Lozan’daki ön anlaşmanın ardından, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin ülkesine hitaben yaptığı televizyon konuşmasının kritik bölümlerini çeşitli ajanslarda buldum. Serbestiyet de “Haberler” bölümünde vermiş; Ruhani, karşı taraf da sözünü tuttuğu ve anlaşma hükümlerine uyduğu takdirde kendilerinin de anlaşmaya sadık kalacağına yemin ediyor. Mesele sırf nükleer enerji ve silâh yapımı da değil; daha kapsamlı bir zihinsel değişim söz konusu. Nitekim “Bugün İran ulusunun tarihî hafızasında yer edecek bir gündür” diyen Ruhani şöyle devam ediyor:
“Bazıları bizim ya bütün dünyayla savaşmamız ya da büyük güçlere teslim olmamız gerektiği kanısında. Biz ise ikisine de karşıyız. Üçüncü bir yol da var. Dünya ile işbirliği yapmamız pekâlâ mümkündür.”
Daha ilk okuduğumda bu sözler bana çok önemli, çok çarpıcı geldi. İnsanlık tarihinde zaman zaman büyük ideolojik akımlar ortaya çıkıyor. Bazıları başlangıçta çok keskin, çok radikal olabiliyor. Müthiş bir saflık ve yüzde yüz doğruluk arayışına giriyor. Alabildiğine sekter kesiliyor; kendinden başka herkesi gerici, sapkın, kâfir, dönek, hain, günahkâr, burjuva, emperyalist vb diye şeytanlaştırıyor. Bütün bu “öteki”lerden ayrışma ve ayrılmaya kalkıyor. Hattâ bunu, insan yaşamının en temel ve basit pratiklerine kadar indiriyor. Yer yer özel bir dil, kıyafet, inanç, selâmlaşma, ibadet tarzı veya zikir yaratmayı deniyor. Yasak ve günahlar alanını alabildiğine genişletiyor. Her şeyiyle, ama her şeyiyle farklı, özel ve yepyeni bir dünya yaratmayı, daha doğrusu olmayı düşlüyor.
Derken bu aşırılıktan geri dönüş baş gösteriyor. Bazı fikir ve uygulamalarla daha fazla yol alınamayacağı ortaya çıkıyor. İnsan tabiatının (isterseniz, insanlığın limitlerinin diyelim) daha fazla zorlanamayacağı hissediliyor. Bir kısım yaptırımdan vazgeçiliyor. Yasak ve günah alanı tekrar daralmaya yüz tutuyor. Kaçınılmazlıklar kabulleniliyor; iç ve dış norm’lar birbirine yaklaşıyor; peşinden adım adım, yeniden dünyanın kalanına veya insanlık âleminin ana mecrasına katılma çabası geliyor.
(1) Hıristiyanlık, örneğin, bugün bir dünya dini, tam anlamıyla evrensel bir din. Ama bu her zaman böyle değildi. Wikipedia’ya bakılırsa, 2013 itibariyle dünya nüfusu 7 milyarın çok az üzerinde ve bunun 2.2 milyarı, yani yüzde 31.5’u Hıristiyan (Müslümanların sayısı ise 1.6 milyarı buluyor). Aşikâr ki Hıristiyanlık da, Müslümanlık da insanların bazı eğilimlerine çok ters düşseler, ya da dışarıya açılmak için bazı önlemler almasalar bu konuma gelemezlerdi. Bu açıdan bir adım, ilk küçük Hıristiyan cemaatlerinin İS 1. yüzyıl içinde bir noktada, artık kendilerini Yahudilerle sınırlamayı bırakıp, Yahudi doğmamış olanları da aralarına almaları oldu (erkekler için, sünnetli olup olmadıklarına bakmaksızın). Ardından, evlilik ve cinsel ilişki darboğazına gelindi. Georges Duby 1919-96) diye büyük bir Fransız Ortaçağ tarihçisi ve aydını vardı, benim de çok okuduğum ve sevdiğim. Le chevalier, la femme et le prêtre (1981; Şövalye, Kadın ve Rahip) başlıklı eserinin başlarında, sonraki birkaç yüzyılda Hıristiyanlığın nasıl çok çetin bir çileciliğe dönüşüp her türlü her türlü kadın-erkek ilişkisini günah saymaya kalkıştığına da değinir. Ama aşikâr ki bu fanatizm aşılamasaydı, zor tutunurdu münzevî keşişlerini mutlakçı Hıristiyanlığı, hayatlarında sevme ve sevilmeye muhtaç olan sıradan insanlar arasında. Dahası, kazara tutunsaydı, sıfır yeni doğuma karşılık doğal ölümler yoluyla, zamanla Hıristiyan cemaati ortadan kalkardı. Herkesin Hıristiyan olduğunu varsayalım; çoğalamayan bir insanlık, insanlığın da sonu olurdu.
(2) Aynı problem, devrimlerin ve devrim sonrası rejimlerin serüveninde de gözlenebilir. Fransız Devrimi ılımlı başladı; 1789’da sadece anayasa ve anayasal bir monarşi isterken, hızla radikalleşti ve “her şeyi” değiştirmeye, devrimcileştirmeye koyuldu. Feodal kültür ve ayrıcalıklardan sıyrılmak adına, insanlar birbirlerine illâ “Vatandaş” (citoyen/ne) yapaylığıyla hitap etmeye başladı; önce 1789’u, sonra cumhuriyet ilân edilen 1792’yi Yıl I kabul eden yeni bir takvim benimsendi; Jakobenlerin tepeden inmeciliği, devlet eliyle din yaratma denemesine — neredeyse tamamı Katolik bu ülkede, Katolikliğin yerine Robespierre’in icat ettiği “Yüce Varlık İnancı”nın (Le culte de l'Être suprême) 7 Mayıs 1794’te Konvansiyon tarafından benimsenmesine, ardından 8 Haziran’da yeni dinin ilk yortusunun devlet emriyle Fransa’nın her köşesinde kutlanmasına kadar vardı. Kemalizmin devletçi-emredici laikliğine etkisini ayrıca tartışmamız gereken bu çılgınlık, ancak Thermidor reaksiyonu ve bizzat Robespierre’in 28 Temmuz’da giyotine gönderilmesiyle son buldu.
(3) 1917 Ekim (Bolşevik) Devriminin ardından iş hükümet kurup ülkeyi yönetmeye geldiğinde, Troçki kabine ve bakan/lık gibi “burjuva” sözcüklerin yerine konsey ve komiser terimlerini önerdi. Böylece (1946’ya kadar) her bakanlık bir halk komiserliği, bakanlar kurulu da halk komiserleri konseyi oldu. “Vatandaş” şekilciliğinin yerine bu sefer “Yoldaş” şekilciliği geçti; millî olmayacak bir millî marş diye Enternasyonal kabul edildi; Sovyet ordusu uzun süre İç Savaş’taki gibi Kızılordu diye anıldı. Asıl önemlisi, Batı dünyası çok uzun süre düşman bellendi ve bu kapitalist burjuva âlemi ile Sovyet sosyalizminin uzlaşmasız bir ölüm-kalım mücadelesi içinde olduğu kabul edildi. Dünya devrimi hayalinin rafa kaldırılıp iki ayrı sosyal sistemin “barış içinde bir arada yaşama”sı perspektifinin benimsenmesi, ancak Stalin öldükten sonra, Kruşçev döneminde (1953-64) mümkün oldu.
(4) Mümkün olmasına oldu da, her bakımdan daha geriden gelen, ancak 1949’da iktidarı ele geçiren ve 1956’da henüz kendi ultra-radikalizmini dalga dalga yaşamakta olan Çin Komünist Partisi tarafından kısa zamanda “revizyonizm” sayıldı. 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya, Stalin’den sonra “en enn enn devrimci”liğin ne olabileceğini, Mao’nun Büyük İleri Atılım (1958-61) ve Büyük Proleter Kültür Devrimi (1966-76) örneklerinde görüp yaşadı. Herkes “Sun Yatsen üniformaları”na büründü; geçmişin olanca tarihî mirası toptan reddedildi; yüz milyonlarca köylü, Sovyet kolhozlarından da bin beter, “halk komünü” denen kışla düzeni içinde ailesiz yaşatılmak ve çalıştırılmak istendi; sanat “altı örnek opera”dan ibaret kalıp kurutuldu; Kızıl Muhafızlar terör estirirken milyonlarca insan Sovyetlerdeki Ukrayna holodomor’unu andıran büyük açlık ve kıtlıklarda can verdi. Buna karşılık 1970’lerin başlarındaki “masa tenisi diplomasisi”yle Çin’in hiç olmazsa siyasî bakımdan dünyaya avdet etmesini, 1970’lerin kalanı ve 80’lerin (kıyafet dahil her alandaki) normalleşme ve yeniden-Batılılaşma süreçleri izledi; bu çizginin devamı, 80’lerin sonlarından itibaren Çin’in komünist siyasal rejim altında giderek daha kapitalist bir ekonomiyi benimsemesine uzandı.
Bunlar gibi, 1979 İran İslâm Devrimi de hem kendi aşırı-radikallerinin — Şii Jakobenleri, Jdanovcuları ve Devrim Muhafızlarının — ABD’nin ve Batının topyekûn şeytanlaştırılmasından beslenen hegemonyasını, hem bu katılığa karşı sathın altında barınan ve gizliden gizliye yayılan bir kültürel reaksiyon ve değişimi başlattı. Ahmedinecad gibi bir dengesizin ardından, Ilımlılık ve Kalkınma Partisi’nin adayı Hasan Ruhani’nin 4 Ağustos 2013’te cumhurbaşkanı seçilmesi neyi yansıtıyordu? Nükleer enerji ön anlaşması için Tahran sokaklarında yapılan tezahürat ve Dışişleri Bakanı Cevad Zarif için düzenlenen, kahramanlara lâyık karşılama törenleri, neyin işareti?
Sovyetler Birliği’nin Kruşçev’le girdiği (İlya Ehrenburg’un ünlü romanının başlığıyla) Buzların Çözülüşü aşamasını, hafiften hafiften İran da yaşamaya başlıyor olabilir mi acaba?