[21 Nisan 2015] Papa I. Fransiskus’un 1915-16’da Osmanlı Ermenilerinin başına gelenleri “20. yüzyılın ilk soykırımı” diye nitelemesi, hükümette hâlâ nedenlerini tam anlamadığım bir asabiyete yol açtı. Bunu iki kere yazdım, eleştirdim; kendim de “soykırımı dikte ettirme siyasası”na karşı olmakla birlikte, madalyonun diğer yüzünde, Türkiye’nin bir sözcük karşısında bu kadar dağılmaması gerektiğini anlatmaya çalıştım. AKP liderliği bir yandan oldukça yeni ve taze bir söylem kurmaya çalışıyor. Bunun ilk ve o ân için şaşırtıcı, sevindirici örneği, 23 Nisan 2014 Taziyesi oldu. Öte yandan, eski söylem silinmiş, unutulmuş, toptan rafa kaldırılmış değil. On yıllarca süren inkârcılığın, bölük pörçük insanların içine yerleştirdiği bir takım savunma ve avunmalar var. Kasıt yok. İlk onlar başlattı. Elbet kendimizi savunacaktık. Ölümler kazaradır. Biz de çok kayıp verdik. Böyle kötü şeyler her ülkenin geçmişinde var. Batı önce kendine baksın. Bu yalan propagandayı hep diasporanın malî gücü yaptırtıyor. Hepsi, uzun boylu düşünmeksizin, sağlam bir bilgi ve argüman mı diye sınamaksızın, tutarlı bir vizyon olmaksızın ihtilâçlar halinde sağa sola savrulmaya başlıyor. Çamurlu bir selin getirip yığdığı molozları gözünüzün önüne getirin. Sanki birileri yeni yağmur ve fırtınalara karşı tümüyle açıkta kalmamak için gene gidip bu kırık dökük tahtaları, uyumsuz cam çerçeveyi, kapı pencere kalıntılarını devşiriyor. Şuraya buraya derme çatma, kevgir gibi akıtan barakalar dikiyor. Uzun süre oturulacak, düzgün ve temiz bir ev kuramıyor.
Bu ortamda Başbakan Davutoğlu’nun 20 Nisan 2015 mesajı iyi oldu gerçekten. Bir yıl önceki 23 Nisan 2014 Taziyesinin ruhuna ve çok büyük ölçüde metnine sadık, hattâ bazı bakımlardan daha da ileri, önemli bir onarım. Saygı duyuyor, kıymetini biliyor ve Serbestiyet’in Haberler bölümünde yayınlandığı halde, eksiksiz tam metnini buraya da alıyorum.
Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında, asırlardır barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamış olan farklı etnik ve dini kökenden pek çok Osmanlı vatandaşı, hafızalarda derin izler bırakan büyük acılar yaşadılar. Birinci Dünya Savaşı koşullarında bu acıları yaşayan, farklı etnik ve dini kökene mensup milletlerin torunları olarak yaşananları anlıyor, hayatını kaybeden masum Osmanlı Ermenilerini saygıyla anıyor, torunlarına taziyelerimizi sunuyoruz. Osmanlı Ermenilerinin hatırasına ve Ermeni kültürel mirasına sahip çıkmak Türkiye için tarihi ve insani bir görevdir. Bu anlayışla, bu yıl 24 Nisan günü Ermeni Patrikhanesince düzenlenecek dini bir törenle, Osmanlı Ermenileri tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de anılacaktır. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın Başbakan olduğu dönemde, 23 Nisan 2014 tarihinde yayınladığı mesajda belirtildiği gibi, “Türkiye ve Ermenistan'ın, birlikte, kendilerine yakışır bir törenle” Osmanlı Ermenilerini anmaları çok daha anlamlı olurdu. Tarih siyasete alet edilmediğinde, bu olgun ve erdemli duruşun gerçekleştirileceğine inanıyoruz.
Kadim Anadolu medeniyeti tarihimize sahip çıkmayı, sevincimizi ve acımızı birlikte anmayı, yaralarımızı birlikte sarmayı ve geleceğe birlikte bakmayı öğretmiştir. Hrant Dink'in ölüm yıl dönümü vesilesiyle 20 Ocak 2015 tarihinde yayınladığım mesajda ifade ettiğim üzere “iki kadim halkın birbirini anlama ve birlikte geleceğe bakma olgunluğuna ulaşmaları mümkündür.” Bugün de, tarihi sorumluluğumuzun ve insani görevimizin bir gereği olarak, acılar arasında ayırım gözetmeden yüzyıl önce yaşanan olaylarda hayatını kaybedenleri saygıyla hatırlıyoruz. Öte yandan, acılarımızın hafiflemesi için hayatını kaybedenleri hatırlamak kadar, geçmişle dürüstçe yüzleşmenin de önemli olduğuna inanıyoruz. Birinci Dünya Savaşı'nda yaşananların nedenlerini ve sorumlularını tespit etmek mümkündür. Ne var ki, her şeyi tek bir kelimeye indirgeyerek, sorumluluğu genellemeler yoluyla sadece Türk milletine yüklemek, hattâ bunu bir nefret söylemiyle birleştirmek vicdanen de hukuken de sorunludur. Yüz yıl önce Türk ve Müslüman Osmanlı vatandaşlarının maruz kaldığı sürgün ve katliamların derin izleri bugün de hafızalardadır. Bu gerçeği görmezden gelmek, acılar arasında ayırım gözetmek, tarihi bakımdan yanlış olduğu kadar vicdanen de kabul edilemez. Nitekim geride bıraktığımız yıllar, çatışan hafızaların birbirine dayatılmasının sonuç getirmeyeceğini göstermiştir. Bu çerçevede, tüm Osmanlı vatandaşlarının hafızasına ve vicdanına saygı gösterilmesi, seslerine kulak verilmesi gerekmektedir. Hakikate ulaşmak için adil hafıza, duygudaşlık, saygılı bir dil, makul ve nesnel bakış yeterlidir. Türkiye, tüm görüşlerin serbestçe dillendirilip, özgürce tartışılabildiği, her türlü belge ve bilginin soruşturulabildiği bir ortam sağlayarak, ortak geleceği inşa etme hedefi doğrultusunda önemli pozitif adımlar atmaktadır. Yüz yıl önce, sevinç ve hüzünde aynı kaderi paylaşmış iki halkın torunları olarak bize düşen ortak sorumluluk, yüzyılın yaralarını sarıp, insani bağlarımızı yeniden tesis etmektir. Türkiye, bu sorumluluğa kayıtsız kalmayacak, dostluk ve barış için elinden geleni yapmaya devam edecektir. Bütün üçüncü taraflara da tarihi yaraları deşmek yerine, adil hafızaya ve ortak barışçıl geleceğe dayalı bir tutum benimsenmesi çağrısında bulunuyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle, 1915 yılında, tehcir sırasında hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerini bir kez daha saygıyla anıyor, çocuklarının ve torunlarının acılarını paylaşıyoruz.
2015 başından bu yana, Çanakkale kutlamalarının 18 Mart’tan 24 Nisan’a kaydırılıp soykırımı örtbas etmek için kullanılacağı endişesine, ya da son günlerde Papa’ya karşı bu kadar hırçınlık gösterilmesinin yarattığı hayal kırıklığı ve karamsarlığa rağmen, AKP’nin sonunda gene olumlu bir sürpriz yapması olasılığına hep açık kapı bıraktım. Bunu, çıktığım bazı televizyon programlarında da, 12-13 Mart’ta Padova ve 9-10 Nisan’da Venedik’te yapılan soykırım sempozyumlarında (ve özellikle soru-cevap bölümlerinde de), Financial Times’dan bir muhabire verdiğim ve 15 Nisan’daki yazısında alıntılanan demecimde de hep tekrarladım. Evet, bazı geri adımlar var ama, bakalım — dedim — tam 24 Nisan arifesinde ne diyecek, nasıl konuşacaklar. Tesadüf, daha dün, 20 Nisan Pazartesi sabahı, yani Davutoğlu’nun demecinden birkaç saat önce, BBC World’dan gelip uzunca bir çekim yaptılar (24 Nisan akşamı ana haberlerinde yayınlanacakmış). Hem 14-15 Nisan yazılarımdaki eleştirilerin, hem de “soykırımı dikte ettirme siyaseti”ne olumsuz bakışımın bir kere daha üzerinden gittim. Hükümetin son zigzaglarının, ne kadar üzücü olursa olsun geçici bir tökezlemeyle sınırlı kalacağına ilişkin (it may be no more than a blip) umudumu vurguladım.
Çok da yanılmadığımı sanıyorum — ama bu, bazı karmaşık sorunları görmeye engel olmamalı. Bardağa yarı yarıya boş diye mi, yarı yarıya dolu diye mi bakmalı? Bu yeni söylem, tarihsel gerçekliği daha derinlemesine kavramanın önünde bir engel mi, o yönde dinamik ve arkası gelecek bir adım mı? Biraz yukarıda sözünü ettiğim, temiz ve oturulabilir bir ev olabilecek mi, yoksa zaman zaman gene şurası burası pislik ve molozla mi doldurulacak? AKP’nin üst düzey kadrolarının kafa karışıklığı sürecek, meselâ bazıları hem büyük acıları tanımaktan söz edip hem de “arandılar” türü lâflar etmeye devam edecekler mi? Yeni söylem, geçmişin inkârcılığından kalma vülger bazı klişelerden ne zaman, ne ölçüde arınacak?
Bunlar yapılabildiği ölçüde, asıl büyük sorun gündeme gelecek kuşkusuz. Başbakan Davutoğlu’nun çeşitli yazılarında vurguladığı önemli bir kavram, 2014 ve 2015 Taziyelerine de yansımış bulunuyor: Türkiye’nin “âdil bir hafıza” arayışı. Bu husus bütün acıların dengelenmesi ve simetrikleştirilmesi olarak anlaşılırsa, kötü tabii. Karşılıklı kayıpların sayılmasına indirgenirse, daha da kötü. Klasik inkârcılığa sığınma halini alması ise alternatiflerin en kötüsü. Ama soykırım gerçeğini (adına ne derse densin) silmeksizin, emperyalizmin rolü, Büyük Devletlerin kahhar müdahaleciliği, ya da imparatorluğun çöküşü sürecinde Balkanların ve Kafkasya’nın Türk Müslüman nüfusunun başına gelenlerin de tanınması gibi faktörlerin bütünsel bir analize entegre edilmesi biçiminde yorumlanıp uygulanırsa, sırf Türkiye gündeme getirdi diye ve “Türkler zaten hep mazeret arar” gerekçesiyle silinip atılmayacak derecede ciddi bir boyut. Türkiye bir çıkış ve kendi açısından sağaltıcı bir yardım aradığının sinyallerini veriyor. Bunu Batının ve bütün dış dünyanın duyması ve bir durup düşünmesi lâzım. Bazen, büyük çatışma ve anlaşmazlıklar habire bir tarafın üzerine gidip onu ezmeye ve burnunu sürtmeye çalışmakla çözülmez. Kilit önemdeki o tarafı köşeye sıkıştırmak yerine, o köşeden çıkmasını sağlayıcı bir el uzatmak çok daha yararlı ve akıllı olabilir.
Gerçi şu andaki durum öyle ki, bir yandan Türkiye’nin eski söylemi yenisini bozup kirletiyor, özel tınısının duyulmasını engelliyor. Diğer yandan, hele şu 2015 yılında “dışarısı” da fazlasıyla “soykırımı dikte ettirme”ye kilitlenmiş vaziyette. Gene de, 20 Nisan sabahı tam da bu fikirle bitirdim BBC World’a söylediklerimi. Program yayınlansın; ben de eksiksiz metnini bu siteye koyacağım. Ayrıca unutmayalım; bunlar on beş yirmi yıl öncesine kıyasla çok daha zayıf engel ve olumsuzluklar.