1 Mayıs işçi bayramı, emek ve dayanışma günü.
Günün anlam ve ehemmiyetine uygun gündemin ne olmasını beklerdiniz?
Türkiye'deki işçilerin hakları, sorunları, hükümetten, toplumdan, siyasetten, sendikalardan beklentileri. Türkiye'nin kanayan yarası iş kazaları, çalışma koşulları. Yaklaşan seçimler öncesi partilerin vaatleri, uygulanabilirlik durumları. Türkiye'de OECD ortalamasının çok altında olan kadın istihdamının nasıl arttırabileceğine yönelik tartışmalar. İş yerlerinin kadın dostu olarak nasıl dizayn edilebileceğine dair öneriler. Başarı hikayeleri: işçilerine Türkiye standartları üzerinde imkân sunan örnek iş yerleri. Kötü örnekler: iş kazalarına sebebiyet veren ihmallerin müsebbibi yöneticiler, sermayedarlar, denetçiler… Vesaire, vesaire.
Yani, işçilere dair, onların sorunlarını irdeleyen, haklarını, yaşam kalitelerini arttırmayı hedefleyen bir gündem olmasını beklemez miydiniz? Tüm kameralar o gün bu meseleye yöneltmişken merceklerini, işçi meselesi üzerine siyaset yapan grupların bu fırsattan istifade kendi gündemlerini Türkiye'de anaakıma dayatmalarını beklemez miydiniz?
Ben beklerdim.
1 Mayıs 2015 günü ise tüm bu asli meseleler tali kaldı. Türkiye'nin gündemi Taksim oldu.
Buraya kadar yazdıklarıma çok kişinin itiraz edeceğini sanmam. Taksim'i 1 Mayıs'ın asli gündemi olarak görenler bile zannediyorum ki bu günün asıl gündeminin Taksim olmaması gerektiğini gönülsüz bir ifade ile bile olsa kabul edecektir.
Muhtemelen bu konuya dair asıl ve keskin fikir ayrışması, 1 Mayıs'ta yaşananın sorumlusu kim sorusunun cevabında düğümleniyor. Türkiye'deki siyasi gerilimin suçlusu kim?
Hükümetin 1 Mayıs'ta Taksim'e izin vermemesini doğru bulanlardan değilim. On yıllar sonra, 2010 yılında Taksim'i 1 Mayıs'ta açan hükümeti o dönem bu kararı nedeniyle destekleyip, bu özgüvenli, demokrat tavrı övenlerdendim. Bugün, 2010'da alınan tavırları değiştirecek bir sebep olduğunu da düşünmüyorum. Muhaliflerinin anti-demokrat tavırlarının, hükümetin anti-demokrat uygulamalarını meşrulaştırdığına ikna da olamıyorum. Taksim, şehrin yaşayan ve aynı zamanda şehrin siyasi-sosyal hafızası niteliğinde meydanı. Taksim'de düzenlenecek gösteriler bu şehrin dokusuna renk katıyor, bu şehrin renkliliğini, çoğulculuğunu simgeleyen bir unsur işlevi görüyor. Bu alanı gösterilere açmak, Türkiye'de normalleşmeye hizmet eder, şehrin değerini arttıran bir unsur olur.
Peki neden hükümet 1 Mayıs gösterilerine Taksim'de izin vermedi, neden Taksim yerine Kadıköy ve Bakırköy alternatiflerini sundu?
Bir proleter devrimden korktuğu için mi?
Türkiye'de işçiler ve düşük gelir grupları arasında diğer partilere göre çok daha fazla teveccüh bulan AK Parti’nin bundan endişe ettiğini hiç sanmam.
1 Mayıs günü Türkiye'deki milyonlarca insan kendilerine epey yabancı bir siyasi inatlaşmayı izledi. İzin verilen miting alanlarını kabul etmeyerek, Taksim'de gösteri yapmak için ısrarcı olan göstericileri (ki bu göstericilerin içlerinde barışçı olanlar da vardı, ellerinde molotof kokteyli olanlar da) ve onlara karşı polisin müdahalesini izledi. Ellerinde artık sadece soğuk savaş müzelerinde bulunabilecek sembollerle süslü pankartlarla, değişmeyen sloganlar atan göstericileri izledi. Polisle tartışan muhalefet vekillerini izledi. Tüm bunlar olurken, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın işçilere yönelik hükümet politikalarını anlattıkları konuşmalarını izledi. Çoğunluk ne hissetti? Ne düşündü? Buna dair elimizde bir alan çalışması yok, ancak önceki deneyimlerden bir gözlem çıkarmak mümkün.
Gezi olayları ile sokağa taşan ve sokak konusunda ısrarcı olan siyaset Türkiye'de kazandırmıyor. Gezi olaylarından sonra gerçekleşen iki seçimin kazananı AK Parti oldu.
Türkiye'de siyasi kutuplaşmanın yapısal olduğunu, aktörlerin davranışlarından bağımsız olduğunu düşünenlerdenim. Bu kutuplaşmanın ardında uzun bir tarih, derin kültürel ayrışmalar, kimliksel farklılaşmalar ve sınıf faktörü yatıyor. Bu kutuplaşmayı daha görünür kılan siyasi gerilimlerin sorumlusu ise hem iktidar, hem de muhalefet.
Fakat bu kutuplaşmanın kazananı iktidar partisi ve iktidar partisinin temsil ettiği zihniyet.
Yani, Türkiye'ye istikrar vaat eden, siyaseti sokak ekseninde değil icraatte tanımlayan, sandık vurgusu yapan, hatasıyla sevabıyla makuliyet sınırları içinde hareket eden bir zihniyet.
Berat Özipek'in, Serbestiyet sitesinde yayınlanan “Dildar Nine kime oy verecek?” yazısından uzun bir alıntıyla bitirmek gerekirse:
“2009 yerel seçimleriydi.
“Kılıçdaroğlu bütün seçim söylemini yoksullar üzerine kurdu. Ama yine zenginler ona oy verdi, yine yoksullar vermedi” demişti bir arkadaşım.
Gerçekten de ilk bakışta tuhaf bir durum vardı ortada.
Zenginden alıp yoksula vermeyi vadeden bir partiye, yoksulun oy vermemesinin iki açıklaması olabilirdi:
Birinci ihtimal, o ülkenin yoksulları o kadar gözü tok insanlardı ki, para, mal-mülk istemiyorlardı.
İkinci ihtimal, inanmıyorlardı.
Her kesimden seçmenin, seçim vaatlerinin ötesini görmesini mümkün kılan bir tecrübe birikimi ve bir hafızası vardır.
Ve verilecek oyu, sözlerden çok o belirler.
Bu anlamda zenginler de yoksullar da tutarlıdır aslında.
Kadıköy, Beşiktaş ve Şişli halkı da tutarlıdır; Sultanbeyli, Esenler ve Ümraniye halkı da.
Tutarlı olmayanlar, buradaki sınıfsallığı göremeyip, “seçmen iç çekişmeler yüzünden solu cezalandırdı” türünden yorumlar yapanlardır.
Ama bütün bunlar bir yana…
Halk neden hata yapsa bile Ak Parti’yi iktidara getiriyor da en bol keseden vaatlerde bulunsalar bile onları getirmiyor?
Soru budur.”
Bu sorunun yanıtını geçtiğimiz 1 Mayıs'ta aldığımız kanaatindeyim. İşçi bayramının gündemini işçiden çalan, Taksim üzerinden bir siyasi inatlaşma uğruna harcayan bir muhalefeti inandırıcı bulmayan işçilere kızabilir miyiz cidden?