Ana SayfaYazarlarDördüncü nesil savaşa bir cevap: IŞİD

Dördüncü nesil savaşa bir cevap: IŞİD

 

11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısının ardından ABD Savunma Bakanlığınca yapılan bir analiz ve hazırlanan rapor, Soğuk Savaşın (50’lerdeki şiddetiyle değilse de) hâlâ sürdüğü 70’li yıllara göre bir Üçüncü Dünya Savaşı olasılığının üç kat azaldığı; herhangi iki veya daha fazla ülke arasında oluşacak bölgesel bir savaş olasılığının ise yine Soğuk Savaş yıllarına kıyasla yarı yarıya azaldığı iddiasında.

Burada “savaş”tan kastedilen, tarih içinde “birinci nesil” ve “ikinci nesil” olarak adlandırılan savaşlardan sonra gelen “üçüncü nesil” klasik savaş formatı. Bu yorumun altını çizmek gerekiyor.

Savaş doktrinlerinde son zamanlarda ortaya çıkan bir yaklaşıma göre, “birinci” nesil, ateşli silahların kullanılmaya başlamasıyla zaman ve mekân içinde sınırlı cephelerde kesikli kapışmalar şeklinde seyreden ulus-devlet savaşları (örneğin Napolyon dönemi); “ikinci” nesil, zaman ve mekân içinde daha sürekli, hattâ statik cephelerde, çoğu zaman düşmanı görmeksizin başvurulan yoğun (topçu) ateş gücüne dayanarak verilen topyekûn endüstri savaşları.   

 

Bundan sonraki “üçüncü” nesil için kullanılan bir deyim, manevra savaşları. Düz bir hat boyunca karşılıklı uzanan cepheler yerine, mekânı daha geniş ve yaygın olarak kullanmayı; massif taarruzlar yerine boşluklardan sızarak savunmayı küçük parçalara bölüp kuşatma ve yoketmeyi içeriyor. İlk örneklerine Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların 1916’dan kullanmaya başladığı (İngiliz ve Fransızların da hızla alıp uyguladığı) özel eğitimli stosstruppen (hücum taburları) taktiklerinde ve az sonra, Anadolu’daki Millî Mücadele’de (evrensel terminolojiyle Türk-Yunan Savaşı’nda) tekrar sahneye çıkan hareketli/oynak savaş olanaklarında rastlıyoruz. Tabii bu aşamanın asıl doruğu,  kara ve hava, hattâ kara-hava-deniz kuvvetlerinin koordineli olarak kullanıldığı İkinci Dünya Savaşı, özel olarak da Nazi savaş makinasının Blitzkrieg (yıldırım savaşı) yöntemi.  Daha yakın örnekler Ortadoğu’daki Altı Gün Savaşı ve İngiltere ile Arjantin arasındaki Falkland (Malvinas) Savaşı. Ayrıca incelenmesi gereken özellikleriyle 1990-91 Körfez Savaşı ve 2003 Irak Savaşı, “üçüncü”den “dördüncü” nesle geçiş sayılabilir.

İnsan ve araç bakımından büyük güçlerin mobilize edildiği, yıkımın her iki taraf için de genellikle kaçınılması arzulanan boyutlara vardığı “üçüncü” neslin artık tercih edilmemesi yüzünden, şimdi devrede “dördüncü” nesil savaşları var.

Bu “dördüncü nesil savaş” kavramını ilk kez ortaya atan, William S. Lind liderliğinde ve K. Nightingale, J. F. Schmitt, J. W. Sutton, G. I. Wilson’dan oluşan bir grup. Bunlar insanlık tarihindeki savaşlara makro planda bakan savaş tarihçileri değil; olaya daha dar bir taktik çerçevede yaklaşan askerî uzmanlar. 1989 yılında ABD deniz piyadelerinin resmî yayın organı Marine Corps Gazette’de yazdıkları The Changing Face of War: Into the Fourth Generation (Savaşın değişen yüzü: dördüncü nesle doğru) başlıklı makalelerinde şu tarifi yapıyorlar:

 

“Dördüncü nesil savaş; savaş ile barış arasındaki ayrımın bulanıklaşıp ortadan kalkacağı savaş. Bu savaşın, muhtemelen belirlenmiş muharebe alanlarının veya cephelerinin olmadığı, doğrusal olmayan bir hususiyeti olacaktır. Siviller ile askerler arasındaki fark ortadan kalkacaktır.”

Bu dördüncü nesil savaş, karmaşık ve uzun erimli. Politik ve askerî alanların yanısıra, aynı anda sosyo-ekonomik ve kültürel alanlarda da sürdürülüyor.

Terörizm genellikle bu savaş türünün bir parçası.

Dördüncü nesil savaşta, “küresel” (global) ile “yerel” (local) arasında sıkışıp kalan “ulusal” (national) kavramı fazla bir anlam taşımıyor; “vekalet savaşı” (proxy war) olarak devreye girip unsurlardan sadece birini oluşturabiliyor.

Taktik düzeyde, klasik gerilla harekâtı, modern teçhizat ve bağlantılı taktiklerle revize edilmiş olarak kullanılıyor.

Savaşçılar sadece yerel unsurlardan derlenmek zorunda değil. Nasıl bir  ideolojik temel söz konusuysa ona göre, yeryüzünün uzak noktalarından gelip çatışmaya dahil olabiliyorlar.Çatışmaya katılmak açısından ideolojik yakınlığın bir maske olarak kullanılması da söz konusu.

Savaş alanlarında artık giderek daha sık, hiçbir moral motivasyonla hareket etmeyen (ne ideoloji ve ne de din yüzünden seferber olan), neredeyse sırf adrenalin bağımlısı “savaş köpekleri”ne (dogs of war) rastlanıyor.

Dördüncü nesilde bir diğer savaşçı unsur ise yeni tür profesyoneller, yani “güvenlik şirketleri.” Bunlar özellikle yasal alanda tartışmalı eylem ve pozisyonlarıyla, giderek artan sıklıkta tartışma konusu oluyor.
 
Kültürel saldırı ve psikolojik manevralar da dördüncü nesil savaşın, medyayı tam ortasından araçsallaştırdığı, asli taktik unsurları.

Mitingler, hayalet uçaklar, feodal ilişkiler, para, endüstri, ticaret, eğitim, din, tehdit, şantaj, rüşvet, terör, seyir füzeleri ve medya ile siyasi parti ve dernekler — akla gelen gelmeyen boyutlarıyla, savaş karşıtı STK’ların bile silah olarak kullanılabildiği içinden çıkılmaz bir çorbayı andıran dördüncü nesil savaşın en kapsamlı uygulamalarından biri, yukarıda da belirtildiği gibi, ABD ve müttefiklerinin Saddam Hüseyin liderliğindeki BAAS rejimini yıktığı Irak işgali (2003).

Savaşın, müttefik kuvvetlerin Irak’ın Kuveyt sınırında toplanıp harekete geçmesi ve stratejik hedeflerin uzaktan seyir füzeleriyle bombalanmasından Bağdat’ın işgaline kadar olan kısmı, beklendiği kadar kanlı geçmeyip oldukça da kısa sürmüştü.

Irak ordusunun kimi unsurları ve düzensiz direniş grupları, birbirinden stratejik olarak kopuk kimi noktalarda görece şiddetle tutunurken, kimi bölgelerde müttefikler neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan ilerledi.

Gösterilen mukavemet, varolan işgale karşı durma iradesinin işaretiydi, ama ortada müttefik işgal kuvvetleriyle kıyasıya savaşa tutuşmuş bir Irak ordusu yoktu.

Özellikle de — bazı Batılı uzmanların bile, ABD özel birliklerinden daha iyi eğitim ve donanıma sahip olduğunu iddia ettiği, sayılarının 150,000 civarında olduğu, 500 top, 800 tank ve 1100 zırhlı araçla donatıldığı söylenen — Cumhuriyet Muhafızları’nın, bırakalım kayda değer bir varlık göstermeyi, savaşın bu işgal evresinde neredeyse ortalarda hiç görünmemesi, herkes için tam bir sürpriz oldu.

O işgal günlerinde medyada konuyla ilgili yazılanlara birkaç örnek: BBC: “Cumhuriyet Muhafızları nerede?” (http://www.bbc.co.uk/turkish/cumhuriyet_muhafizlari_nerede.shtml); Irak ordusu eski korgenerali Abdülemir Abeyiz: “Düşmanı Bağdat’a çekmek” (http://bianet.org/bianet/siyaset/17654-dusmani-bagdata-cekmek); Uluslararası Politika Akademisi: “Cumhuriyet Muhafızlarını hatırlayan var mı?” (http://politikaakademisi.org/2012/08/28/cumhuriyet-muhafizlarini-hatirlayan-var-mi/).

Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı gibi, Cumhuriyet Muhafızları komutanlarının müttefikler tarafından rüşvet ile satın alındığı ve bu yüzden savaş boyunca üzerlerine düşenleri yapmadığı iddiası yayınlık kazandı.

Bu iddia belki kısmen doğru olabilir, ama sayıları onbinlerle ifade edilen bu sert askerlerin, tabir caizse “buharlaşma”larını açıklamıyor.
 

İki olasılık var.

Ya, sayılarının sanıldığı kadar çok, güçleri o kadar büyük değildi, ama Saddam dahil çeşitli kaynaklarca abartılmıştı  (ki yine yukarıdaki kaynaklardan birinde, toplam sayıları 70,000’e düşürülüyor).

Ya da, ABD ve müttefiklerine karşı direnişi örgütlemek için yeraltına çekildiler.

İkinci olasılığın ucu bugünün IŞİD fenomenine kadar gelip dayanıyor.

Birçok eski Irak ordusu mensubunun IŞİD saflarında kritik görevlerde bulunduğundan defalarca söz edildi, ediliyor. Ayrıca bilinen gerçek şu ki, ABD ve müttefikleri asıl kayıplarını karşılarında Irak ordusunu bulmayı bekledikleri işgal sırasında değil, sonrasında tüm Irak’ı cehenneme çeviren direniş karşısında verdiler.

Yedi yılda hazırlanan ve üç gün önce, yani 6 Temmuz 2016 tarihinde emekli bürokrat John Chilcot tarafından açıklanan İngiliz hükümet raporu “Irak’ta askeri harekat son seçenek değildi” cümlesiyle özetleniyor.
 

Dönemin başbakanı Tony Blair’in “bütün sorumluluğu üzerime alıyorum” ifadesi de, kalkışılan harekatla ilgili bir tür özür niteliği taşıyor. O gün açıklananlardan bambaşka gerekçelerle başlatılan harekatın sonuçları bölgede el’an yaşanıyor ve daha yıllarca da yaşanacağa benziyor.

(Irak harekatının gerçek sebepleri konusunda, karar.com sitesinde 30.08.2015’te çıkan “9/11’den ortak operasyonlara Amerika” yazıma bakılabilir. Bu yazıda, Türkiye’nin IŞİD’ı desteklediği tezini eleştirirken konuyu 11 Eylül sonrası oluşan koşullar üzerinden ele almıştım; bkz http://www.karar.com/yazarlar/firat-erez/911den-ortak-operasyonlara-amerika-401.)

Irak’ın işgalinin üzerinden 13 yıl geçmişken, IŞİD bölgede ilginç bir taktik uyguluyor ve neredeyse hiç savunma yapmıyor.

Saldırırken savaş iradesiyle herkese korku salan örgüt, uzun hazırlıklarla oluşturulmuş, haberleri harekatlarından çok önce bütün detaylarıyla medyaya verilen, en iyisinden savaş teçhizatıyla donatılmış “kurtarıcılar” karşısında kayda değer bir varlık göstermeden, yalnızca (en uzun örneğini Kobani kuşatmasında gördüğümüz) bir oyalama savaşı vererek yıllarca tuttuğu mevzilerden kolayca çekiliyor.

Ama sonrasında, ya hiç beklenmedik bir yeri vuruyor, ya da çekildiği bölgeye beklenmedik bir zamanda ağır bir saldırı gerçekleştiriyor.

IŞİD’ın bu taktiğine bir örnek yine Kobani’den ve eski bir yazıyla gelsin: “Miştenur Hastanesi yıkıntısının altında ne var?” (http://www.karar.com/yazarlar/firat-erez/mistenur-hastanesi-yikintisinin-altinda-ne-var-390).

“Düşman ilerler, biz geri çekiliriz. Düşman kamp kurar, biz taciz ederiz. Düşman yorulur, biz saldırırız. Düşman geri çekilir, biz kovalarız” diyor Mao, Çin halk savaşının taktiklerini anlatırken.

IŞİD belki de bundan 13 yıl önce fiilen yürürlüğe konmuş yeni bir savaş konseptine, dördüncü nesil savaşa karşı geliştirilmiş bir cevabın bugüne kadar uzanan ucudur.

- Advertisment -