Fransa-2016’nın bitmesinin ardından, turnuvayı değerlendiren bir yazı (Fransa’da devrim yok! Serbestiyet, 13.07.2016) yazmıştım. Ancak bir yazıya sığmayan notlarım sebebiyle ikinci bir yazıya söz vermiştim. O yazıyı 15 Temmuz’da yazmış, editörümüz Tuncer’e yollamıştım. Fakat Tuncer o saatlerde Rize dağlarında olduğundan yazı eline geçmemişti.
Tuncer dağdan indiğinde ise bazıları Türkiye için cehennemin kapılarını açmaya çalışıyordu. Ordu içindeki Gülenist cunta darbe girişiminde bulunmuştu. Gündem allak bullak oldu; memleket bir ölüm-kalım mücadelesine girdi. Futboldan konuşacak bir hal kalmadı.
O gün bugündür darbeyi konuşuyoruz ve kesin olan şu ki, daha uzun bir süre de konuşmaya devam edeceğiz. Fakat bir taraftan da hayat akıyor ve giderek normal ritmini bulmaya çalışıyor. Mesela bizde liglerin başlama düdüğü çaldı. Bu vesileyle, geç kalmış olsa da, Fransa’da sahnelenen oyuna ve aktörlerine dair değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak isterim…
Denk kuvvetlerin mücadelesi
Fransa-2016, gerek mücadele ve gerek sonuçlar bakımından takımlar arasındaki farkın giderek kapandığını gösterdi. Artık her zaman favori kabul edilenlerin sahaya çıkıp zayıf olarak gösterilenleri paçavraya çevirdiğine pek tanık olmuyoruz. Kimse, dengesiz bir güce dayanarak bir diğerini lime lime edemiyor. Her bir takım -rakibi kim olursa olsun- ona yaklaşan bir düzeyde mücadele sergiliyor. Taraftarlara da kıran kırana geçen maçları seyretmek kalıyor.
Milli takımların kuvvetlerinin yakınlaşmasını mümkün kılan üç önemli parametre var: İlki, futboldaki küreselleşme. Artık futbolcular sadece doğdukları veya tabiiyetini taşıdıkları ülkelere mahkûm değiller. Hukuki ( Bosman Kanunu) ve iktisadi değişiklikler (futbolun endüstrileşmesi, sponsorluk ve yayın gelirlerinin artması), futbolcuların dolaşımı önündeki engelleri azalttı.
Milli takımların yapısı da bu gelişmelerden doğrudan etkilendi. Eskiden milli takımların kadrosu, ülkedeki ligden ve çoğunlukla da ligi domine eden iki-üç takımın oyuncularından seçilirdi. Ama şimdi mili takımlar, kendi liginden ziyade diğer ülkelerde top koşturan futbolculardan teşekkül ediyor.
Bugün Avrupa’da İngiltere, İspanya, Almanya, Fransa ve İspanya ligleri birer cazibe merkezine dönüşmüş durumda. Hangi ülkeden olursa olsun futbolcular da bu liglerde boy göstermek istiyorlar. İyi olanların yolu bir şekilde bu liglere düşüyor. Dolayısıyla milli takımlarda da bu liglerdeki oyuncuların ağırlığı artıyor. Misal, Arnavutluk’un kadrosu neredeyse tamamen Bundesliga’dan çıkmıştı. İsviçre’nin ilk 11’nin 7’si Almanya’dan geliyordu. Galler ve İrlanda, bir-iki istisna dışında, Premier ve Championship’te top oynayan oyuncularından oluşan bir karmayla mücadele etti. Ezcümle, aynı sahalarda ter döken oyunculardan kuruldukları için milli takımlar birbirlerine giderek daha denk hale geliyorlar.
Renkli mili takımlar
İkincisi, Avrupa futbolu özelinde, 1990’larda Balkanlar’da yaşanan trajediden kaynaklı dalgalar. Balkanların bir alt-üst oluştan geçtiği dönemlerde birçok Arnavut, Kosovalı, Boşnak aile canlarını kurtarmak için İsveç, İsviçre, Almanya gibi ülkelere göç ettiler. O ailelerin bu ülkelerde doğan, büyüyen ve milli takım düzeyine yükselen futbolcu çocuklarının önünde iki seçenek var: Ya yaşadıkları ülkenin (İsviçre, İsveç, Almanya), ya da geldikleri ülkenin (Arnavutluk, Bosna-Hersek ve şimdi de Kosova) milli takımlarında oynamak.
2016’da her ikisine de rastlandı. Xhaka kardeşlerin durumu ise en ilginç olanıydı. Büyük kardeş Taulant Xhaka kökenini yani Arnavutluk’u tercih ederken, küçük kardeş Granit Xhaka ise –tıpkı Behrami, Cemali, Şakiri, Mehmedi gibi- geldiği ülkede yani İsviçre’de karar kılmıştı.
Bu vaziyet Avrupa futboluna iki yönlü tesir ediyor: Bir taraftan futbol altyapısını geldiği ülkelerde alıp daha sonra anavatanının milli takımını seçen oyuncular nedeniyle ülkeler arası futbol farkı daha da daralıyor. Diğer taraftan ise, yaşadıkları ülkenin takımına gidenler sayesinde milli takımlar giderek daha fazla çeşitlilik ve renklilik barındırıyor.
Teknolojik futbol
Üçüncüsü, teknoloji ve iletişim devrimidir. Yıllar önce Ersun Yanal elinde bilgisayarıyla antrenmana çıktığında, bazı çokbilmişler “Futbolda bilgisayarın işi ne?” deyip bunu müstehzi bir ifadeyle karşılaşmışlardı. Oysa bilgisayar, bugün futbolun ayrılmaz bir parçası.
Futbolcuların bireysel gelişiminden takım oyunun belirlenmesine kadar her alanda teknolojinin sunduğu muazzam olanaklar var. Mesela idman teknikleri ile ilgili nitelikli analizlere ulaşılabilirsiniz. İnternetin karşısına geçip Real, Barcelona, ManU, Bayern, vb. büyük takımların antrenmanlarını izleyebilir ve birçok şey öğrenebilirsiniz. Her takımın /oyuncunun ne kadar koştuğunu, oyunun hangi bölgede yoğunlaştığını, rakiplerin temel taktiklerini ve taktik esneklerini, maçın gidişatına göre yaptığı değişiklikleri, futbolcuların eksilerini ve artılarını tahlil edilebilirsiniz. Futbolcuların niteliklerini ve takımların taktiklerini yükleyerek sanal maçlar yapabilirsiniz, vs.
Bütün bunlar çok büyük bütçeleri ve/veya ulaşılması zor teknik imkanları gerektirmiyor. İşinin ehli bir kadro, ihtiyaç duyduğu tüm donelere rahatlıkla ulaşabilir. Şampiyona sırasında bir akşam televizyonda Abdullah Avcı’yı dinliyordum. Avcı, görevlendirdiği teknik bir ekibin hazırladığı rapordan bazı rakamlar veriyordu. Bir hocaya yardımı dokunacak her veri vardı bu raporda. Eğer elinizin altında bu rakamlar varsa, takımınızı tanımanız ve geliştirmeniz de, rakibinizi çözmeniz de kolaylaşır. Böylece nasıl oynamanız gerektiğine, rakibe karşı hangi önlemlere öncelik vereceğinize daha isabetli karar verirsiniz. Teknoloji bu olanağı sunuyor. Yeter ki siz bunu kullanmayı bilin ve dersinize iyi çalışın!
Kırk fırın ekmek yemek
Dersine çalışan ve çalışmayan hocalar bahsine geleceğiz ama öncelikle futbolculara değinmek lazım. Daha önceki Dünya ve Avrupa şampiyonlarında, şampiyonayı kendi adıyla özdeşleştiren yıldızlar vardı. Mesela 1958 genç Pele, 1962 olgun Pele, 1970 ise artık yolun sonuna gelmiş Pele’dir. Aradaki 1966’yı Charlton’a yazmak gerekir. 1974 çokça Cruyff, biraz Beckenbauer ve Müller’dir. 1978’de Kempes sahne alır. 1982 çaylak Maradona, Doktor Sokrates, Zico ve Rossi ile anılır. 1984 Platini, 1986 baştan aşağı Maradona, 1988 Van Basten-Gullit-Rijkaard güçlüsüdür. 1990 ağlayan Maradona, piyasaya yeni çıkan Baggio’dur. 1994 Romario,1998 Zidane, 2002 Ronaldo’dur, vs.
Ancak Fransa’da böyle sivrilen, diğer futbolcularla arasına açık ara bir mesafe koyan bir isim çıkmadı. Evet, Griezmann hoş bir seda bıraktı. Patlama yapması beklenen Pogba’nın, Zidane’ı bir yana bıraktım, bir Viera olması için bile daha kırk fırın ekmek yemesi gerektiği görüldü. Şampiyon Portekiz’de Renato Sanchez, gelecek adına iyi sinyaller verdi. Almanya’da gözüm en çok Mesut Özil’i tuttu. Fiziki olarak kupaya iyi hazırlanmıştı Özil, bu da onun futbol aklını sahaya daha iyi yansıtmasını sağladı. Ama hepsi bu kadar! “Fransa 2016 kimdir?” diye sorarsanız, vereceğim bir isim yok.
Beklenti ve gerçek arasındaki uçurum
Hocalara dönelim. Dersten kaytarıp kaybeden birçok isim sayılabilir. Fakat “beklenti” ile “gerçekleşen” arasındaki uçuruma göre bir değerlendirme yapıldığında iki kişiyi öne almak gerekir: Fatih Terim ve Marc Wilmost.
Türkiye’nin kupaya direkt katılması bir mucizeydi. Grupların son maçlarında sadece kendisinin kazanması yetmiyor, aynı zamanda yedi maçın da Türkiye’nin arzuladığı şekilde bitmesi gerekiyordu. Olmaz denilen oldu, bütün skorlar Türkiye’nin lehine işledi ve Türkiye, Fransa biletini mucizevi bir şekilde kazandı.
Bundan sonra yapılması gereken, bu mucizenin değerini bilmekti. Kupaya iyi hazırlanmaktı. Rakipleri detaylı bir şekilde etüt etmek, eldeki oyuncu kadrosuna uygun bir oyun planı geliştirmekti. Maalesef, Terim bunların hiçbirini yapmadı/yapamadı.
Milli takım, mücadele şevki taşımıyordu. Sahada futbol adına olumlu en küçük bir olumlu hareket bile ortaya koyamadı. Hırvatistan’dan sadece 1, İspanya’dan da sadece 3 gol yenilmesi de ancak şansla açıklanabilirdi. Hırvatistan’da direkler, İspanya’da da ise İspanyolların iyi niyeti farkın açılmasını engelledi. Yoksa her iki maçın da 4-0 /5-0 kaybedilmesi ve Türkiye’nin daha ikinci maçların sonunda kupadan saf dışı olması işten bile değildi.
Saha dışında da Milli Takım, prim tartışmaları ve futbolcular arasındaki gruplaşmalarla gündem oldu. Bir takım ruhu yoktu. Terim’in takım kimliği oluşturmadığı ayan beyan ortadaydı. Yani Terin ne saha içinde, ne de saha haricinde bir varlık gösterebildi. Aynı yönetim anlayışla devam ederse Türkiye’nin 2018’i de kaybetmesi kaçınılmaz olur.
Malzemeyi heba eden Wilmost
Belçika tarihinin en iyi kadrosuyla Fransa’ya geldi. Düşünün, kalesinde Courtois; orta sahasında Dembele, Fellaini, Nainggolan, Witsel; forvetinde Benteke, Carrasco, de Bruyne, Hazarda, Lukaku gibi oyuncuları barından bir takımdan söz ediyoruz. Hepsi Avrupa’nın en büyük kulüplerinde oynayan iyi futbolcular. İş bilir bir hocanın elinde büyük başarılara imza atabilecek bir potansiyel…
Lakin Belçika’nın en zayıf halkası Wilmost idi. Eldeki malzemeden helva yapmayı beceremedi. İki eksikliği vardı Wilmost’un: Biri, göz alıcı hücum futbolunu tamamlayacak ve onun sonuç almasını sağlayacak bir savunma kurgusu oluşturamamasıydı. Belçika’nın birinci bölgesi adeta yolgeçen hanı gibiydi. Diğeri ise, futbolcuları ile sağlıklı bir iletişim dili kuramamasıydı. Basının “altın nesil” olarak tanımladığı futbolcularına dönük “Ben ortada altın nesil göremiyorum. Altın nesil olabilmeleri için bir şeyler başarmaları lazım. Bu oyuncular henüz hiçbir şey başaramadı” şeklindeki beyanları, futbolcuları motive etmek bir tarafa demotive etti. (Belçika Futbol Federasyonu, kupadan sonra Wilmost ile yollarını ayırdı.)
“Biz bitti demeden bitmez”
Buna mukabil kupada yıldızlaşan, iz bırakıp geçen hocalar da vardı. .Örneğin İzlanda’da Lars Lagerback ve Heimir Hallgrimson, Galler’de -ağzından çıkarmadığı sakızıyla Sir Ferguson’u anımsatan- Chris Coleman herkesin takdirini kazandı. Takımlarının kimyalarına uygun oyunlarına, futbolcularına aşıladıkları mücadele azmine herkes şapka çıkarttı. Öyle ki hem futbol dünyası onlara saygı duydu, hem de kupadan elendikten sonra ülkelerine döndüklerinde halk onları –adeta şampiyon olmuşlar gibi- bağırlarına bastı.
Burada Hillgrimson’a ayrı bir paragraf açmak lazım. Hallgrimson’un gruplarda Türkiye’yi 3-0 mağlup ettikleri maçtan sonra yaptığı açıklamaya bakmakta fayda var. İzlandalı hocaya göre, kendilerine galibiyeti getiren anahtar Türkiye'nin bir hafta önce Danimarka ile oynadığı maçı derinlemesine analiz etmeleriydi. “Bizim için kusursuz bir maç oldu. Bizi şaşırtmadılar. Danimarka'ya karşı da 3-4-3 sistemi ile oynadılar ve onların bu sistemi 2 yıldır kullandıklarını fark ettik. Oyunu analiz ettik ve ne ile karşılaşacağımızı anladık.”
Hillgrimson’a göre, Fatih Terim’in bir B planı yoktu. “Oyuna başlama alışkınlıklarını kırdık ve sonrasında bir B planlarının olmadığı görüldü. Absürd bir şekilde kolay bir maç oldu bizim için. İlk etaptaki düşüncelerimizi değiştirmek zorunda kalmadık.” Salt bu açıklama dahi, İzlanda’nın neden başarılı, Türkiye’nin ise neden başarısız olduğunu anlamaya yeter. Çünkü bir tarafta saygı duyduğu rakibine göre hazırlık yapan teknik bir planlamacılık var, diğer tarafta ise kendini dev aynasında gören “Biz bitti demeden bitmez” hamaseti!
Usta satranççı
Şüphe yok, kupanın en büyük kazanını Portekiz’in hocası Fernando Santos. Portekiz’in çok parlak bir kadrosu yoktu. Gruptan da zar-zor çıkmıştı. Buna karşın devleri geride bırakarak kupayı alması çok büyük bir başarı. Santos, iddialı bir hoca. Bu nedenle kupa öncesinde Mourinho ile bir ağız dalaşı da yapmıştı. Mou’nun “Portekiz kupayı alabilecek beş takımdan biri” ifadesine “Mou’yu severim, o da benim gibi iddialı biri. Ama ondan beklenen Portekiz’i ‘Kupayı alacak beş takımdan biri’ olarak değil ‘Kupanın en büyük favorisi’ olarak göstermesiydi” minvalinde bir karşılık vermişti.
Mehmet Demirkol’a göre Portekiz’in kupayı almasındaki en büyük pay Santos’a ait. Bir başka ifadeyle, Portekiz turnuvanın en iyi takımı değildi ama en iyi hocaya sahip olduğu için kupayı evine götürdü. Santos’un en önemli özelliği, her adımını rakibini düşünerek atması. Usta bir satranççı gibi rakibinin her hamlesine, onu boşa çıkaracak bir oyun ile karşılık veriyor. Bunu yaparken, Yunanistan’ın hatırlatan katı bir defansa yaslanmıyor. Demirkol, Santos’un final maçındaki değişikliklerine işaret ediyor. Santos her değişiklikte o an kulübede olan en hücumcu futbolcusunu sahaya sürüyor: Queresma, Moutinho ve Eder. Üç hücumcu ile -kanatlarda ve önde rakibi basarak- etkili bir savunma hattı ördü. “Bu bir muharebe zaferi. Her maçta başka bir takımla ama yanı hedefe kilitlenmiş bir stratejiyle kurdu takımını Santos.”
Son model lüks araba
Santos’a hakkını teslim etmekle beraber, benim kupada en beğendiğim hoca Antonio Conte oldu. Son derece sınırlı kadrosuna rağmen İtalya’ya mücadeleci ve heyecan verici bir oyun oynattı. Maçın her dakikasında diri bir ekip vardı sahada. Takım olarak hareket etme becerisi üst safhadaydı. Maçlardan birinde, yukarıdan çekilmiş bir görüntü vardı. İtalya savunmasının hep beraber nasıl ileri ve nasıl geri döndüklerini çok güzel ortaya koyuyordu. Conte, taktik disiplini yüksek ve maç içindeki atraksiyonlara bütün halinde cevap veren bir takım inşa etmişti.
Conte’nin yarışmacı bir kişiliği var, rekabeti seviyor, sürekli ve yenilenen bir mücadele içinde olmak istiyor. Bu nedenle milli takımı çalıştırmak ona çok uygun düşmüyor. Nitekim İtalya Futbol Federasyonu’nun sözleşmesini uzatma teklifini “Kendimi büyük bir garaja park edilmiş son model lüks bir araba gibi hissediyorum” diyerek reddetti ve Chelsea’nin başına geçti.
Yeri gelmişken söyleyeyim; bu sezon Premier Lig’den gözümüzü almak gerçekten zor olacak. Guardiola, Mourinho, Kolpp, Raineri ve Conte gibi dünyanın en iyi hocaları arasında çok çetin bir mücadele yaşanacak. Dev hocaların arenası, futbolseverlere zevkli maçlar vaat ediyor.
Ronaldo’nun ispat-ı vücudu
Kupa notlarını bitirirken Ronaldo’dan söz etmesek olmaz. O, gerçek bir yıldız. Kulüp oyuncusu olarak kazanmadığı bir kupa yok. Şahsi olarak da kırılmadık rekor bırakmadı. Dört Avrupa Şampiyonası’nda gol atan tek futbolcu olarak tarihe geçti. Platini’nin bu şampiyonlarda en çok gol atan futbolcu unvanına da ortak oldu.
Ancak yine de bir eksiklik hissediyordu Ronaldo. “Milli” futbolcu olarak da bir ispat-ı vücut yapmak istiyordu. Ülkesine Avrupa Şampiyonluğu getirerek bu amacına ulaştı. Nihayet boynuna mili bir madalya astı ve ülkesine karşı sorumluluğunu yerine getirdi. (Darısı Messi’nin başına diyeceğim) Henüz erken ama artık huzur içinde emekliliğini yaşayabilir.
Ronaldo’nun “kazandıkları kupayı dünya genelinde savaşlardan mağdur olan göçmenlere ithaf ettiğini” ithaf etmesi de, başarısına anlam katan ayrı bir güzellikti.