Anayasa referandumunda yapılacak tercih tartışmalarında, anayasanın içeriği kadar rol oynayan içerik dışı motivasyonlar var ve bu hiç de şaşırtıcı değil. Bunların başında kimlikler üzerinden yaşanan kutuplaşma geliyor.
Seküler kesimlerin önerilen anayasaya “hayır” demelerini, demokrasiyi önemsemeleriyle değil, İslamofobi ve kategorik Erdoğan karşıtlığıyla açıklayan görüşler haklı olabilir. Fakat bu, önümüzdeki anayasa önerisinin demokratik standartlar açısından kabul edilemez olduğu gerçeğini değiştirmez. Doğrusu, bu nedenle, “hayırcı” hareketin katılımcılarının niyet ve ideoloji dünyası beni pek de ilgilendirmiyor.
Ben daha çok “evetçi” ya da kararsız olanların anayasanın içeriği dışında kalan endişeleri; kuşkuları üzerine düşünmeyi önemsiyorum. Zira bu kesimde, önerilen yeni yönetim biçiminin bariz sakıncalarını gören; bu anayasayı desteklemenin Türkiye için övünebilecekleri bir katkı olmadığını bilen; yola çıktıkları yerle vardıkları nokta arasında izahı güç, hazmedilemez bir uyumsuzluk olduğunu fark eden insanlar da var ve kanımca sayıları referandumun sonucunu etkileyecek kadar çok…
Erdoğan’ın önlerine koyduğu her şeyi gözü kapalı destekleyecek kesimlerin hiç az olmadığını tahmin etmek güç değil. Ancak Haziran seçimleri gösterdi ki, bu kesimler Ak Parti’yi tek başına iktidar yapabilecek güçte değiller. Erdoğan’ın meydanlara inmesi, kendi tayin ettiği Başbakan’la kamuoyu önünde tartışmalara girmesi, 400 milletvekili talep ederek başkanlık sistemini dayatması hiç de umduğu sonucu vermedi. Ne zaman ki ürkütücü bir şiddet eşliğinde istikrar kaybı ve beka korkusu tırmandı o zaman muhafazakâr kesimler yeniden Ak Parti çevresinde konsolide oldu. Haziran’da gidenler, fazla uzaklaşmadan Kasım seçimlerinde geri geldiler. Aslına bakarsanız onlar zaten pek “gitmemişlerdi”… Çünkü, bu kimliksel kutuplaşmada gidecekleri bir adres yoktu. Kürt bölgesinde HDP’ye; diğer bölgelerde geçirgenliğin elverdiği ölçüde MHP’ye doğru toplam 3-4 puan kan kaybı yaşanmıştı. CHP ise herhalde hiçbir Ak Parti seçmeninin aklından geçmemişti. Büyük bölümün Haziran’da yaptığı şey sandığa gitmemekti ve bu Ak Parti’yi iktidardan düşürmeye yetmişti.
O günlerden bugünlere yaşananların etkisini ölçme olanağından yoksunuz. MHP tabanının eğilimleri de önemli ölçüde gölgeli, belirsiz… Bahçeli’nin bu partiyi, siyaset dışı inorganik müdahalelerle elinde tutmayı başardığını ve 15 Temmuz’un birçok şeyi değiştirdiği gibi onun da imdadına yetiştiğini biliyoruz.
Özetle; çok katmanlı, farklı tonda renkleri barındıran bir iktidar bloku var.
Anayasa değişikliğinin içeriğini hazmedemeyen; tehlikeli ve yanlış bulan muhafazakâr ve milliyetçi çevrelerin, kararlı “hayırcı” cephenin sosyolojik ve siyasal bileşenlerine baktıklarında “kimliksel karşıtlık” buldukları açık. “Hayır” pozisyonunda durup , bulundukları hizaya baktıklarında rahatsız olmamaları imkansız. Ne yazık ki düşünceler kutuplaşmanın zincirlerine esir düşmüş durumda. “Ne”ye karşı ya da yanında sorusunun yerini, “kim”e karşı veya yanında sorusuna bıraktığı bir zihinsel kuşatma altındayız.
Herhalde hiçbir şey bu kutuplaşmanın körleştirici, kısırlaştırıcı etkisini, anayasa tartışması ve bizi bekleyen referandum kadar görünür kılamazdı. Bu toplumun her düşünceden, her inançtan, her sınıftan, her etnisiteden tek tek bütün bireylerini doğrudan etkileyecek temel yönetim kuralları belirlenirken, bu kurallardan çok kimlik aidiyetlerine göre biçimlenen tercihler… “Hayır” demeyi, “milli ve yerli şefçi” otoriter bir anayasaya yöneltilmiş demokratik bir itiraz olarak görmek yerine, “vesayetçi Kemalistler ve ayrılıkçı Kürt hareketiyle” aynı tarafta durmak olarak anlamlandıran çarpıtıcı kimlik prizması…
Sonuç: Ya görerek ve bilerek asla demokrasiyle bağdaştırılamayacak bir tek adam rejimine kerhen “evet” demek; ya da evinde oturup “kalabalık olan kazansın” diyerek “tarafların kirlerine” bulaşmama duygusunun aldatıcı konforuna sığınmak…
Önümüze gelen anayasa önerisini desteklenemez bulmasına rağmen, kimlik endişeleri ve aidiyetler yüzünden “hayır” demeyi kendine yakıştıramayanlara sorum şudur: Seküler dünyanın çoğunluğu, Ak Parti’ye, yaptıkları üzerinden değil kimliği nedeniyle korku ve nefret besledi ve bunu bir siyasete dönüştürdü. Biz ve bizim gibiler, 28 Şubat’tan bu yana neredeyse 20 yıla yakın süredir; icraatlarından bağımsız olarak sırf onun kimliğine duyduğu alerjiyle muhalefet edenleri eleştirdik, kınadık. Şimdi anayasa referandumunda “hangi kimlik ne tarafta yer alıyor” sorusuna göre seçim yapmak aynı kimlik tuzağına tersten düşmek anlamına gelmez mi?
Bu kimlik aidiyetlerinin sadece soyut duygulardan ibaret olmadığını; referandumu seçim gibi görerek “hayır” çıkması durumunda “karşı tarafın” Erdoğan’ı siyasi denklemin dışına atabileceğini, Ak Parti ve ülke açısından beka sorunu yaşanacağını düşünenlerin var olduğunu da biliyoruz. Bu abartılı paranoid endişeleri tartışmayı da önümüzdeki yazıya bırakalım…
Son yirmi yılda kendi adıma çıkarttığım ana fikri söyleyecek olursam: Bu ülkede normalleşmenin yolu, kimlik odaklı fanatik siyasal kümeler dışında kalan kesimlerin güçlenmesinden geçer. Nefret/tapınma duygusu üzerine yürüyen siyasi-sosyolojik varoluşun, yerini rasyonaliteye ve tahammüle bırakması için yapılan her katkı sonsuz değerlidir.
Bu çabanın, yalnızlığa katlanarak, kendini çok ciddiye almadan, hemen yarın sonuç beklemeden yürünmesi gereken; zaman zaman da beyhudelik duygusu yaratan zahmetli bir yolculuk olduğunun farkındayım…
Fakat başka yol yok.
Düşünceyi kutup zincirlerinden kurtarmadıkça sadece azınlık değil; önünde sonunda çoğunluk da kaybeder.
Hepimiz kaybederiz…