusunun nereden kaynaklandığı ilgilendiriyor. Bu sorunun cevabını, Marksizmin tarihî ve düşünsel mirasının yeterince düşünülmemiş olmasına bağlıyorum.
(1) Belki en çok kurcalanması gereken, “sınıf” ve “devrim” kavramları. Nitekim Zihnioğlu, PKK’yı “Kürt burjuvazisi”ne bağladığı anda, aslında sınıfsallığı gündeme getiriyor. Sınıfsallık, Marksizmin genel tarihsel sosyolojisi dediğim şeyin köşetaşı. Şöyle diyebiliriz: Marksizm topluma bakınca öncelikle sosyo-ekonomik sınıfları görür; bunları kilit analiz birimi sayar ve belirleyici kabul eder; bu da, sınıfsal belirlenimin mutlaklaştırılması ve evrenselleştirilmesini beraberinde getirir. Zaman içinde bu çizgi hayli yalınkat, indirgemeci, giderek şematik ve dogmatik bir sosyolojiye açıldı.
(2) Fikir tarihinde keşiflerin yol açtığı sıçramalar kadar, o sıçrama momentinde o keşfin mübalağasına da çok rastlanır. Marksist sosyolojinin de çıkış noktasında hem belirli bir tarihsel gelişim ve iki önemli tesbit, hem adamakıllı bir abartı yatıyor. 1770’lerde hız kazanan Sanayi Devrimi, evet, iki yeni toplumsal katmanı sahneye çıkardı ve sosyo-ekonomik anlamda sınıf olarak ipka etti; sınıf olma karakterlerine (classness) netlik kazandırdı. Faraza 1840’ların İngiltere’sinde, yeni sermaye sahipleri sınıfı ve yeni işçi sınıfı, gerçekten birer sınıftı; bu nitelikleri ön plandaydı. Ortak sınıf çıkarları etrafında, sınıf olarak birleşme ve sınıf olarak davranma kapasiteleri, geçmişten ve farklı toplum biçimlerinden çok ileri, bu yönüyle çarpıcı düzeylere ulaşıyordu.
(3) Marx ve Engels bunu hem gördüler, hem çığrından çıkardılar. Bir yandan, kuvvetle altını çizdiler, sanayi kapitalizmine ilişkin kavrayışlarını bu olgusal saptama üzerine oturttular. Diğer yandan, bununla yetinmediler (orada duramadılar); aynı zamanda (a) bütün bir tarih, ekonomi, toplum ve siyaset teorisine; (b) bu teoriye eklemlenmiş bir devrim ve insanlığın geleceği projesine temel yaptılar.
(4) Bu sıçramanın ikinci ayağını, Fransız Devrimini okuyuş biçimleri oluşturdu. Özellikle Marx, devrim/ler konusunda öyle çok fazla tarihî vakadan yola çıkmadı; esas olarak Fransız Devrimiyle yetindi ve bu dev olayı teorileştirme, daha doğrusu aşırı-teorileştirme yoluyla bir kurgu yarattı. Gerek (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın (1859) ünlü “Önsöz”ünde önerdiği) genel devrim modelini, gerekse (bu çerçevede) “burjuva devrimi” kategorisini, 1789 örneğinden çıkarsadı. İnsanlık mutlak surette devrimlerle ilerliyor; bu devrimler her toplumun kendi içinden (üretici güçler ile üretim ilişkileri ve bir bütün olarak ekonomik temel ile üstyapı arasındaki çelişkilerden) fışkırıyor; bu çelişkiler belirli sosyal sınıflara yansıyor; dolayısıyla her devrim belirli bir sınıfın damgasını taşıyor; nitekim Fransız Devrimi burjuvazinin monarşisi ve aristokrasisiyle feodalizmi yıkmasını ifade ediyor; bu devrimin “burjuva” niteliği, gelişmekte olan sanayi kapitalizminin yarattığı o iki temel sınıftan hareketle, bir sonraki devrimin “proleter” karakterini haber veriyordu.
(5) “Sınıf” ve “devrim” kavramlarının bu şekilde birleştirilmesi ve içiçe geçmesi, tarihsel materyalizmin temel kurgusunu belirledi. Artık herşey sınıftı, sınıfsaldı. Bir yandan (i) sınıflar ve sınıf mücadelesi (uygarlığa geçişten itibaren) bütün tarih boyunca mevcuttu. (ii) Bu sınıflar herhangi bir topluma içseldi; o toplumsal formasyonun içinden ve özellikle ekonomide türemeleri (türemiş olmaları) icap ediyordu. Diğer yandan (iii) zaman içinde herhangi bir noktada, toplum yaşamındaki istisnasız bütün olguların — “ekonomik temel” üzerinde yükselen “üstyapı”ların, bu meyanda devletin, hukukun, kültür ve sanatın, keza bütün fikirlerin, ideolojik akımların, nihayet devrimlerin — artık bir “sınıf karakteri” vardı; daha doğrusu, böyle bir “sınıf karakteri” bulunmak, gösterilmek ve herhangi bir olay bu yolla açıklanmak zorundaydı.
(iv) Daha net bir ifadeyle, eğer belirli bir dönemde, belirli bir toplumsal ortamda birtakım ideolojik, siyasî, kültürel vb fenomenler gözleniyorsa, bunların “maddî-sosyal temeli”ni meydana getirmesi gereken sınıflar, her nasılsa o toplum içinde önceden vücut bulmuş olmalıydı. Örneğin herhangi bir fikrin varlığı sırf dışarıdan girmiş olmasıyla açıklanamazdı; içeride kendisine bir temel bulmuş olması ve o temelin de sınıfsal olması gerekirdi. Dolayısıyla o sınıfı reel olarak göremiyorsak da, söz konusu siyasal akıma ya da fikir veya kültür parçacığına, gene de “doğru” (yani olması gereken) “sınıfsal karakter”i izafe edebilirdik.
(v) İnsanlık tarihi giderek daha ileri ve yüksek üretim tarzlarına, nihaî olarak da kapitalizmden sosyalizme ve bütün sınıf farklarının ortadan kalkmasında doğru akıyordu. (vi) Bu çerçevede, her sınıf kendi tarihsel gelişimi içinde bir aşamada “ilerici” ve sonra “gerici” davranış gösterebilmekteydi. (vii) Dolayısıyla kesitsel olarak düşünürsek, zaman içinde herhangi bir noktada, herhangi bir toplum içinde “gerici” ve “ilerici” sınıflar yanyana bulunabiliyor; bu, belirledikleri ve hayat verdikleri düşünülen bütün diğer “gerici” ve “ilerici” olguların da yanyana bulunması anlamına geliyordu. (viii) Marksistler sadece “gerici” sınıflara karşı ve “ilerici” sınıflarla birlikte olmakla kalmamalı; “gerici sınıf karakteri”ne sahip bütün olgulara da karşı ve “ilerici sınıf karakteri”ne sahip bütün olgulardan yana tavır almalıydılar.
Özetle (ve Oya Baydar’ın 1970’lerde klişeleştirdiği bir deyimle) “sınıf anahtarı” olmaksızın adım atmak mümkün değildi. Bize herşeyin doğrusunu “sınıf anahtarı” veriyor; iç ve dış siyasette yanılmamanın sırrını “sınıf anahtarı” sunuyordu. Daha net söylersek, ideoloji kertesinin de, politika kertesinin de (“göreli” dahi denebilecek) herhangi bir özerkliği söz konusu değildi. Sınıfsal kimlik ve belirlenimlere bakmak yetiyordu. Böyle kaba bir ekonomizm ve sosyolojizm söz konusuydu.
(6) Bu paradigmada çeşitli sakatlıklar başından beri mevcuttu. İşin kökenindeki o en büyük depremi, Fransız Devrimini alalım. Doğru; devrim hanedan devletini yıktı; “feodalizm” denen Ortaçağ kalıntısı bütün kural, âdet, vergi ve ayrıcalıkları 4 Ağustos 1789 gecesi bir çırpıda feshetti; soyluluğun derebeylik haklarını ve Katolik ruhban sınıfının topladığı vergileri kaldırdı; kanun önünde eşitliği getirdi; giderek Birinci Cumhuriyeti ilân etti. Özetle, modern bir toplumun temel hukukî ve kurumsal yapısını yarattı. Ama birincisi, buna “burjuva toplumu” demek ne kadar doğruydu? Aslına bakarsanız bu, o sırada (Fransa’da değilse bile İngiltere’de) sanayi kapitalizminin de gelişiyor ve karakteristik sınıflarını yaratıyor olmasının bir ülkeden diğerine aktarılmasını “makul” kıldığı bir yakıştırmadan ibaretti. Keza, tarihte üretim tarzlarının geriden ileriye birbirini izlemesi ve böyle her bir üretim tarzının (veya toplum biçiminin) belirli bir sınıfın hâkimiyet düzenine karşılık gelmesi teorisinin bir icabıydı.
İkincisi, doğrudan doğruya Fransız Devriminde, neredeydi bu “burjuvazi”? Marksist şemaya göre devrimden önce gelişmiş olması gereken kapitalizm neredeydi ve doğurmuş olması gereken burjuvazi neredeydi? Marx’ın okuduğu (Guizot, Thiers ve Thierry gibi) yüzyıl ortası Fransız tarihçilerinin söz ettiği “orta sınıflar” dışında, kimse göremiyor ve gösteremiyordu, Fransız kapitalizmi ve burjuvazisinin 1789 öncesi varlığını. Zaten Marx’ın kendisi de bu yüzden, kapitalizmin ekonomik gelişmesine İngiltere’yi ve politik gelişmesine Fransa’yı örnek gösterirken, aslında bu ikisinin birbirini tutmadığını (yani Fransa’da “burjuva devrimi”ni temellendiren bir kapitalizmin olmadığını, İngiltere’de ise kapitalizmin ister “burjuva” ister “proleter” herhangi bir devrime yol açmadığını) hem itiraf etmiş, hem biraz el çabukluğu marifet, aforizmatik bir şekilde gözlerden saklamış oluyordu.
1950’ler ve 60’larda Georges Lefebvre ve Albert Soboul’un ellerinde gelişen “Fransız Devriminin sosyal yorumu,” yukarıda sözünü ettiğimiz zaaflarına karşın, İkinci Dünya savaşı sonrasında Marksizmin kazandığı genel prestij ve Batı’nın akademik hayatında edindiği yarı-hegemonik konum sayesinde, 70’ler ve 80’lere kadar varlığını korudu. Ancak Sovyetlerin çöküşü ve Marksizmin eski manevî ağırlığını yitirmesiyle birlikte, ampirik tarihçiliğin yeni kuşakları tarafından olgularla desteklenmeyen salt teorik bir konstrüksiyon olarak didik didik edilmeye başladı. Devrim öncesi bir kapitalizmin ve burjuvazinin varlığı artık hiç savunulamaz hale geldi. O kadar ki, çağdaş tarihçilikte “burjuva devrimi” kavramı sadece Fransız Devrimi açısından değil, daha genel bir kategori olarak da terkedilmiş bulunuyor.
(7) Türkiye’de ciddi bir Marksist tarihçilik hemen hiç olmadı. 1960’lar ve 70’lerin sol fikir ve akımları, o yılların kendi hengâmesi içinde, daha çok aşırı-politize edilmiş fraksiyon amatörlüklerini besledi. Bir yandan, üniversiteye intisap etmiş bazı genç heveskârlar, alelacele evrensel tarih şemaları kaleme almaya kalktı. Diğer yandan, bazı örgütlerin resmî “doğru Marksizm” tercihleri, Türkiye’nin yakın tarihini ortodoks şablonlara sığdırma çabasına yol açtı.
Bunun karikatür düzeyinde bir tezahürü, Kemalist Devrimin önderliği etrafında kopan kavgalardır. Bugün geriye baktığımızda, bir bardak suda fırtına desek daha doğru olur. Sorun şuydu: Jön Türk Devriminin ve sonra Millî Mücadelenin başını çeken toplumsal kesim veya zümreye ne diyeceğiz? Doğan Avcıoğlu, örneğin, “asker-sivil aydın zümre” adını verdi. Avcıoğlu’nun buradan hareketle oluşturmaya çalıştığı (Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’ların da paylaştığı) darbeci kurgular bir yana; bir gözlem ve saptama olarak çok yanlış da değildi. Zira İttihatçı ve sonra Kemalistlerin sosyolojik tabanında yer alan profesyonel subay ve bürokratlar, ekonomi (üretim ve mülkiyet ilişkileri) üzerinden değil, devlet (eğitim ve öğretim) üzerinden vücut bulmuş ve enikonu bir sınıf halini almışlardı.
Ne ki, hayatın gerçekliğine yakın düşen bu niteleme, benim de o zamanlar içinde olduğum sıkı “Marksist-Leninist ve hattâ Maoist”lerin (bu bir 12 Mart TRT deyimidir) teori fetişizmine o kadar yakın düşmüyordu. Bir kere, böyle sınıf olmazdı (sınıf dediğin ekonomiden fışkırmalı ve mülkiyet ilişkilerinde yer tutmalıydı). İkincisi, devrim sınıfsız olmazdı. Oysa 1908 ve sonra 1919-1923, enikonu devrimdi ve “anti-emperyalist, anti-feodal” diye tarif etmeyi yeğlediğimiz (parçalanıp sömürgeleştirilme tehlikesini önleyen, saltanat ve hilafeti ilga eden, ulus-devlet kuran ve modernleşme reformlarını hızlandıran) özellikleriyle, en çok Marksizmin “burjuva devrimleri” kategorisine uyuyordu (sokulabilir gibi duruyordu). Ama eğer “burjuva devrimi” denecekse bir “burjuvazi” de mevcut sayılmalı, yani eninde sonunda bu devrimler “milli burjuvazi” tarafından yapılmış olmalıydı. En ufak bir ampirik çalışma ve araştırmaya yer vermeyen bu apriorist lâf ve kavram hokkabazlığının geldiği yer, teorik doğruculuk gereği İttihatçı ve Kemalistlerin “asker-sivil aydın zümre” değil “millî burjuvazi” diye tanımlanması oluyordu.
(8) Her resmî ideolojiye aidiyet gibi, Marksist “sınıf” ve “devrim” vurguları da kendi fanatizmlerini, dolayısıyla ikiyüzlülüklerini yarattı. Bu faslı, şimdi hatırlaması hem komik hem acı gelen kişisel bir anekdotla bitireyim. Merak etmeyin, eninde sonunda sınıf indirgemeciliğine bağlanacak. 1972-73 yılları Mamak Askerî Cezaevi, Arka Hücreler. Radyo var; arada sırada klasik müzik de çalıyor. Ben de içten içe deli oluyorum, biraz olsun kulaklarımın pası gitsin diye. Ama yok, diyelim Verdi’nin Aida’sından Zafer Marşı’nın sadece başı, ya da Smetana’nın Moldau’sundan bir bölüm duyulmaya görsün; proleter devrimcilik yarışındakilerden biri hemen gelip kapatıyor; gerekçe, “burjuva müziği” kafamızı şişirmesin. Zira dinlenmesi gereken, halk türkülerimiz — Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu. Ruhumuzu onlar sağaltacak, kollektifi birbirine sımsıkı bağlayacak, devrimci değerleri ayakta tutacak.
Fakat derken, derken… Pekin Radyosu yetişiyor imdadıma! O yıllarda Çin’de ilk hızını kaybeden Büyük Proleter Kültür Devrimi insanları bıkıp bezdirdikçe, ufak ufak klasik müziğe açılma da başlamış. Ama tabii ÇKP’nin reformcu kanadı da bunu kendi şahinlerine bir şekilde kabul ettirmeye muhtaç. Doğrudan klasik müzik güzeldir, zengindir; Batı kültürü de tanınmalı ve öğrenilmelidir, diyemiyorlar (henüz). Onun yerine, önce açıklamalı “program müziği” örnekleriyle başlıyor; faraza Beethoven’ın Fırtına sonatını çalıyor ve “yükselen burjuvazinin genç ve devrimci çağı” diye yorumluyorlar. Eh, akan sular duruyor tabii bu yaklaşım (ve ardındaki siyasî otorite) karşısında. Öğreniniz de geliniz; gördünüz mü, demek genel olarak “burjuvazi” başkaymış, “genç ve devrimci burjuvazi” başka. Neyse ki bu kategorinin uygulanabilirlik alanı çok geniş. Bırak şimdi Brahms sonrasını, Mahler’i, Richard Strauss’u, Stravinsky’yi vb. Tut ki onlar “dejenere” olsun. Beri yanda, “kapitalizmin ve burjuvazinin gelişimi”ni tâ 17. yüzyılda İtalya’dan başlatıyor ve sonra kuzeye, Felemenk ve Almanya’ya çıkıyorlar ya… Daha ne isterim; bu, Vivaldi’den Bach’a kadar bütün İtalyan ve Alman Barokunu, tereddütsüz Haydn, Mozart ve Beethoven’i, üstelik Schubert, Schumann ve Choin gibi bütün “devrimci Romantik”leri toptan kurtarmayı sağlıyor.
Böyle hazin sahneler, solun kimsenin hatırlamak istemediği geçmişinden… Milliyetçilik konusuyla devam edecek ve bitireceğim.