CHP’nin 25 gün süren Ankara-İstanbul yürüyüşü Maltepe’de yapılan ve yaklaşık iki milyon kişinin katıldığı söylenen büyük bir mitingle bitti. Yürüyüş ve miting genel olarak barışçıl bir havada geçti ve tamamlandı. Önemsenmeye değer herhangi bir taşkınlık, kavga, gürültü yaşanmadı. Bunun büyük bir başarı olduğuna kuşku yok. Eylemin zaman ve mekân genişliği, şiddete meyilli grupların yürüyüşe katılma istekliliği, Murat Karayılan’ın bile başarı dilemesi, Gezi isyanlarının tadının hâlâ bazılarının damağında yaşaması… yürüyüşü risk yaratmaya ve risk altına girmeye açık ve elverişli hâle getirmişti. Buna rağmen üzücü, demokrasiye zarar verici bir hadise yaşanmadı.
Kimsenin hakkını yememek, âdil olmak lâzım. Bu başarılı sonda CHP büyük paya sahip. CHP yönetimi kışkırtmalara gelmedi, savaş tahriklerine kapılmadı, her gün bıkıp usanmadan parti tabanına sükûneti, şiddetten uzak kalmayı, tahrik etmemeyi ve tahriklere kapılmamayı telkin etti. Parti teşkilâtına bu doğrultuda kesin emirler verdi. CHP tabanı ve CHP’li olmayan katılımcılar telkinlere ve talimatlara uydu. Yürüyüşün özellikle İstanbul içindeki kısmı ve miting tehlikeli gelişmelere daha açıktı. Şükürler olsun ki, onlar da dâhil tüm eylem kimsenin burnu kanamadan, cam çerçeve kırılmadan, özel mülklere tecavüz edilmeden tamamlandı. CHP böylece büyük bir barışçıl eylem gerçekleştirme amacına ulaştı. Gezi olaylarında takındığı saldırganlığı ve militanlığı teşvik eden tavrı terk etti. Bunun CHP’ye bir artı puan kazandıracağına şüphe yok.
Eylemin barışçıl tamamlanışına, tüm ağır eleştiri ve ithamlarına rağmen iktidarın lüzumsuz bir kısıtlayıcılık tavrına girmemesi ve sıkı güvenlik tedbirlerini bir an bile ihmâl etmemesi de katkı sağladı. Polis ve jandarma, siyasilerin talimatları doğrultusunda tüm tedbirleri aldı ve eylemin her ânının güvenliğini sağladı. Potansiyel bir DAEŞ saldırısı önlendi. Kılıçdaroğlu’nun emniyeti kusursuz biçimde gözetildi. Nitekim CHP sözcüleri de bunu söyledi ve güvenlik güçlerine teşekkür etti. Siyasal iktidar ve güvenlik güçleri de iyi not aldı.
Eylemin dayanakları, amaçları, siyasî kanatların bakışı vb. elbette tartışılabilir. Tartışılıyor da. Ancak tartışılmayacak şey, böylesine büyük bir eylemin barışçıl geçtiği ve tamamlandığı gerçeğidir. Bu, Türkiye demokrasisinin olgunlaşmakta olduğunun iyi bir delilidir. Böyle bir eylem her ülkede yapılamaz. Eylemin yapılabilmiş olması da, Kılıçdaroğlu’nun sakız çiğner gibi tekrarladığı ve miting konuşmasında da bağıra çağıra dile getirdiği “diktatörlük altında yaşadığımız” söylemini, iddiasını boşa düşürdü. Diktatörlük olsaydı ne bu eylem gerçekleştirilebilir, ne de Kılıçdaroğlu öyle bir konuşma yapabilirdi. Ayrıca, partisinde tek adamlığı sıkı sıkıya tesis etmiş bir liderin tek adamlık eleştirisi yapması da kendi başına bir ironi.
Eyleme tüm AK Parti ve Erdoğan muhaliflerinin — bu arada, PKK, DHKP-C gibi ayrılıkçı ve ideolojik terör örgütlerinin yanı sıra, bir ideolojinin değil kendi şefinin mutlak egemenliğini kurmanın peşinde koşan FETÖ mensuplarının da — ilgi göstermesi ve hattâ katılması, eylemin CHP açısından özünü değiştirmez. Demokrasilerde bireyler ve gruplar, toplumun ezici çoğunluğuna haksız ve saçma bile görünse, talep ve protestolarını dile getirme hakkına sahiptir. Bu hak anayasal olarak tanınır. Bizim eksik demokrasimizde dahi böyle. Şiddet kullanılmadığı, şiddete çağrı yapılmadığı ve kamusal hayat ağır ve daimî biçimde aksatılmadığı sürece, yürüyerek — veya oturarak, susarak, bağırarak — protesto eylemi yapılabilir. Demokratik bir hak olması aynı zamanda yürüyüşü meşru kılar. Burada yürüyüşün meşru olması ile yürüyüşte dile getirilen taleplerin haklı olmasını birbirine karıştırmamak lâzım. CHP yürüyüşü demokratik bir hakkın kullanılmasıydı. İktidar kamusal hayatın — yani trafik akışının — ciddî sayılacak ölçüde aksamasına rağmen buna (iyi ki) izin verdi. Radikal unsurlar yürüyüşte şu veya bu ölçüde yer aldı. Ama CHP’nin bu bakımdan yapabileceği fazla bir şey yoktu. Haklarında yakalama kararı bulunan sanıklar vardıysa, onlarla meşgul olmak güvenlik kuvvetlerinin işiydi. CHP de parti olarak istismara izin vermemek için pankart ve bayrak kısıtlaması getirdi. Kılıçdaroğlu bir konuşmasında — muhtemelen benim daha önceki bir yazımdan esinlenerek — arananlar varsa güvenlik güçlerinin onları gözaltına alabileceğini, kendilerinin buna karşı durmayacağını belirtti.
Kılççdaroğlu’nun konuşması benim için şaşırtıcı değildi ama sanırım birçok kimsede hayal kırıklığına yol açtı. Bir defa, eylem adalet adına yapılmasına rağmen konuşmadaki konu yelpazesi çok genişti. Adaletle ilgisi olmayan, ya da adaletin Kılıçdaroğlu’nun talebinin tam tersi istikamette hareket ederek sağlanabileceği bazı konular ve talepler, adalet kavramına sığdırılmaya çalışıldı. Kılıçdaroğlu adeta partisinin programını, seçim beyannamesini okudu. Bu yüzden adalet arada kaynadı gitti.
Miting konuşması Kılçdaroğlu’nun adaletin ne olduğunu ne olmadığını bilip bilmediği konusunda soru işaretleri yarattı. Sokak vurgusu tamamen yanlıştı. Adalet talebi sokaklarda dile getirilebilir ama adalet sokaklarda tecelli etmez ve tesis edilemez. Adalet hem usulle hem esasla ilgili kurallara bağlı olarak işleyen kurumsallaşmış yapılarda — yani mahkemelerde — gerçekleşir. İnsanlığın adalet mücadelesi sokaklardan mahkeme salonlarına doğru ilerlemiştir; tersi istikamette değil. Sosyal adalet tartışmaları ise ayrı bir mesele. Kılıçdaroğlu — diğer birçok siyasî lider gibi — adlî adalet ile sosyal adaleti birbirine karıştırmakla kalmadı; hızını alamayıp, teoride de pratikte de çok zor bir mesele olan uluslararası adalete doğru uzandı. Bilmeme konforundan yararlandı.
Adalet her zaman ne olduğunu önceden bilebileceğimiz ve her duruma kesinlikle, gönül rahatlığı içinde uygulayabileceğimiz bir değer veya ölçüt değildir. Bu yüzden, genel adalet talepleri çoğu zaman kubbede hoş bir seda bırakmaktan öteye geçemez. Adaletin, toplumun adalet anlayışından mahkemelerin yapılanmasına (iddia, savunma ve hüküm makamlarının birbirine oranla durumuna), ceza yargılama kurallarından kanunların kendilerine, yargı bürokratlarının yetiştirilmesinden yargı kararlarının uygulanmasına kadar uzanan birçok parçası ve unsuru vardır. Adaletle ilgili kapsamlı bir düşünme, araştırma ve reform faaliyeti bunların hepsini ele almayı gerektirir.
Peki, konunun bu denli derin ve zor olması yüzünden daha iyi adalet talebinden vaz geçmemiz mi gerekir? Elbette hayır. Söylemek istediğim, adaletten vazgeçmemiz gerektiği değil; meselenin çok boyutlu olduğu ve iyileşmenin bütün bu boyutları hesaba katan çalışmalar, reformlar ve gelişmeler sonucu gerçekleşeceği. Bir örnek vereyim: Bizde iddianameler çoğu zaman özensiz; dil ve mantık bakımından kusurludur. Yarın Adalet Bakanlığı veya HSK bir çağrı yapsa ve iddianamelerdeki hataların bir daha yapılmamasını istese, ertesi günden itibaren iddianameler kusursuz mu olacaktır? Maalesef hayır. İddianamelerin iyileşmesi Türkçe bilgisi, hukuk kavramları bilgisi, imla kuralları, mantık, kanunlara vukuf başta olmak üzere birçok alanda ilerlemeyi gerektirecek ve ancak zaman içinde, parça parça gerçekleştirilebilecektir.
CHP’nin adalet çağrısını iki anlamda ele almak mümkün: Adalet talep eden olarak; adaleti tesis etmesi kendisinden beklenebilecek bir aktör olarak. İkincisinden başlayalım: CHP’nin tarihi ve ideolojisi, bu partinin ve temsil ettiği siyasî çizginin adaletle barışık ve bağdaşık olmadığını gösteriyor. Sözümü sakınmayacağım; her parti adaletsizliklere âlet olmuş olabilir ama hiçbir parti bu bakımdan CHP ile yarışamaz. CHP tarihi Cumhuriyet tarihinin en büyük, en vahşi adaletsizlikleriyle doludur. Üstelik bunlar sadece Tek Parti dönemine mahsus değildir. Sonraki zamanlarda da ortaya çıkmıştır. Dersim katliamından dini önderlerin idamına, komünistlerin yok edilmesinden liberallerin bastırılmasına, temel hakların ortadan kaldırılmasından sivil toplumun birçok unsurunun budanmasına ve 28 Şubat sürecinde kız öğrencilerin hayat ve eğitim haklarına saldırıya kadar birçok adaletsizlikte CHP’nin imzası, katkısı vardır. Bu yüzden geniş kitlelere CHP’nin adalet talebi şaka gibi gelecektir.
CHP’nin adalet, hak, hukuk talepleri büyük ölçüde sözdedir. Meselâ Kılıçdaroğlu miting konuşmasında düşünce ve ifade özgürlüğü istediğini söyledi. Ben de istiyorum. Peki, CHP Türkiye’nin AİHM’den rekor sayıda ifade özgürlüğünü ihlâl mahkûmiyeti almasına sebep olan 5816 sayılı kanunun kaldırılmasına razı mı? CHP dindar-muhafazakârları bile hizmetine koşabilen Kemalist ideolojik endoktrinasyonun eğitim sistemindeki hükümranlığının sona erdirilmesini kabul ediyor mu?
CHP’nin FETÖ karşıtlığı da kuşku uyandırıcı. Bu parti FETÖ ile mücadelede yardımcı değil engelleyici. Geçenlerde Halil Berktay’ın 24TV’nin Serbestiyet programında (2 Temmuz Pazar akşamı) çok güzel ifade ettiği gibi, CHP FETÖ gerçeğini dünyaya anlatmada çok faydalı olabilirdi. FETÖ’nün totaliter, ezoterik bir hareket olduğunu, demokrasinin usul kurallarını reddettiğini, siyasileri bürokratik boyunduruk altına almak istediğini, 15 Temmuz öncesinde de birçok suç işlediğini, 15 Temmuz gecesi ise alçakça bir darbe teşebbüsüyle sahne aldığını, katliam yaptığını, yüzlerce masum insanı öldürdüğünü dünyaya anlatabilirdi. Bunu yapmıyor. İngilizcedeki güzel bir deyişle, FETÖ ile mücadeleye lip service sunduktan (dudağının ucuyla he dedikten) sonra, bu mücadelenin kösteklenmesi için elinden geleni esirgemiyor.
Bu çerçevede, olağanüstü hâl ilanının bir darbe olarak isimlendirilmesi de hem çok çirkin hem çok gülünç. Olağanüstü hal uygulamalarındaki hatâlara dikkat çekmek başka, tüm demokrasilerde anayasal bir kurum olan olağanüstü hâlin kullanılmasına karşı çıkmak başka. 15 Temmuz sık sık karşılaşılan bir durum değil. FETÖ de sıradan, basit bir örgüt değil. Kılıçdaroğlu kendisi iktidarda olsaydı ve darbe ona karşı yapılsaydı FETÖ ile nasıl mücadele edecekti? Bildiği başka ve daha etkili yollar varsa bizi ve hükümeti bunu öğrenmekten mahrum etmesin.
CHP’nin solcu akademisyenlerin görevden atılmasıyla ilgili eleştirilerine katılabilirim. Bunun yanlış olduğunu birkaç defa yazdım. Ancak FETÖ üyesi öğretim üyelerine gelince iş değişiyor. Soru çalmaktan uydurma rapor sunmaya, göz dikilen kadrolardaki insanları polis kumpaslarıyla tasfiye etmekten yerlerine kendi adamlarını yerleştirmeye kadar her şeyi yapan bir örgütle bağlantılı olanlara karşı hareketsiz kalmak, adalete hizmet mi eder, engel mi olur? Kılıçdaroğlu Balyoz, Ergenekon, Casusluk davalarında hangi hilelere baş vurduğu bilinen bir örgütün akademik teşkilatlanmada da aynı veya benzer şeyleri yapmış olabileceğine ihtimâl vermiyor mu?
Adalet somut olandan soyut olana doğru aranır. Açık adaletsizlikler, potansiyel adaletsizlikler yüzünden; daha ağır adaletsizlikler daha hafif adaletsizlikler yüzünden görmezden gelinemez. Biri bunu yapıyorsa onun adalet istediğine inanmak zorlaşır. Haksızlıklara karşı uyanık olmalıyız. Bunu mümkünse öznesiz genellemeler yerine somut durumlar üzerinden yapmalıyız. Ben kendi payıma yaptım, yaptığım için aleyhimde kampanyalarla karşılaştım. Buna rağmen yapmaya devam edeceğim. Ancak, Kılıçdaroğlu’ndan ve partisinden, katledilen 249 insanın yakınlarının ve bazıları ağır yaralanmış, vücut uzuvlarını kaybetmiş binlerce yaralının adalet talepleri hakkında doğru dürüst bir şey işitmedik.
Ben şahsen CHP’nin ne adaletin ne olduğunu anlamasını, ne de ona ciddî bir katkı yapmasını bekliyorum. Yanıltılmayı çok isterim ama bu hayal gibi bir şey. Yine de CHP’nin adalet isteyen bir aktör olmasını, adalet tesis etmesi kendisinden beklenen bir aktör olmasına bin defa tercih ederim. CHP’den adalet beklemek kediye ciğer emanet etmekten farksız. CHP’nin yürüyüş eyleminin barış içinde tamamlanmasını ise CHP için de demokrasimiz için de olumlu buluyorum. Ancak, uzun vadede bu eylemin adalete fark edilebilir bir katkı yapacağını da, vatandaşların siyasal tercihlerine ciddî bir tesirinin olacağını da sanmıyorum.