Ana SayfaYazarlarBurhan Kuzu’dan bir taksi şoförüne

Burhan Kuzu’dan bir taksi şoförüne

 

[1 Ocak 2018] 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin üzerinden bir buçuk yıl geçtiği halde OHAL kalkmadı ve kalkacağa da benzemiyor. Hükümet parlamentodaki çoğunluğunu Meclisi çalıştırmak için değil, Meclisi çalıştırmayıp ülkeyi ilgili ilgisiz her konuda OHAL’in sağladığı  olanaklarla yönetmesine yönelik eleştirilere kulak asmamak için kullanıyor.

 

En son, 696 sayılı “torba” KHK’nın 121. maddesi, bu açıdan yeni ve kanımca vahim bir adım oluşturdu. Söz konusu madde, “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın, 15 Temmuz darbe girişimi ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişilerin” hiçbir hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğunun olmayacağını belirtiyor.

 

Burada çok kritik bir husus, 15 Temmuz’un “devamı” için herhangi bir sürenin gösterilmemesi. Kanun tekniğinde böyle bir belirsizlik olamaz — olmaması gerekir.  Tehlikeli, çünkü madalyonun diğer  yüzünde, siyaset sahnesi böyle kavramları çığrından çıkarma çabalarının örnekleriyle dolu. Faraza 1915 Ermeni soykırımına bir yaklaşım, “inkâr devam ettiği sürece soykırım da devam ediyor demektir” şeklinde. Bana göre tamamen zırva bir abartı. Aralarında ideolojik bir köprü de olsa, birbirinden farklı iki olay söz konusu. Soykırımın kendisi (zamanı, mekânı, dürtüleri ve failleriyle) başka; yıllar sonra oluşturulan ve sürdürülen inkârcılık ise (keza, zamanı, mekânı, dürtüleri ve failleriyle) gene başka. Biri 1915’te; diğeri 1920’ler veya 30’lardan günümüze uzanıyor. Ayrıca biri, 1948 sonrası uluslararası hukuka göre suç; diğeri herhangi bir anlamda suç değil, olsa olsa siyasî ve ahlâkî bir hatâ. Ama işte tam bu nedenle, Ermeni milliyetçiliğinin (Daşnak ve sair) en aşırı rövanşist kesimleri, günümüz inkârcılığını “yanlış” kategorisinden çıkartıp “suç” kategorisine sokmak, dolayısıyla Türkiye’yi bugün bile ve blok halinde “soykırımcı” diye yaftalamak için, bu uzatma veya ekleme, yapıştırma, zamansızlaştırma ve mutlaklaştırma demagojisine başvuruyor. (Sonuçta bakıyorsunuz, 2007’de Hrant Dink’in öldürülmesi de “1915+1” sayılıyor. Ve tabii, inkârcılığın soykırımla bir tutulmasındaki maksimalizm, belki de gizil amacına ulaşıyor; olanca kahhar ve üsttenci suçlayıcılığıyla, günümüzde inkârcılığa karşı kazanıcı, birleştirici ve ikna edici bir mücadeleyi imkânsız hale getiriyor.)

 

KHK 696’nın 121. maddesi böyle kaldığı sürece, 15 Temmuz’un “devamı niteliğindeki eylemler”  ibaresinin de benzer bir genişlikle yorumlanması ihtimali yok sayılamaz. Yarın öbür gün, bakarsınız Türkiye’de Gezi benzeri gösteriler tekrar başgösterir. Bu ne bir tehdit, ne bir öngörü; sadece bir olabilirlikten ibaret. Olmaz diyemeyiz; toplum bu — son derece karmaşık, pek de anlamadığımız ve öngöremediğimiz bir varlık. Birileri de çıkar; bu protestoları bir istikrarsızlaştırma girişimi, dolayısıyla mutasavver bir darbeye ortam hazırlama çabası, dolayısıyla 15 Temmuz’un “devamı niteliğindeki eylemler” olarak niteler. Bunun üzerine karşı görüş ve duruştaki kesimler (meselâ İran’ın şimdi sokaklara dökülen halkı “demir bir yumruk”la tehdid eden Devrim Muhafızları’nın, ya da Lübnan, Irak ve Suriye’ye hükmeden milislerin  bizde oluşabilecek muadilleri, ki böyleleri var zaten) “resmî bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına bak[ıl]maksızın” harekete geçer — ve durum hızla dejenere olur. Vigilantism veya “fedailer yönetimi” başlar; toplumsal barış bağları çözülür; şiddet dalgaları çığ gibi büyür; ülke bir kan banyosuna sürüklenir. 

 

Böyle bir tehlike hiç yok diyebilir misiniz? Kimse diyemez bunu; tarihin hiçbir dönemi ve coğrafyasında, hiçbir insan topluluğu için böyle bir kesinlikten söz edilemez. Öyleyse bunun önünü daha baştan almak gerekir. Bu da 121. madde metninde çok küçük bir değişiklikle yapılabilir. Gelen itirazlar karşısında AKP sözcüleri günlerdir “maddenin yalnızca 15 Temmuz ve 16 Temmuz 2016’da yaşanan olayları kapsadığını” söylüyor. Madem öyle, buna uygun bir ifade düzeltmesi yapıp her türlü şüpheden kurtulmak, hükümetin kastına aykırı bir tâviz anlamına gelmez ve hiç de zor olmasa gerektir.

 

Ama o zaman (1) (Muharrem Sarıkaya’nın bir yazısındaki ifadeyle) “AK Parti’nin hukukçu milletvekillerinin, KHK’nın 121’inci maddesinin yazım diline tepkili olduğu söylenen ağırlıklı bir bölümü”nün de niçin esamesi okunmuyor bu konuda? (2) Abdullah Gül’ün benzer doğrultudaki, ölçülü ve mutedil eleştirisine gösterilen aşırı tepkinin nedeni nedir? (3) Başbakan Binali Yıldırım niçin “Hiçbir düzeltme yapılmayacak” noktasında ısrarlı? En önemlisi (4) AKP milletvekili (ve Anayasa Hukuku profesörü) Burhan Kuzu’nun twitter’daki yalpalaması nasıl yorumlanabilir?

 

Bilindiği gibi Burhan Kuzu, 696 sayılı KHK’nın 24 Aralık 2017 günü açıklanmasının ardından, 26 Aralık günü (daha doğrusu gecesi) sekiz dakika arayla iki ayrı tweet attı bu konuda. Önce, saat 01:28’de, düzenlemenin “15 Temmuz gecesi ve 16 Temmuz sabahı ile ilgili” olduğunda ısrar etti. Bununla birlikte, “içsavaş çığırtkanlığı”yla suçladığı CHP’ye şu ilginç soruyu yöneltmekten de geri durmadı: “Merak ediyorum, yoksa 15 Temmuz benzeri bir darbe girişimine hazırlanıyordunuz da gafil mi avlandınız?” 

 

Görünüşte mantıksız değil miydi bu sataşma; eğer 696/121 gerçekten sırf 15-16 Temmuz 2016’yı kapsıyorduysa, bundan sonraki bir kalkışma girişimine karşı nasıl kullanılabilir, dolayısıyla (yeni darbe hazırlıkları içinde olabileceği ima edilen) CHP açısından  nasıl bir tehdit veya baskın hücumu anlamına gelebilirdi? Ne ki, Burhan Kuzu bir anlamda hızla giderdi bu tutarsızlığı. Hem de hayli kötü bir şekilde, yanlış taraftan giderdi. İkinci bir tweet attı 01:36’da. “İşin özeti şu” dedi: “15 Temmuz benzeri bir darbe veya terör saldırısı gerçekleşirse, bu ihanete müdahale edecek vatandaşlarımız  kanuni olarak koruma altına alınacak.”  Her iki tweet sosyal medyada çok geniş yankı buldu. Herhalde partisinden gelen uyarılar doğrultusunda, Burhan Kuzu tweet’lerini hızla kaldırmamış olsaydı, birincisindeki tutarsızlık ve ikincisindeki ters netlik,  Hükümet Sözcüsü Mahir Ünal ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün açıklamaları hilâfına, iktidarın niyetinin gerçekten geleceğe dönük olduğunun ikrarı gibiydi ve bu yorum kesinlik kazanacaktı.

 

Umarım öyle değildir. Fakat hele bu zigzag karşısında, yani özellikle Burhan Kuzu’nun bocalaması sonrasında, iktidar gerekli düzenlemeyi neden yapmaz? Mahir Ünal’ın ve Abdülhamit Gül’ün sözlü açıklamalarının, verdikleri teminatın lâfzını neden üç beş sözcükle 121. maddeye sokup meseleyi kökünden halletmez? Bu, sırf kuyruğu dik tutmak mıdır? Burnundan kıl aldırmamak mıdır? Tükürdüğünü yalamamak mıdır? Bir güç ve aldırmazlık, mutlak kararlılık gösterisi midir (NATO deyimiyle, Display Determination)? Yoksa bütün yalanlamalara karşın aslında pekâlâ geçmişle sınırlı kalmayacak bir tasavvur mu söz konusudur?

 

                                                                           *          *          *

 

Bütün haftam bu karanlık düşüncelerle geçti. Yılbaşından bir gün önceydi sanırım. Son alışveriş koşuşturmalarımın birinde, bir yerden taksiye atladım. Şoför herhalde otuzlarında. Enerjik, konuşkan bir tip. Yüz metre gittik, gitmedik; siyasete girdi. Önce “2018 nasıl geçecek”ten başladı. Bense hiç hoşlanmam, öyle uluorta siyaset konuşmaktan.  Biraz sıkıntıdan, biraz sorunun uçsuz bucaksızlığından, isteksizce güldüm kendi kendime. O ise bunu derhal “felâket geçecek” diye yorumladı. Uzun bir “güleriz acınacak halimize” fıkrası anlattı, beni ne kadar iyi anladığını (!) kanıtlamak için. Arkasından lâfı son KHK’ya getirdi. Ne diyorsunuz, dedi, bu son yapmak istediklerine? Yanlış buluyorum dedim, olabildiğince kestirmeden. İyice gevşedi, keyiflendi, güven de getirdi herhal. Değil mi ki,  dedi:

Ordunun Kemalist yüzde 70’i orada sapasağlam duruyor. Bütün o yarbaylar, binbaşılar…Tahammül eder mi bu başıbozukluğa, halkı orduyla dövüştürme gayretine?  Bu böyle gitmez. Ergeç müdahale edecekler…

 

O kadar âni ve sert geldi ki, ne diyeceğimi bilemedim doğrusu. Trafik de tıkanmıştı; parasını verip indim bir an evvel. Herşeyin çivisi çıkıyor… toplumdaki bölünmüşlüğe bak… kendi kendini doğrulayan kehanetler… bu dediğin zerrece doğruysa o da kendi mantığında haklı… tek el şaklamaz… hiç mi tarih bilmiyorsunuz… darbeye karşı duracağız diye darbeye [olur veya olmaz, ayrı hikâye ama] böyle mi ortam hazırlanır, gerekçe sunulur… kabilinden karmakarışık şeyler mırıldanarak, yürüdüm yağmurda ve kalabalıkta yapayalnız, bizim eve doğru.

 

 

 

- Advertisment -