Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIEditör ne iş yapar? Ya da, fazladan iki adım attırmak

Editör ne iş yapar? Ya da, fazladan iki adım attırmak

Bir şeye henüz kimse değer biçmemişken değer verebilmek hayli zor bir iştir. Editör bunu yapar; değer görür, değer biçer ve bunun teslim edilmesini ister. İçinden bir his bunu söylemektedir. Kimi zaman, yazarın dahi farkında olmadığı bir histir bu ve çok değerlidir. Bu his, saklı bir değerin kendi yolunu bulup açığa çıkması için engelleri kaldıran şeydir.

Kitap editörleri -yazar editörleri mi demeli yoksa!- tam olarak ne iş yaparlar gerçekten? Bu, bilindiği sanılan ama hiç de öyle olmayabilecek sorunun cevabı, Peter Ginna’nın derlediği Editör Ne İş Yapar? (DeliDolu yayınları) kitabının alt başlığında saklı: Sanat, zanaat ve ticaret üçgeninde kitap editörlüğü.

Editör hem bir sanatçı, hem bir zanaatkâr ve hem de bir ticaret kişisidir. İşin zorluğu, iç içe geçmesi ve kimi zaman yan yana gelmesi dahi oldukça zor olan bu üç ayrı becerinin aynı kişide doğallıkla birleşerek birlikte işin içine dahil edilebilir olmasıdır. Tam da bu nedenle, herkesin harcı bir iş değildir. Hatta şu bile söylenebilir ki, herhangi bir ülkenin kitap piyasasının niteliği editör kalitesiyle ölçülmelidir, çünkü yazmak kadar neyi, niçin, nasıl ve kimin için yazdığını da bilmek gerekir ki, işte editör de tam olarak bunu bilmesi beklenen kişidir. Bu, her zaman bilir anlamına gelmemelidir. Gelmese iyi olur daha doğrusu, çünkü editör aslına bakılırsa daha çok bilen değil daha çok hisseden kişidir!

Kitapta Peter Ginna’nın yazdığı bölümü okuduktan sonra editörleri ikiye -hatta belki de üçe- ayırabileceğimizi düşündüm: metne yakın olanlar ile yazara ve okura yakın olanlar. Daha çok bilinen grup ise elbette ki metinle ilgili çalışanlar. Bu, bir anlamda editörlüğün zanaat kısmıdır. Bizde de olduğu gibi editör denince akla, “bir yazarın metnini düzeltme ve geliştirme” işi geldiğini aktarıyor Ginna (s.13). “Evet, önemli bir bölümdür ama iş bundan ibaret değildir” diye devam ediyor: “Editör kelimesinin Latince kökeni olan edere, ‘ortaya çıkarmak’ ya da ‘ortaya koymak’ anlamına gelir; bu anlam kökü editörün rolüne ilişkin kavrayışımızı genişletebilir. Editör, yazarın eserini gerektiği gibi işleyip okura sunar.” (s.13)           

Başka bir ifadeyle, editör esasında metnin değerini ilk gören ve okurdaki karşılığını hisseden kişidir. İşlenmeye değer bulandır. Burada hemen bir parantez açıp, edere kökünün, kültürün kökeni olan colere’ye ne çok benzediğini belirtmek gerek. Colere, hep söylendiği gibi toprağı ekip biçmekten öte “işlemek” anlamına gelir: her türlü şeyi işlemek. Eldekini yeni bir forma dönüştürmek, ona yeni bir biçim vermek, yeni bir şekilde görülmesini sağlamak… ve her türlü işlemek, içinde dönüştürme barındırdığı için yoğun bir düşünsel faaliyettir. Toprağı ekip biçmek de buna fazlasıyla dahildir. O nedenle, bu iş, geniş bir kültüre ihtiyaç gösterir.  

Bir şeye henüz kimse değer biçmemişken değer verebilmek hayli zor bir iştir. Editör bunu yapar; değer görür, değer biçer ve bunun teslim edilmesini ister. İçinden bir his bunu söylemektedir. Kimi zaman, yazarın dahi farkında olmadığı bir histir bu ve çok değerlidir. Bu his, saklı bir değerin kendi yolunu bulup açığa çıkması için engelleri kaldıran şeydir. Henüz kimselerce yüceltilmemiş ve değer atfedilmemiş olan “ham” bir metindeki ilk ışığı -Ginna’nın tabiriyle “kıvılcım”ı- görmek, ilk kez yapılan her işte olduğu gibi bir bilinmeze değer biçmektir. Bu bakımdan, her ne kadar “piyasa şartları” işin içinde her zaman olsa da, bu, çoğunlukla ona bağlı kalınması mümkün olmayan bir meziyet de gerektirir. Editörün metni düzeltme ve geliştirme işi bile bir anlamda onun sahip olduğu değerin kaybolmaması ya da herkesçe teslim edilmesi için yapılmaktadır. Esas olandan çok esas olana zarar gelmemesi için yani.  

Editör, hiç kimseden yana değildir. Onun en büyük bağlılığı ve heyecan kaynağı, bizatihi, saklı olan ve bu nedenle henüz kimselerce görülmeyen parlak bir ışığın açığa çıkmasının verdiği göz kamaştırıcı hazda gizlidir. Bu nedenle, onun yazara karşı yayınevini, yayınevine karşı yazarı, yazar karşısında okuru ve okur karşısında yazarı temsil ettiği söylenir ve bu doğrudur. Editör, birbiriyle hiç ilgisi olmayan pek çok insanın bağ kurmasını ve “ortak olması”nı sağlar. Fakat bu bir temsil etme değildir. Editör hakikatte kendinden başka hiç kimseyi temsil etmez. Aksi halde, metne değer biçemez. O hep ara bölgede, her kese eşit uzaklık ve yakınlıktadır. “O halde, editörün bir köprü, yazardan okura uzanan bir nakil hattı ve aynı zamanda ikisi arasındaki iletişimi daha da akıcı kılan bir tercüman olduğu söylenebilir.” (s.13)

Editörler tutkulu kişilerdir. Bir misyoner gibi, herkesçe bilinmesi gerekeni yaymak için karşılıksız bir motivasyona sahip olanları çoktur. İkna edicilikleri de buradan gelir çoğu zaman. diğer bir deyişle, karşılıklı çalışan ve özellikle parasal karşılığa ve olası kazanca fazlaca takılan editörler mesleğin kötüleridir. Editörün özellikle yazarla yaptığı görüşmelerde aklına para getirmemesi ve dahası yazara da bunu unutturabilmesi büyük bir meziyettir ama hiç de gereksiz değildir. Editör yazara etki eder. Bu etki çok büyük değilmiş gibi gözükse de işin özü öyle değildir. Ginna bunu çok güzel bir örnekle anlatır.

Ateş Arabaları filminde tecrübeli ve zeki bir adam olan atletizm koçu, olimpiyatlarda yarışmaya aday bir koşucuya şöyle der: “Size yüz metrede, fazladan iki adım attırabilirim.” (s.28) İşte o fazladan iki adım, her şeyi değiştiren bir etkidir. Fakat kimse atletizm koçuna gider gibi gitmez editörün yanına. Burada hiyerarşi tersinedir. O nedenle, hiçbir editör masa başında en iyi koşucuların gelip kendini bulmasını beklemez. O bir keşifçidir. Fakat bu keşif, evvelce orada bir yerlerde var olanın bulunması değil, orada bir yerlerde var olabilecek olanın ortaya çıkarılmasıdır. İhtimalin keşfe dönüştürülmesidir. Daha açık bir ifadeyle, editör yalnızca yazarı ve eseri değil kendini de keşfeder her defasında. Bir ihtimalden neler yapabileceğini ispat eder. Her iş, çok yeni ve özgündür bu nedenle. Bu alanda tecrübe, sanılanın aksine işi kolaylaştırıcı değil zorlaştırıcıdır ve de. Çünkü tecrübe, bu tür bir keşif için aynı zamanda bir engelleyici olma olasılığı barındırır. En tecrübeli editörler bile tecrübesizdirler bu yüzden.  

Benzer şekilde, her yeni işte okurun da keşfedilmesi gerekir. Genel okur diye bir genelleme her türlü keşfi öldüren bir yanılsamadır. Ginna bunu “zeki ve deneyimli çalışma arkadaşım” dediği Michael Denneny’nin bir sözüyle şöyle aktarır: “Genel okur kitlesi diye bir şey yoktur, dört yüz yetmiş üç çeşit özel ilgi alanına sahip okur vardır!” (s.35) Yani, asla bilinemez bir kitledir okur. Sonsuz bir keşiftir ve editör için her yazar ya da eser keşfi aynı zamanda yeni bir okur kitlesinin de keşfidir.

Bu nedenle, editörlük bütünüyle açık-uçlu bir iştir. İçinde pek çok bilinmez saklıdır ama editörün bütün bunları biliyormuş gibi yapması ve dahası, bunu iyi “yapması” gerekir. Yazar, onun okuru iyi tanıdığını; yayınevi, yazarı iyi tanıdığını; okurlar da alanı iyi tanıdığını düşünmelidir. Editör kimi zaman bütün bunların hiçbirini bilmemekte, yalnızca içinde güçlü bir şey hissetmektedir. Sezgileriyle düşüncelerini sürekli ayıklamak istemekte ama içinden gelen bir sese kulak vererek bunun ayrılmazlığını kabul ederek yola devam etmektedir.

Bütün çabası, zaten iyi olan bir koşucuya fazladan iki adım attırabilmektir!        

- Advertisment -