Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDünya bizim değil

Dünya bizim değil

Savaş demek, ölüm ya da yerinden yurdundan edilmek demek. En azından biz ölümlü, sıradan, strateji vs’den anlamaya mecali kalmayan siviller için… Yerin altında metro istasyonlarında ya da sığınaklarda bebekleriyle, yaşlılarıyla, yardıma muhtaç olanlarıyla kalmak da, yollara düşüp kilometrelerce araba kuyruklarıyla ya da bazen düpedüz yürüyerek gitmek de esasen evden uzak olmak anlamına geliyor.

2012 yapımı bir filmin adı “Dünya Bizim Değil”, Arapça orijinalinde “Alam Laysa Lana”.

Lübnan’ın güneyinde Ayn el-Hilve mülteci kampındayız. Üç kuşaktır yersiz yurtsuz yaşayan ailelerle birlikteyiz. 1948’de Filistinli mülteciler için kurulmuş bu kamp. 2011’den beri Suriyeliler de gelmeye başlamış kampa. Günümüzde 120 bin kişi yaşıyor.

Yönetmen Mehdi Fleifel de hayatının bir bölümünü bu kampta geçirmiş, Avrupa’ya göçmen olarak gitmiş bir aileden. Ailesinin önemli bir kısmı hâlâ bu kampta yaşıyor. Film, kamera meraklısı babasının ve kendisinin yıllar boyunca yaptığı alabildiğine amatör kayıtlardan oluşuyor. Gösterime girdiği yıl irili ufaklı 30’dan fazla ödül kazanmış.

Dedesi, amcası, arkadaşları, mahalleliler ve bol bol sokaktaki çocuklar… Azıcık da anneannesi, çok az da görünmemeyi tercih eden yüzleriyle tanıdığı kadınlar…

Filmin tamamlandığı 2012 yılında 64 yıllık bir kamp Ayn el-Hilve. Kurulduğundan beri burada yaşayanlar var. Bir ömrü mülteci kampında geçirenler yani…

Yaşlıların aklında hep bir memlekete dönme fikri. 80 yaşına da gelseler, 60 küsur yıldır mülteci kampında da yaşasalar, hiç taviz vermiyorlar bu konuda. İsrail’in belini nasıl bükeceklerini düşünüyorlar hâlâ, onca savaşı onlar yaşamamış sanki… Bir sonraki savaşın İsrail’in sonu olacağından eminler. Televizyon izlerken bir yandan da İsrail’i çökertmek için iddialı planlar yapıyorlar. Gençlere unutmama tavsiyesi veriyorlar, İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion’ın o meşhur kehanetini boşa çıkarmaya çalışıyorlar: “Yaşlılar ölecek, gençler unutacak.”

Genci yaşlısı, kamerayı gören zafer işareti yapıyor. Çocuklar, büyükler, hepsinin de iki elinde birden “V”ler açılıveriyor. Zaferden o derece uzaklar ki aslında. Zaferi bırakın, gündelik hayatta “teselli ikramiyesi” niyetine hiçbir şey yok, yetişkinler ömürlerini tam anlamıyla geçsin gitsin bir an önce diye yaşıyorlar. 


1993, Oslo Barış Anlaşması. Mehdi iyi hatırlıyor, babası videoya çekmiş o töreni, izlemişler çok kere. Her yerde resimleri olan Arafat’ı da pek sevmiyorlar: Nasıl olur da elini ilk o uzatır? Nasıl olur da onları, mülteci kamplarında yaşayanları tamamen unutur? Barış Anlaşmasının bile görmediği bir yerde yaşamak ağır bir durum tabii.

Filistin için savaşıp ölenlerin defnedildiği mezarlıkta herkesin çok sayıda yakını yatıyor. Ölümle iç içe olmak böyle bir şey, yakınlar ölünce, ölüm de yaklaşıyor insana. Televizyonda bir ölünün yıkanışını izliyorlar, film gibi.

Ölüm gibi silahlar da her yerde, her zaman onlarla birlikte yaşıyorlar. Erkeklerin ayrılmaz parçası. Erkek çocukların da ellerinde silahlar var hep, öldürmece oynuyorlar. Eee oyun öldürmece olunca, ölenler de oluyor tabii. İşte orada bir tuhaflık var sanki: Oyun icabı ölen bazı çocuklar gerçekten ölmüş gibi yatıyorlar yerde. Hiç hareket etmeden. Derin bir sessizlikle. Bu gerçekçilik korkutucu. Mülteci kampında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu çok iyi anlatıyor.

Mülteci olarak Avrupa’ya gidenlerin arkasından ağlıyorlar. Tabii hepimiz anlıyoruz, gidenlere değil, kaldıkları için, kampın az ilerisinde sınırdaki memleketten o kadar uzaklaşamadıkları ve o umudu beslemenin ağırlığından kurtulamadıkları, yeni umutlara yer açamadıkları için kendilerine ağlıyorlar. 


Memleket çok yakın ama ulaşılabilir değil. “Savaşın ilk kurbanı gerçeklerdir” lafını duymuşsunuzdur, doğru tabii, ama daha öncelikli bir kurban var bence: Ev, memleket ya da daha doğru bir ifadeyle aidiyet duygusu…

Dört yılda bir aidiyet duygusu gelip geçici bir süreliğine kampa yerleşiyor. Dünya Kupası sayesinde. Özellikle kampın erkekleri dört yılda bir hayatın “beklemek”ten farklı bir anlamı olabileceğini farkediyorlar. Almanya mı? Arjantin mi? İtalya mı? Yoksa Brezilya mı? Televizyon karşısında maç izlerken ya da günün diğer vakitlerinde bayraklar ellerde “kendi” takımlarını çılgınca destekliyorlar. Hayat anlamlı hâle geliyor, kendilerini bir yere ait hissetmenin tadını çıkarıyorlar.


Yönetmen Mehdi’nin çok sevdiği, hatta kendisiyle özdeşleştirdiği arkadaşı Ebu İyad en çok anlatılan karakter. “Zamanla ilgilenmediğinden, ölümü normal bulduğundan” olsa gerek, çatıda elinde çay bardağı yakınlarda düşen füzeleri heyecanla izliyor. “Filistinli soğukkanlılığı” diyor Mehdi. Adını FKÖ’nün 1991 yılında öldürülen istihbarat şefinden alan ve uzun süre FKÖ’nün fraksiyonlarından El Fetih’e üye olan Ebu İyad o kadar sıkıcı buluyor ki yaşadığı hayatı, artık Filistinlilerin tamamının ölmesini, Filistinlilerin yeryüzünden silinip gitmesini istediğini anlatıyor. Belki bu derdine çare olur. “Lanet olsun bu silahlara” diyor, “lanet olsun devrime de”.

Kendini patlatarak ölen Filistinli intihar bombacılarının hayatlarını sona erdirmek için Filistin’i bahane ettiklerini düşünüyor. Ümitsizlik içinde. “Gelecek yok, iş yok, eğitim yok.” Sonra başka bir sahnede, durup dururken gülüyor, neden güldüğünü bilmiyor. Boşver diyor. Sonra da henüz çocukken Arafat’ın ajanı olduğu suçlamasıyla gördüğü işkenceleri sanki bir filmde izlemiş gibi anlatıyor, kabloları bağlamışlar, üzerlerine su sıkmışlar, ara ara elektrik vermişler.

Yönetmenin dedesinin üvey kardeşi Said de başrollerden birinde. O da hayatı nasıl bıraktığını anlatıyor uzun uzun. 13 yaşındayken İsrail işgali sırasında gösterdiği cesaretle halk kahramanına dönüşen abisi, Filistinli Rambo lakaplı Cemal’in ölümünden sonra işi deliliğe dökmüş. 90’ların başında Lübnan ordusu kampa girmeye çalışırken keskin nişancılar Cemal’i boynundan vurmuş, onu her hatırladığında, tabii ki, ağladığını ama asla hatırlamayı bırakmayacağını anlatıyor…

Son zamanlarda sanki bütün dünya koskocaman bir mülteci kampına dönüşüyor gibi bir his var içimizde. Dünyaya 80 milyona yakın mülteci yetmiyor olsa gerek. Ukrayna’nın işgali yeniden hayatları alt üst ediyor.

Savaş demek, ölüm ya da yerinden yurdundan edilmek demek. En azından biz ölümlü, sıradan, strateji vs’den anlamaya mecali kalmayan siviller için… Yerin altında metro istasyonlarında ya da sığınaklarda bebekleriyle, yaşlılarıyla, yardıma muhtaç olanlarıyla kalmak da, yollara düşüp kilometrelerce araba kuyruklarıyla ya da bazen düpedüz yürüyerek gitmek de esasen evden uzak olmak anlamına geliyor. Sabah uyanıp çocukları hazırlamak, kahvaltı etmek, belki bakıma muhtaç olanlarla ilgilenmek, işe gitmek, ev işleri yapmak bir gün birden lüks hâlini alıyor. Gündelik dertleri özlüyorsunuz artık. Yeni amaçlarınız oluyor muhtemelen. O gün hayatta kalmak mesela, yaralanmamak, hastalanmamak, geceleri uyumak, olan bitene alışmaya çalışarak daha az endişelenmeyi başarmak. Çocuklara da az da olsa umut aşılamak gerek.

Her şeyin geçeceğini düşünmek zorundasınız böyle bir durumda. Bir ihtimal, her şey değilse de çok şey geçecek, tabii o zaman bile hiçbir yetişkin ya da çocuk eskisi gibi olmayacak. Tabii ki, buna herkes razı olur. Şimdi Ukraynalılar için bunu diliyoruz. Çünkü dünyanın birçok yerinde çok sayıda insanın yaşadığı çok kötü bir ihtimal daha var: Bir mülteci kampında hayatını geçirmek. Hiç kimseye ait olmayan topraklarda üç kuşak yaşamak, vatana dönme umudunu korumaya çalışarak hayatın bitmesini beklemek.

Tüm bunların yaşandığına şahitlik edince, insanın kafasında naif bir soru beliriyor: Tüm bunlar ne için? Mehdi Fleifel eksik ama doğru bir cevap veriyor bu soruya: Dünya bizim değil!

- Advertisment -