[10 Haziran 2017] Dış politikada “kolay benzetmeci,” hattâ “allegorik” diyebileceğimiz bir yaklaşımın hatâsı, sadece ABD ve Trump örneklerinde değil, son İngiltere seçimleriyle de ortaya çıktı. Muhafazakâr Başbakan Theresa May’in erken seçime gitme gerekçesi, parlamentodaki çoğunluğunu arttırmak ve AB ile Brexit görüşmelerine daha güçlü bir konumda girebilmekti.
Tam tersi oldu. 8 Haziran Perşembe günü yapılan oylamada Muhafazakâr Parti 13 iskemle kaybetti ve 318’de kaldı. İşçi Partisi’nin iskemle sayısı ise 30 artışla 262’ye çıktı. Böylece Muhafazakârlar, toplam 650 üyeli Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Parlamentosu’nda mutlak çoğunluk için gerekli 326 sayısının 8 altında kaldı. Böylece Theresa May, atasözündeki gibi “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu.”
Gerçi Muhafazakârlar, Kuzey İrlanda’nın aşırı sağ, tutucu görüşleriyle ünlü Demokratik Birlikçiler Partisi’nin (DUP, Democratic Unionists) 10 milletvekili sayesinde dışarıdan destekli bir azınlık hükümeti kurabilecek. Ama bu, Tory’lere toplam 328 milletvekili gibi çok küçük (ve her oylamada sallantıya girebilecek) bir çoğunluk sağlıyor. Karşılarında ise “ortanın solu” diyebileceğimiz, neredeyse yakın büyüklükte bir cephe var: İşçi Partisi + İskoç Milliyetçileri + Liberal Demokratlar, 262+34+12= 308’i; (Galler Bölgesi’nden) Plaid Cymru ve Yeşillerle birlikte 310-311’i bulmakta.
Bu gelişme, İngiltere’de çok geniş kesimlerin beklenmedik Brexit şokundan duyduğu hoşnutsuzluğu yansıtıyor. Üstelik, unutmayalım ki bu kesimler şimdiki “ortanın solu” mevzilenişiyle de sınırlı değil. Brexit kampanyası sırasında Muhafazakâr Parti de ikiye bölünmüş, zamanın başbakanı David Cameron dahil bir kesimi AB’de kalmaktan yana tavır koymuştu. Buna karşılık, sonuçları iyi düşünülmemiş bir heves ve ânî karar dalgası yaratmıştı, “çıkalım” fikri. Öyle ki, sürpriz sonuçtan pek çok insan rahatsız oldu ve pişmanlık duydu. “Eyvah, biz ne yaptık” havası dalga dalga yayıldı. Şimdi bu reaksiyon satha çıkıyor ve Muhafazakârların Avrupa’ya sırtını dönüp Trump’la sınırlı bir Atlantikçiliğe bel bağlayan dar kafalılığını köşeye sıkıştırıyor. Önümüzdeki yıllarda Brexit’in bedelleri netleştikçe (küreselleşmenin bedelleri var da Brexit’in bedelleri yok mu?) bu reaksiyonun daha da güçlenmesi kaçınılmazdır.
Geriye dönelim. Neredeyse tam bir yıl önce, yani 2016’nın 23 Haziran’ında İngiltere yüzde 48’e karşı 52’yle Avrupa Birliği’nden ayrılmaya karar verdiğinde, bu beklenmedik sağ popülizm yükselişi, AK Parti içinde veya etrafında yer alıp “millî ve yerli” bir çizgi izlemeyi Türkiye’yi Batı’dan iyice koparmak biçiminde yorumlayan bazı çevrelerde düpedüz sevinçle karşılanmıştı.
Bu kesimlere göre, “liberal” küreselleşme iyi bir şey değil, ya da kısmen iyi kısmen kötü sonuçları olan bir şey bile değil, baştan aşağı kötülük demekti. Her ülke ve bu arada Türkiye, “ya küreselleşmeden, ya ulus-devletten yana olmak” gibi bir ak-kara tercihi, 1-0 ikilemiyle yüz yüzeydi. Bu hayli kaba ve seviyesiz neo-İttihatçı zihniyetine göre, birincisi, sanki küreselleşme objektif bir sosyo-ekonomik süreç değil de sübjektif bir tercihten ibaretti. İkincisi, bu ikisinin arası olamaz, örneğin ulus-devletlerin varlığı ile küreselleşme dalgası arasında yeni dengeler, modus vivendi’ler kurulamazdı. “Küreselleşmeden yana” (?) olmak, aynen 20. yüzyıl başlarındaki İttihatçı vizyonunda olduğu gibi, kökü dışarıda liberalizmdi, kozmopolitizmdi, (Berna Moran’ın ümlü bir yazısının başlığıyla) “alafranga züppelikten alafranga ihanete” giden yolda bir tezahür veya merhaleydi. Buna karşı, sanki hiçbir uzlaşma aramadan, bütün güvercinleri öldürüp (veya kovup, susturup) sırf alabildiğine şahin tavırlar alarak; “ulus-devlet” mevzilerini tahkim edip siperleri olabildiğince derin kazarak ve içine girerek direnmek mümkündü.
Bu alabildiğine sığ ve katı zihniyette olup, burnunun ucunu göremeyen ya da iki adım sonrasını düşünemeyenler için, yeryüzünün çeşitli köşelerinde ve hele Amerika veya İngiltere gibi Batı kapitalizminin başını çeken ülkelerde sağcı, popülist milliyetçiliklerin yükselmesi kötü değil iyi bir şeydi. Birincisi, (kendi kanaatlerince) Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da sloganlaştırıp izlediği “millî ve yerli” çizgi de aynı şeydi; anti-küresel, anti-emperyalist bir ulus-devlet savunusuydu. Dolayısıyla ABD’de Trump, İngiltere’de Brexit’çiler, Rusya’da Putin ve Çin’de Zi Cinping (Xi Jinping) ile birlikte Türkiye’de Erdoğan, hep üç aşağı beş yukarı aynı fenomeni temsil ediyor, aynı kategori içinde yer alıyordu. İkincisi, (gene kendi kanaatlerince), bu tavır (o ân için Brexit tavrı diyelim) Türkiye için hem izlenecek bir örnek ve modeldi, hem bir moral kaynağıydı, hem de Türkiye’nin ait olması gereken doğal ittifaklar manzumesini oluşturuyordu. Gün Brexit’te somutlanan milliyetçi şahlanışların günüydü; önümüzdeki yıllar her yerde “ulus-devlet yanlıları”nın olacaktı. Üçüncüsü, ye herrü ya merrü yaklaşımları içinde bunun AK Parti’ye ve Erdoğan’a ne büyük bir kötülük olduğunu akıllarına bile getirmiyorlardı.
Hemen o sıralardaki bir Serbestiyet yazımda kaydettiğim gibi, AK Parti’ye tutunmaya çalışan gizli bir ulusalcılık varyantıydı bu; AKP dışından, Vatan Partisi’nin temsil ettiği Türk nasyonal sosyalistleri ve ordu-bürokrasi içinde varlığını koruyan Kemalist kadrolar, AKP içinden ise bu örtülü ulusalcılık dogmatikleri, “millî ve yerli çizgi” formülünün en aşırı sağ kanadı ve yorumunu temsil ediyor; AKP’yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, Batı’nın somut konulardaki haksızlıklarına karşı somut mücadeleler verme ölçülülüğünden çıkarıp Avrasyacılığın genel ve kategorik Batı düşmanlığına çekmeye çalışıyorlardı. Brexit’le “kazandık” diye bakıyorlar; ABD’de de Trump’a daha o zamandan dört elle sarılıyor ve yaklaşan zaferini selâmlamaya hazırlanıyorlardı.
Nitekim o, yani Trump da kazandı ve selâmladılar da. Selâmladılar ve Türkiye’nin hele Ortadoğu’da, Suriye’deki bütün umutlarını Trump’a bağladılar. Üstelik, özellikle Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında kolay ve ucuz paralellikler çizdiler; Erdoğan’ın ve AKP’nin vesayet rejimine karşı mücadelesi ile Trump’ın ABD’deki konumunu bir ve aynı görmeye-göstermeye kalktılar.
Peki, 23 Haziran 2016 Brexit oylamasından bir yıl, 8 Kasım 2016 ABD başkanlık seçimlerinden yedi küsur ay sonra bugün, gerçek durum nedir? Açık ki bu gizli-ulusalcı tahlil, yarattığı bütün sahte umut ve beklentilerle birlikte, her yerinden tel tel dökülmekte. İngiliz seçimleri Brexit reaksiyonunun ne kadar yüzeysel ve geçici olduğunun altını çizdi. Amerika’da ise Trump’ın durumu büsbütün felâket. Yeni ABD yönetimi, bırakın Obama’nın hatâlarını düzeltmeyi, geçmişten hiç ders çıkarmamışçasına Ortadoğu’yu daha yıkıcı seferberliklere ve mezhep savaşlarına sürükleme peşinde. Bu karar ve politikalar Türkiye’ye çok büyük zarar vermeye aday. Her ikisine karşı ise, Fransız-Alman (Macron-Merkel) önderliğinde yeni bir Avrupa ve AB direnişi uç veriyor.
Kapitalizm hiçbir zaman dikensiz bir gül bahçesi olmayacak; hayali kurulan Altın Çağ asla gelmeyecek. Küreselleşmenin beraberinde getirdiği yeni eşitsizlik ve olumsuzluklara karşı mücadele, uzun sürecek ve elbette bağımsız bir kafa gerektirecek. Ama küreselleşmeyi yok saymak da mümkün olmayacak. Zararları nasıl minimize edilebilir? Yararları nasıl maksimize edilebilir? Türkiye bu soruların cevabını Batı’ya düşman kesilerek, Batı’dan koparak ve topyekûn karşısına geçerek değil (ki en büyük felâket bu olur), son tahlilde Batı içinde ve Batı’yla birlikte arayacak. Batı’nın da her şeye rağmen görece en itidalli ve dengeli kesimini Avrupa ve AB meydana getirecek.