Açık kaynaklardan ulaşılabilen en güncel TSK mensupları bilgisi, 1 Temmuz 2016 tarihli ve toplam 570,111 kişiyi gösteriyor.
Bunlardan 358’i kurmay subayların en üst kademesi, yani general ve amiraller.
Bütün subaylar 39,297 kişi
Astsubaylar 96,391 kişi.
Gerisi (a) sözleşmeli er ve erbaşlar ve (b) zorunlu askerlik görevini yerine getirenler.
358 general ve amirali içinde oldukça yüksek bir oranı işaretliyor.
İlk kararnameyle ihraç edilen subay sayısı 1099 ve astsubay sayısı 436.
İkinci kararname ise çoğunlukla Jandarma mensuplarını içeriyor ve yukarıda da yazıldığı gibi toplam sayı 1389. İçlerinde sadece yüksek kurmay kademesinden sadece 9 subay var.
TSK’dan ihraç edilen bu 3073 kişiden 1563’ü gözaltında veya tutuklu olarak yargılanıyor.
Yani OHAL kararlarıyla ihraç edilen 1510 kişinin adli kontrol altına alınmasına gerek görülmemiş.
Hem ihraç edilen ve hem de tutuklu bulunan subaylardan biri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceden aldığı duyumlara dayanarak bir süredir uzağında tuttuğu söylenen başyaverinin (halen FETÖ üyesi olmaktan sanık ve tutuklu Başyaver Ali Yazıcı’nın) emrindeki Hava Yaver Binbaşı Erkan Kıvrak.
İfadesinde anlattıkları tümüyle doğruysa, üstü olan Albay Ali Yazıcı’nın emirlerine uymaktan başka bir şey yapmamış. Şimdi Binbaşı Kıvrak’ın söylediklerinin bir bölümü basında “İtiraf etti: Cumhurbaşkanı’nın otelinin yerini ben söyledim” şeklinde yansıtılıyor.
Oysa Binbaşı Erkan Kıvrak’ı arayıp “Cumhurbaşkanı hangi otelde kalıyor? İki tane Grand Yazıcı varmış, öğrenir misin?” diyen, üstü Albay Ali Yazıcı. Yani Kıvrak, sadece Yazıcı’nın emrini yerine getiriyor. Bu bilgiyi de cumhurbaşkanının helikopter pilotu Çetin Orhan’a telefon ederek öğreniyor.
Bunun dışında, binbaşının gönderildiği otelde beklemek dışında yaptığı hiçbir şey yok. Emir komuta zinciriyle bağlı olduğu üstünün emirlerine uyuyor; darbe girişimini öğrendiğinde de hiçbir şey yapmıyor.
Hakkındaki en kuşkulu durum işte bu, yani darbe girişimini öğrendikten sonra üstleriyle ve özellikle de cumhurbaşkanıyla ya da yakınındaki biriyle irtibata geçmemesi.
(Hava Yaver Binbaşı Erkan Kıvrak’ın ifadesiyle ilgili habere şu linkten ulaşılabilir: http://www.yenisafak.com/gundem/haril-haril-oteli-aradi-2509788.)
(Yine konuyla ilgili Başyaver Albay Ali Yazıcı’nın ifadesi de şuradan okunabilir: http://www.cnnturk.com/turkiye/cumhurbaskani-erdoganin-basyaveri-ali-yazicinin-ifadesi )
Binbaşının ifadesinin doğruluğu, ya da hakkında TSK’dan ihracına ve tutukluluğuna sebep olacak başka deliller olup olmadığı hakkında, şu an itibariyle başka bir veri yok.
Burada ilginç olan, kendisinden şüphelenilen Başyaver Yazıcı cumhurbaşkanının çevresinden uzak tutulurken, onun emri altındaki bir başka subaya, Binbaşı Erkan Kıvrak’a Erdoğan’ın nerede kaldığı bilgisinin cumhurbaşkanının helikopter pilotu tarafından çekinmeden verilmesi.
Demek ki Yaver Albay Ali Yazıcı’dan kuşkulanılıyor ama onun astı Binbaşı Erkan Kıvrak için böyle bir durum söz konusu değil; ayrıca kendisi, üstü hakkında uyarılmamış.
Bu olayı, ordu içindeki tasfiyelerin ve darbeyle ilgili kovuşturmaların ne derece sıkı yürütüldüğüne bir örnek olarak aldım.
Bir önceki yazımda değindiğim gibi, “önce ateş et sonra kimlik sor” katılığında bir temizlik sürdürülüyor. Yine aynı yazıda bunun gerekliliğini de teslim etmiştim.
TSK’daki tasfiyelere bakıldığında, darbenin özellikle general seviyesinde bir grupça örgütlendiği; emir komuta zincirinin by-pass edildiği; öte yandan çeşitli askeri unsurların çoğunlukla kandırılıp kalkışma saflarına çekilmek istendiği ve bu yöntemin bazen de başarılı olduğu anlaşılıyor.
Bunu da yine bir önceki yazımda, “Darbenin artçı şokları sürüyor”da anlatmış ve darbecilerin gücünün abartıldığından söz etmiştim.
Eleştirel baktığım bir diğer olay da abartılı bir (dış) düşman algısının yaratılması.
Bu yaratılan algının baş hedefi de tabii ABD.
Büyükada’da karargâh kuran CIA ajanları gibi anlatılar; açık kaynaklardan alınıp servis edilen (ama aynı anda birkaç cumhurbaşkanlığı uçağı havada olduğundan doğruluğu oldukça kuşkulu hale gelen) Stratfor’un cumhurbaşkanının konumunu bildirme gayreti gibi detaylar, ABD’nin Soğuk Savaştan kalma darbeci siciliyle birleştirilerek bir “Büyük Şeytan” yaratılıyor.
Elbette FETÖ lideri Fethullah Gülen’in ABD’deki yeşil kartlı ikameti ve çevresindeki derin ağ da dikkate alındığında, bu “darbenin arkasındaki Büyük Şeytan ABD” öyküsünün işlenebilirliği artıyor; medya için kullanışlı malzeme olmasından kaçınılamıyor.
Darbe sonrası günlerin bu evresinde, darbenin ardında ABD’nin olduğu neredeyse genel geçer bir kabul.
Kalkışma sırasında darbeci uçaklara yakıt ikmali için İncirlik üssünden kaldırılan iki tanker uçak, “İncirlik üssünde ABD’nin nükleer silahları var, onlardan habersiz o üsten kuş bile uçamaz” argümanıyla eklemlenince, öykü tamamlanıyor.
Ve tabii ayrıca yaşanan bir Soğuk Savaş déjà vu’sü var.
24 Kasım 2015’de düşürülen Rus SU-24’ünden beri Türkiye ile Rusya arasında süren kriz, tam da bu günlerde çözülüyor.
Böylece, ABD/Batı ekseninden uzaklaşıp Rusya’ya yakınlaşmaya başlayan AK Parti iktidarındaki Türkiye’nin, ABD-FETÖ ortaklığına dayalı bir darbeyle vurulduğu hissi yayılıyor.
Tabii ki ABD bu iddiaları şiddetle reddediyor.
İncirlik, ABD ile ortak kullanılan bir üs ve asıl komutası da Türk tarafında. ABD ordusunun üsten kalkıp inen Türk uçaklarını denetlemek gibi bir yetkisi ve işlevi yok. Üssün tümüyle ABD kontrolündeki kısımları, sadece nükleer silah stoklarının saklandığı bölümler. Bunun ötesinde, ABD’nin Türk uçuşlarını denetlemesi şöyle dursun, aksine, ABD uçuşlarının Türkiye tarafından denetlenmesi söz konusu.
Büyükada’daki CIA ajanları gibi (1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanına bakan Intercontinental otelindeki bir grup Amerikalı öyküsünü hatırlatan) yakıştırmalar bir yana konduğunda, iktidar yanlısı medya tarafından işlenen bu temayı hükümetin paylaşmadığına dair sağlam izler var.
Savunma Bakanı Fikri Işık, darbe girişiminden yirmi gün kadar sonra, TSK’nın yeniden yapılandırılmasının NATO standartlarına uygun olarak gerçekleştirileceğini söylüyor. TBMM Dışişleri Komisyonu’nun darbe girişimiyle ilgili olarak ABD’de temaslarda bulunmak için gönderilen CHP, MHP ve AKP’li üç üyesinden de “darbenin arkasında ABD’nin olduğuna inanmıyoruz” açıklamaları geliyor. Ama komisyon üyeleri, bu beyanatları yüzünden, darbenin ardında ABD’nin olduğuna kesin inançlı medya mensupları tarafından azarlanıyor.
Medya, sözlerine şaşmaz bir bağlılık gösterdiği Erdoğan’ın (i) ABD ile ilgili tüm ifadelerinde Fethullah Gülen’in iadesi konusunda yoğunlaştığını; (ii) ABD’ye herhangi bir suçlama yöneltmediğini; (iii) suçlayıcı tavrının daha çok Avrupa’ya yönelik olduğunu; (iv) bunun da darbeyi kınama veya darbe için geçmiş olsun dileme nokttasında çekingen davranmalarıyla ilgili olduğuna dahi dikkat etmiyor gibi.
Muhtemelen medyadaki bu “darbenin arkasında ABD var” yaygın kanaatini silmenin tek yolu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yapacağı net bir “darbenin arkasında ABD yok” açıklaması. Ancak böyle bir açıklama, yakın zamanda gelecek gibi gözükmüyor.
Cumhurbaşkanı (ve yetki sahibi diğer hükümet üyeleri) darbe üzerinden ABD’yi suçlayan argümanlar sunmadılar, ama (ABD’ye giden TBMM komisyonu üyesi, AK Partili Taha Özhan hariç) ayyuka çıkan iddiaları yalanlama yoluna da gitmediler.
Bu tavır elbette Gülen’in iadesi için ABD üzerinde baskı oluşturmakla ilgili. Söz konusu iade için, birbiriyle zaman zaman kesişen iki yol var.
Birincisi, açık ve net kanıt ve bağlantıları içeren iyi hazırlanmış bir dosya ile ABD’li yetkilerinin karşısına çıkmak ve eğer gerekiyorsa (ki muhtemelen gerekecek) ABD merkezli bir hukuk savaşı başlatmak.
Diğeri, Gülen’in ABD vatandaşı olmaması üzerine kurulu ve ABD hükümetinin ikna edilmesi suretiyle yeşil kartının iptalini, dolayısıyla sınır dışı edilmesini hedefliyor. Doğal olarak “darbenin arkasındaki ABD” baskısı burada devreye giriyor ve bu ikinci yol ilkine göre daha çabuk sonuç almaya müsait görülüyor.
Ama aynı zamanda riskli. Riski, ikinci yolun istenen çabuk sonucu vermemesi ve bu arada, “darbenin ardındaki ABD” iddialarının ikili ilişkilere kalıcı zarar vermesi olasılığında düğümleniyor.
Böyle bir durumun ilk yolu da zorlaştıracağını hatırlatmakta fayda var.
Karşı tarafın, yani Gülen Cemaati veya FETÖ”nün de hazırlığını ilk yola girileceği olasılığına karşı yaptığını gösteren emareler var. Zaten ikinci yol için yapabileceği pek bir şey de yok, hele bu aşamada.
Gülen, bütün gayretiyle cemaatini bir arada tutmaya ve (14 Mayıs gibi çeşitli blöfler dahil) güçlü görünmeye çalışırken, uluslararası bir komisyonda yargılanmayı talep ediyor ve yeterli kanıt gösterilirse Türkiye’ye kendiliğinden döneceği türünden, nasıl tutacağı belli olmayan sözler veriyor.
Belli ki taraflar arasında bir enformasyon, halkla ilişkiler ve hukuk savaşı başlayacak. Ancak bu savaşın hangi yönde akacağını şimdiden belirlemek zor.
Ortada olan ise, sarkacın “darbenin arkasındaki ABD” ile “Gülen’i iade etmesi istenen ABD” arasında gidip geldiği. Bastırılmış darbe sonrası gelen itiraflar ve açığa çıkan gerçekler ile çeşitli bağlantıların, Türkiye’nin elinde hiç de zayıf olmayan bir dosya ile ABD’nin karşısına çıkacağına işaret ediyor.
Ve şu da bir olasılık: Yukarıda bahsedilen iki yol, bir mahkemeye kadar uzanmadan birleşebilir ve Türkiye, tutarsız iddialardan oluşan bir baskı bombardımanı yerine, ABD’yi içi geçerli kanıtlarla dolu bir dosya ile Gülen’in iadesine ikna edebilir.