Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Dış” korkusu (10) Bu nasıl bir kibir?

“Dış” korkusu (10) Bu nasıl bir kibir?

Nasıl bir ruh hali, bir ülkeyi yönetenleri, bütün ülkelerin doğal âfetler karşısındaki en basit, en çıkarsız, en olağan dayanışma koşullarında dahi, aslında pekâlâ yardıma hem de çok ihtiyaç duyduğu halde yardım istemiyormuş gibi yapıp insanlığa sırt çevirmeye, hattâ bunu bir millî gurur meselesi haline getirmeye sevkedebilir?

[9-10 Ağustos 2021] Sanayi Devrimi sonrasında, 19. yüzyıl iyimserliğinin bir türeviydi, İnsanın artık Doğayı kontrol altına almış olduğu inancı. Man and Nature, Man versus Nature. Evet, böyle büyük harflerle yazılıyor ve (27 Temmuz’daki “Dış” korkusu (5)’te  genişçe alıntıladığım Komünist Manifesto’nun yazarları dahil) bütün modernistlerce, artık büyük ölçüde halledilmiş bir mesele sayılıyordu. İnsan, biyolojik ve toplumsal evriminin ilk aşamalarında henüz doğa karşısında çok çaresizdi; bu doğru. Yüzbinlerce yıl boyunca bu konuda çok mesafe katetti; habire yeni teknikler ve teknolojiler geliştirerek hemen her koşul ve ortamda varolmayı öğrendi; bu da doğru. Ama (1) kesin ve mutlak kontrol mümkün müydü ve hattâ (2) bu süreç hep insanın lehine mi gelişecek, hiç mi tersyüz olmayacaktı?

Son iki sorunun cevabı bugün daha açık. Sözünü ettiğim 19. yüzyıl iyimserliğinin nasıl bir hubris, nasıl bir “trajik hatâ” olduğu, gelmiş geçmiş en yaratıcı ve aynı zamanda en yıkıcı, en istilâcı tür olarak Homo sapiens’in frensiz ihtirasları karşısında gözler önüne seriliyor. Doğanın limitte her türlü teknolojiyi altedebilen karşı durulmazlığı, bir yandan depremler, yanardağ patlamaları, fırtınalar (Katrina), tsunamilerle kendini “olağan” mecrasından hatırlatıyor. Dış uzaydan gelebilecek ve gamma ışınları veya asteroid çarpması (deep impact) tehlikelerinin de daha çok farkındayız — ve bu kadar büyük makro-determinasyonlar karşısında aczimizin, hiçbir şey yapamıyacağımızın da. Diğer yandan, şimdi bunlara doğa üzerindeki olumsuz etkimizin ürettiği “olağanüstü” tehditler ekleniyor. Sadece bir yığın başka canlı türünü yokolmanın eşiğine getirmekle kalmıyoruz. Küresel ısınma yoluyla kendi sonumuzu hazırlıyoruz.

Infographic

Şu son orman yangınları dalgası, artık bunu iyice soktu gözlerimize. Madalyonun diğer yüzünde, bir uyanış da yaşanıyor ve yayılıyor. Ben bu satırları yazarken, Birleşmiş Milletlerin şemsiyesi altındaki Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC, Intergovernmental Panel on Climate Change) son raporunu yayınladı. Durum çok, çok vahim. BM Genel Sekreteri Gutierrez, “insanlık için kırmızı alarm”dan söz ediyor. Ve ekliyor: Artık hiçbir itiraz, hiçbir mazeret kabul edilemez. Bilim insanları da aynı görüşte: Bu rapor, iklim değişikliğinin doğal değil insanî nedenlerden kaynaklandığını, en ufak bir kuşku payı bırakmamacasına, bütün gerekçeleriyle ortaya koyuyor. İçinde (hemen üstteki gibi) öyle grafikler var ki, hem sırf doğal nedenler söz konusu olsa geçmiş yüz yılda ve önümüzdeki onyıllarda ortalama ısının nasıl seyrettiği ve seyredebileceğini (aşağı yukarı statik kalacağını) gösteriyor. Hem de insan faaliyeti yüzünden gerçek eğrinin nasıl tırmandığını hemen üzerine yerleştiriyor.

Hepimiz aynı gemideyiz. Ve bu gemi batıyor, batabilir. Çok âcil, çok radikal bir şeyler yapmazsak. Bu bilinç en azından Avrupa’ya, Avrupa Birliği’ne, Avrupa kamuoyuna hakim. Felâketle doğrudan yüz yüze olan toplumlara bakışa da yansıyor. Bir tartışılmazlık var, yardım konusunda. İşte şu, batan bir gemiden yolcuları kurtarmak gibi. Mutlaka yardım edecek ve aynı zamanda yardım isteyebileceksin. Hayır, hiçbir şey eksiltmez senden, senin insanlığından. Tersine. Yardım alıp verirken, kendi insanlığını daha iyi algılarsın. İnsanlık ailesi içinde daha sağlam, daha normal, o kadar eğreti ve dikenli olmayan yerini alırsın.

HelpforAustralia kampanyasıyla yarım milyar dolar toplayan Avustralya size çok uzak geliyorsa, Yunanistan farkı hemen önümüzde. Yaşananlar Türkiye ile aynı. Reaksiyon değişik. Bir. Başbakan Kyriakos Mitsotakis alçakgönüllü. Açıkça özür diliyor halkından, milletinden. Evia (Eğriboz) adası bir haftadır yanarken, televizyona çıkıp “yurttaşlarımızın acısını anlıyor ve paylaşıyorum” diyor. “Mümkün olan her şeyi yapmış olabiliriz, ama birçok durumda yetmediği ortada.” Evet, diyor, “eşi görülmedik boyutlarda bir doğal âfet karşısındayız.” Bunu kaydediyor ama arkasına sığınmıyor. Hükümetin görevi ülkeyi ve halkı korumaksa, bir başarısızlığı teslim ediyor.

İki. Yardım istiyor ve alıyor. Dünya ve Avrupa da gönülden veriyor bu yardımı. İngiltere, Fransa, Almanya ve daha bir dizi ülke, şimdiye kadar dokuz uçak, 200 araç ve 100 kadar da uzman itfaiyeci gönderdi Yunanistan’a. AB “Avrupa’nın şimdiye kadar en büyük ortak yangın söndürme operasyonlarından birini” harekete geçirdiklerini açıkladı. Başbakan Mitsotakis “yürekten şükran” duyduğunu ifade etti. Twitter’da “Bu zor zamanlarda Yunanistan’ın yanında durduğunuz için teşekkür ederiz” dedi.

Bu mudur, bu yakınlık tablosu mudur, millî gururumuz adına istenmeyen? Ne olurdu yani, AB “Avrupa’nın şimdiye kadar en büyük ortak yangın söndürme operasyonlarından birini” de Türkiye için harekete geçirse ve açıklasaydı? Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Bu zor zamanlarda Türkiye’nin yanında durduğunuz için teşekkür ederiz” diye karşılık verseydi?

Engel ne? Engel ideolojik. Meşruiyetin “dış” düşmanlığı üzerine inşa edilmesi. Dünya ile işbirliği yapmak değil, dünya ile çatışmak, dünyaya meydan okumak (öyle gözükmek) üzerine inşa edilmesi. Ama bu duruş ve söylem artık iyiden iyiye Türkiye’nin ayağına dolanıyor.

—————————-

(*) Önceki yazımda kötü bir hatâ yaptım. “Sekiz kamusal kişiliğin, popüler kültür alanıyla sınırlı kanaat önderinin, yeni moda deyimiyle influencer’ın” Yeni Asır’ın hiper-milliyetçi saldırısına maruz kaldığından söz ederken, “hemen ekleyeyim ki istisnasız hepsinin ismini ilk defa duyuyorum” da dedim. Tabii ki Fazıl Say’ı kastetmiyordum; bırakın, büyük piyanistliğini, haklı ulusal ve uluslararası şöhretini, şahsen tanışıyoruz da. Kızgınlığım içinde aklım, ilk yedi gençte ve nasıl hedef gösterildiklerindeydi. Dikkatsizliğim için özür dilerim. HB.   

- Advertisment -