[14 Kasım 2015] Sabah kalktım; her zamanki gibi, henüz uyku sersemi vaziyette, önce cep telefonuma baktım, mesaj ve e-postaları görmek için. Kızımdan geceyarısı bir not. “Olaylar olduğunda,” diyor, Paris’teki arkadaşı (X) baby-sitting’deymiş; neyse ki eve dönmüş sağ salim. Devam ediyor: “Çok stres oldum. Elim ayağım boşaldı.” Allah allah, ne demek bu şimdi? Ne oldu ki Paris’te? Televizyonu açıyorum ve başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Tam bir kan banyosu. Altı ayrı noktada, aşağı yukarı eşanlı saldırılar. Maskesiz çoluk çocuk, içeri giren. Kalaşnikoflarla ateş açıyor ve rastgele herkesi tarıyorlar. Bir gençlik konseri ve 120 ölü. Gene gençliğin gittiği bir kafe ve 40 ölü. Fransa-Almanya hazırlık maçına bombalar ve orada da 5-10 ölü. Can kaybı belki toplam 200’ü bulacak.
Charlie Hebdo’nun bin beteriyle şoka uğramış, felç olmuş bir ülke. Sınırlar (bir süre) kapatılmış. Bütün tren, uçak vb seferleri iptal edilmiş. Paris’e 1500 asker sevkedilmiş. Devlet Başkanı Hollande, G-20 toplantısı için Antalya-Belek’e gelmekten vazgeçmiş.
Ve şimdi tabii, muazzam bir güvenlik sorununu da Türkiye yaşayacak. Yaşıyor zaten. Mesele sadece G-20 de değil. Sonrasında, daha aylar ve yıllar boyu Türkiye, Batı’dan çok daha fazla, Amerikan yönetimlerinin sonsuz aptallığının ürünü olan Irak ve Suriye’deki kaosa komşu yaşamaya ve o kaos sayesinde, o kaosun içinde yuvalanıp kendisine güç ve mekân bulan İslâmî cihadizmin en aşırı biçimi olarak IŞİD terörünün başlıca hedefleri arasında yer almaya devam edecek.
Bu, çağımızın acı bir gerçeği. Terörün ideolojisi olmaz demek çok yanlış. İdeolojisine bakarak şu veya bu terör biçimini kendimize yakın hissedemeyiz; hepsine karşı tavır almalıyız demek istiyorsanız, ne âlâ; o zaman öyle söyleyin, haklı olursunuz. Ama terörün ideolojisi olmaz demeyin, çünkü aslında terörün her zaman bir ideolojisi var. İdeolojisiz terör olmaz demek, gerçeğe çok daha yakın. Sorun şu: Bazı büyük ideolojik akımlar çıkar; belki çok radikal, çok mutlakçı başlar, sonra başka düşünce ve inanışlarla birlikte yaşamayı kabullenir, çoğulcu demokrasiye adapte olurlar. Merkezleri ve ana mecraları ılımlılaşır; ne ki, bu süreçte marjları, periferileri, aşırı uçları tepkisel olarak büsbütün radikalleşip, “ultra”laşıp şiddete ve teröre yönelebilir.
Bunu Marksizm ve sosyalizm gözlerimizin önünde yaşadı; çökmeden önce gövdesi itibariyle nisbeten demokratikleşti ama aynı zamanda çeşitli sol terör fraksiyonlarını doğurdu. Millliyetçilik, daha somut olarak bu ülkenin Türk ve Kürt milliyetçilikleri, illâ şiddete yapışmak zorunda değil(di). Ama 1960’lar ve 70’lerde aşırı Türk milliyetçiliği Ülkücüler veya Bozkurtlar varyantı üzerinden terörist kesilmişti. Şimdi ise Kürt milliyetçiliğinin PKK varyantı sürekli şiddete oynuyor. İslâmiyet ve İslâmcılık, küresel ve kitlesel bir sosyal adalet arayışı boyutuyla bir bakıma Marksizmden açılan boşluğu doldurdu. Ve bugün o da moderniteye ve demokrasiye entegre olma aşamasında. Bu geçişin sarsıntı ve çeşitlenmelerini yaşıyor. Gövde, asıl büyük kesimler, sonuçta adaptasyon ve barış içinde bir arada yaşama noktasına gelecek. AKP ve Türkiye, bunun şimdiden en ileri örneği. Öte yandan, geniş boyutları ölçüsünde ister istemez heterojen bu çağdaş, evrensel İslâmcı akımın elbette çok radikal, şiddet yanlısı, terörist aşırı uçları da olacak. Nitekim var. Bir bütün olarak cihadizm böyle bir marj. Marjın da marjında ise El Kaide ve IŞİD gibi, evet, düpedüz İslâmcı terör örgütleri yer alıyor.
Dolayısıyla, aynen bir zamanlar görece daha dürüst ve namuslu sosyalistlerin Marksizm adına yapılan çok kötü şeylerle aralarına sınır çizmek zorunda olmaları; bunu bazen başarabilmeleri, bazen başaramamaları; başaramadıklarında da (en basiti, Sovyetlerin Macaristan, Çekoslovakya ve Afganistan işgallerine karşı tavır alamayışlarında görüldüğü üzere) mutlaka siyasî bedelini ödemeleri gibi, bugün İslâmcılığın ana akımı ve ılımlı, demokratik varyantları da ister istemez aynı sorunla karşı karşıya. Ve kolay kolay bitmeyecek, gitmeyecek, kaybolmayacak. Herşey bir yana; İsrail Filistin’i (ve Filistin İsrail’i) kanatmayı sürdürdükçe, yıkılan diktatörlüklerden açılan keşmekeş alanında bazı Sünnî kesimlerin fanatizmi yükseldikçe, buna karşı İran ister “büyük devlet” olma hevesi ister kendi etrafında bir güvenlik koridoru arayışı içinde bir tür Pan Şiizm politikasıyla mezhep kavgalarını büsbütün körükledikçe, Ortadoğu hep kaynayacak. Bu yüzden, “kritik bir kütle”ye az çok ulaşmış (IŞİD veya PKK gibi) bütün özel ideolojik şiddet grupları (potansiyel devlet çekirdekleri) için de kendi teritoryalitelerini oluşturup devletleşme umutları şu veya bu ölçüde canlı kalacak. Üstelik bunlar fiilen birbirlerinden güç de alacak. Kâh IŞİD vuracak, kâh PKK. Türkiye IŞİD sorununu (kendi başına) çözemez ama Kürt sorununu pekâlâ çözebilir. Ve âcilen çözmek zorunda. Aksi takdirde, bu çifte badireyi uzun süre yaşayacak. Öyle soğuk ve mesafeli de konuşmayalım; bundan böyle hepimiz yaşayacağız bunu, günlük hayatımızın her ânı ve zerresinde.
Gelelim Batı’ya, daha doğrusu Batı medyasına. Geçtim, bu dalganın yükselişinde kendi tarihsel günahlarıyla yüzleşmeyi. Çok daha basiti, Türkiye’nin kendilerinden çok daha kritik bu konumunu farkedecekler mi acaba? İlk işaretler, gözlerinin Avrupa dışında pek bir şeyi görmediği doğrultusunda. CNN’e bakıyorum; varsa yoksa Charlie Hebdo ve şimdi de bu vahşet. Ya da, “Fransa’nın 9/11’I, ikiz kuleleri” benzetmeleri. Peki, ya Türkiye? Kimin aklına geliyor, Diyarbakır’ı, Suruç’u, derken Ankara katliamını Beyrut ve Paris ile birleştirmek? Yoo, hiç böyle bir reaksiyon, bir acı paylaşımı göstermediler Ankara kurbanları karşısında. Çünkü konu Türkiye olunca başka iki faktör devreye giriyor. Birincisi, güya AKP’nın IŞİD’le dansı devam etmekte. İkincisi, Ankara katliamında devlet parmağı olmuş (yani Erdoğan’ın kendisi yaptırmış) olabilir. Bu safsatalar Batı’nın bazı kesimlerinin gözünü karartıyor, olayı bir bütün olarak görmelerine engel olmakta.
Aynen PKK’yı, HDP’yi, Demirtaş’ı ve harabeleşmiş bir Türk solunu körleştirdiği ve oportünistleştirdiği gibi.