Bir süredir genelde AK Parti’ye yakın görünen siyaset kampında, özelde de Serbestiyet yazarları arasında, AK Parti ve Erdoğan konusunda eleştirilerin gerekliliği vurgulandı. Özellikle bu tür eleştirilerin son seçimlerdeki AK Parti’nin oy kaybını açıklayabileceği ve bunun da parti içinde yer alması gereken yeniliklere ışık tutacağı görüşü dillendirilmeye başlandı.
Böyle bir ortamda, Serbestiyet sütunlarında, AK Parti’ye giden Kürt oylarındaki azalmaya yönelik bir yorumu Kürt oyları ne diyor? başlıklı yazımda ele aldım. Özetle, HDP oylarının özellikle doğu-güneydoğu illerindeki artışını, uzunca bir süredir bu illerdeki Kürtleri hedef alan ve seçim sürecinde de (kan akan musluklar ve benzeri ürkütücü boyutlu tehdit örnekleriyle) devam eden terör baskısının varlığına; en önemlisi, Kobani sonrası 50'den fazla Kürt vatandaşın ölümüyle sonuçlanan 6-7 Ekim hareketi gibi somut şiddet olaylarına bağlamıştım. Bu tezimin bir sonucu olarak, en azından doğu-güneydoğu bölgelerindeki seçim sonuçlarının yasal açıdan meşru sayılsa bile siyasal ve vicdani yönden meşru sayılamayacağını ifade etmiştim.
Bu eleştirimi yaparken, başta Kobani olayı olmak üzere Kürt oylarının hızlı değişiminde alevlenen Kürt milliyetçiliğinin doğallığını, yani kendiliğindenliğini ve samimiyetini de sorgulamıştım. Özellikle de Kobani olaylarında Türkiye'nin DAEŞ'e (yahut IŞİD’a) karşı askeri bir müdahale yapmasının da ne kadar yanlış bir politika olacağını, biraz da sert bir dille eleştirmiştim.
Bu eleştirilerimin, özellikle de Kobani’ye askeri müdahaleyi eleştiren sert üslubumun Halil Berktay'ı — belki de üslubun sertliği açısından haklı olarak — kızdırdığını anlıyorum. Berktay bu yazıma tepki olarak, benim yazımın yaklaşık iki katı uzunluğunda iki ayrı yazı ile eleştirilerini dile getirdi.
Daha baştan bir uslup meselemiz var. O da siyasi rakiplerin birbirlerine karşı kullandığı polemikçi uslup. Bu üslubu önce çarpıt sonra vur, ya da kısaca çarpıt-vur olarak isimlendireceğim ve birkaç bağlamda yer aldığı için numaralandıracağım. Bunlarda ilki, yani çarpıt-vur (1) benim AK partiyi eleştirilerden muaf tuttuğum anlayışı. Bakın ne diyor (koyuladığım kısımda vurgulayarak ifade ediyor):
Sonuçta, kanımca en temel problem şu: Kemal İnan’ın yaklaşımı kabul edilecek olsa, AKP’nin bu ve benzeri konularda bir özeleştiri yapması ve politikalarını düzeltmesi umudu ortadan kalkar. Bir yerde “Bu yazımdaki amacımın AK Parti’yi koruma refleksi ile bir ilgisi yok” demiş Kemal İnan. Nasıl yok? Tamamen öyle. Baştan aşağı öyle. Öte yandan, bugün AKP içinde bir tartışma sürüyor. Bir yanda, belki aşırı-Erdoğancı (hattâ Erdoğan’dan da Erdoğancı) olan bir kesim, hatâları yok saymak, ya da gayet pragmatik bir esneklik gösterebilen cumhurbaşkanından da fazla, başka günah keçilerine yıkmak niyetinde.
Ancak yazımın neresinde bu anlayışı ifade etmişim, belli değil. Burada kasıtlı veya kasıtsız bir yanlış derivasyon (çıkarsama) var. Şunu söyleseydi anlardım: Yazar doğu ve güneydoğu illerindeki Kürt oylarının HDP'ye kaymasındaki temel etkenin Kürt nüfusu üzerinde yer alan baskıdan kaynaklandığını söylemiş, halbuki bu kaymada temel etken AK partinin hatalarıydı. Üstelik burada hatalar konusunda kendi ön yargısını açıkça belli etmiş: hata muhasebesinde temel ayrım Erdoğan ve diğerleri. Bu aşamada Berktay'ı rahatlatmak için Gülay Göktürk'ün Ahlaksız Teklif başlıklı 25 Haziran tarihli Akşam gazetesi yazısından bir alıntı yapayım (koyulanan bölge benim seçimim):
Hem içte hem de dışta Erdoğan’ın tek hedef haline getirilmesinin anlamını iyi okumalıyız: AK Parti’den liderinin kellesini isteyenler, aslında AK Parti’yi AK Parti yapan ruhu istiyorlar. O ruhu ele geçirip öldürebilirlerse, AK Parti’nin “tehlike” olmaktan çıkacağını, renksiz – kokusuz – ruhsuz bir politik hareket haline geleceğini, dünya müesses nizamı tarafından ehlileştirilip kontrole alınabileceğini biliyorlar çünkü. 2002’den bu yana eski rejimin bütün barikatlarını yıka yıka çevreden merkeze doğru güçlenerek yürüyen bu büyük halk hareketini durdurmanın tek yolunun bu olduğunu görüyorlar.
Ama bunu halk da görüyor. Yedi düvelin bu adamdan neden bu kadar nefret ettiğini, neden yıllardır yemeyip içmeyip onu yıkmaya, partisini elinden almaya çalıştığını anlıyor. Sisi gibi diktatörlerle yağlı ballı olan mihrakların Erdoğan’ı “otoriterleştiği” için hedef aldığına inanacak kadar saf değil kimse.
* * *
Erdoğan gibi liderler ülkelerin başına bir ya da iki kere gelen bir şanstır.
Evet, böyle liderler aynı zamanda zor insanlardır. Çoğu kendisini o ülke için lütuf olarak görür, bu yüzden neden eleştirildiğini bir türlü anlayamaz, eleştiriyi kadir bilmezlik olarak görür. Çoğu tek adamlığa eğilimlidir; ekip çalışmasına pek gelemez. Bazısı öfkelidir, kırıp geçirebilir; bazısı aşırı şüphecidir, etrafında sürekli düşman görür. Genellikle ele avuca gelmezler; sınırlanmaya – kontrol edilmeye tahammül edemezler; yasaları, yönetmelikleri, kuralları ve teamülleri tarihi misyonlarına ulaşmalarının önündeki engeller olarak görürler.
Bu özellikleri nedeniyle birçok hata yaparlar; zarar da verirler.
Ama yaşadıkları dönemin ruhunu kavrayabilenler, mevcut paradigma dışında düşünebilen ve eski paradigmayı değiştirmeye cesaret edebilenler yani tarihi yapanlar da yine onlardır.
O yüzden vazgeçilmezdirler.
İyi bir siyasi organizasyon, böyle liderlerin vizyonundan ve dönüştürücü gücünden sonuna kadar yararlanıp onun açtığı ufka doğru ilerlerken, bir yandan da zaaflarına karşı kontrol mekanizmaları kurmayı becerebilen organizasyondur.
Hemen hemen aynı doğrultuda yer alan Serbestiyet yazarı Markar Esayan'ın 8 Temmuz tarihli Tarihin en çok suikasta uğrayan lideri: Erdoğan … yazısından bir alıntı da aşağıda:
Öncelikle, Sayın Cumhurbaşkanı'nın herhangi birinin veya kurumun korumasına ihtiyacı yok. Mesele Erdoğan suikastı üzerinden ülkede verilen egemenlik kavgasını anlayabilmek. Erdoğan'ın yüklendiği anlam, tarihsel bir süreçte, ortak davanın taşıyıcılığında gelişen, üzerinde biriken güç yoğunlaşması ile şahsını aşan bir fonksiyona sahiptir. Yani “lider kültü” diye zırvaladıkları bir nesneleşmeden değil, muhafazakar kitlenin Erdoğan üzerinden özneleşmesinden ibarettir.
Erdoğan'ın halk nezdinde değeri buradan gelmektedir.
Her egemenlik mücadelesinde düşman şahı düşürmeye çalışır. Meselenin özü, olsa olsa ancak her fani siyasetçi kadar hata yapan bir insanın her sözünün çarpıtıldığını, şeytanlaştırıldığını ve hepimizin önünde gerçekleşen bir suikastlar dizisi yaşandığını görmektir.
Ben bu görüşlere katıldığım gibi çok da önemsiyorum. Çünkü bu ve benzeri görüşler, yer aldıkları eleştirilerde armudun sapı, üzümün çöpü gibi gevezeliklerin önünü kapıyor ve kişisel üslupları aşan sağlam ve kapsamlı vizyon eleştirilerine kapıyı açıyor. Hemen ekleyeyim, kimse bu satırlardan Erdoğan eleştirilerden muaftır gibi bir anlam çıkarmasın. Ama şu anlamı çıkarabilir: Erdoğan sert konuştu, ulan dedi, üç çocuk istedi, kadın ile erkek eşit değil eşdeğerdir dedi, Kobani düştü düşüyor dedi gibi içinde belli medyanın cömertçe kullandığı ve çeşitli saptırmalar taşıyan eleştiriler benim nezdimde kimi zararsız kimi zararlı gevezelik kategorisine girerken, Erdoğan'ın kuzey Irak, Kürdistan veya İran politikası, ya da çözüm süreci üzerinde izleme heyeti kavramına belli bir tarihsel kavşakta karşı çıkması gibi yaptığı manevralar olumlu ve olumsuz yanlarıyla yorumlanarak eleştirilebilir, eleştirilmelidir.
Şimdi tekrar konumuza dönelim. Berktay, AKP Kürt oylarını sırf 'mahalle baskısıyla mı kaybetti ? başlıklı ilk yazısında önce Kürt nüfusu üzerinde yer alan baskı konusunda hemfikir olduğunu şu satırlarla ifade ediyor:
PKK ve genel bir anlamda PKK’nın şemsiyesi altında kurulan legal Kürt partileri, bölgede şiddeti de içeren ciddî bir “mahalle baskısı” uyguluyor mu, uygulamıyor mu? Bunun basit cevabı: Uyguluyor, hem de Kemal İnan’ın yazdıklarından çok fazlasıyla! Üstelik bu cebrî hegemonya sürecine, PKK-HDP basınının bilinçli ve kasıtlı yalan neşriyatı da eklemleniyor (bu son konuda, örneğin bkz Oral Çalışlar, Türkiye “terörist devlet”mi? ve Cengiz Alğan, Halkların demokratik kredibilitesi; ikisi de Serbestiyet, 30 Haziran 2015).
Ve önce bu baskıların somut ve inandırıcı örneklerini verdikten sonra — ki bundan dolayı Berktay'a müteşekkirim — şu sonucu çıkarıyor:
Dolayısıyla Kemal İnan ile aramızdaki sorun, bir data, veriler, enformasyon ya da faktografi sorunu değil. Bir yorum sorunu. Aslen ideolojiye ve siyasete ilişkin bir sorun. İlk aşamada, insanların başkalarına irrasyonel gözükebilen tercihleri kendi rızalarıyla içselleştirip içselleştirmeyeceklerini kapsıyor. Bunun üzerine bir de, varlığında anlaştığımız türden bir “mahalle baskısı”nın mevcudiyeti halinde dahi, izlediğiniz siyasetlerin doğru mu, yanlış mı olmasının herhangi bir şey farkettirip farkettirmeyeceğini kapsıyor.
Ancak bundan sonra yukarda sözünü ettiğim çarpıt-vur (1) hamlesi geliyor. Ben HDP oylarının artmasında belirleyici faktörün baskı ve terör ortamı olduğunu söylüyor ve bu bağlamda söz konusu illerdeki seçimlerin meşruluğunu sorguluyorsam, buradan hareketle AKP politikalarının eleştiriden muaf olduğunu mu söylemiş oluyorum? Daha da öte, herhangi bir faktörün belirleyici olduğunu söylemek başka faktörlerin olmadığını mı ima ediyor ?
Deterministik doğa yasalarının olmadığı sosyal alanlarda tek bir neden-sonuç ilişkisi olduğunun iddia edilmesinin olanaksızlığını, hatta bütün modern istatistiksel tekniklere rağmen farklı nedenlerin sonuçta oynadığı rolün yüzdesini hesaplamanın zorluğunu ve güvenilmezliğini (şu şu olay, oylarda yüzde şu kadar puan azalttı veya artırdı gibi), en iyi bu alandan gelen Berktay'ın bilmesi gerekir. Bu nedenle iddiam bir kanaat olma özelliğini, ama olgularla beslenen hayli inandırıcı bir kanaat olma özelliğini aşamaz. Aynı şekilde AK Parti eleştirilerinin oynadığı — benim kanaatıma göre düşük — rol de farklı bir kanaat oluşturur. Ancak bu tezi ortaya atmamın önemli gördüğüm politik bir nedeni var: doğu ve güneydoğu illerinde seçim sonuçlarına dayanarak, bu illerde yaşayan Kürtlerin tek veya belirleyici temsilcisinin HDP olduğunu söylemek yanlıştır. Neden ? Çünkü seçimler serbest bir ortamda değil bir baskı ve terör ortamında yapılmıştır ve en azından siyasal ve vicdani yönden gayrimeşrudur.
Bir benzetme yapayım. Türkiye'de 1946 seçimlerinin çeşitli baskılar nedeniyle meşruluğu sorgulanır hale geldiyse, bu sonuçlarda başka faktörlerin, örneğin olası DP hatalarının veya CHP politikalarındaki olumlu yönlerin hiçbir rolü olmadığını ispat edebilir miyiz ? Edemeyiz ve etmemiz de gerekmez, çünkü temel olgu seçimlerin serbest ve meşru seçim olmadığıdır ve bu da sonuçları sorgulamamız için yeterli bir nedendir.
Berktay çarpıt-vur (1)'den önce yazısına şöyle başlamıştı :
Kemal İnan’dan hem içerik, hem üslûp bakımından yanlış bulduğum bir yazı geleli neredeyse üç hafta oldu (Kürt oyları ne diyor, 15 Haziran). Birkaç gün sonra, konuyla ilgisiz bir yazımın ilk paragrafında, bu “mânâsız ve mantıksız hırçınlığa” vakit bulunca değineceğimi belirttim (Weimar’a karşı Prusya’yı “restore” etme hayali, 19 Haziran). İki hafta daha geçti. Soğudum bu meseleden. Değer mi, dedim kendi kendime.
Yani küçümsemesini “değmez” olarak ifade ettiği 2900 kelimelik yazım için 4900 kelimelik iki eleştiri yazdıysa, eğer “değer” demiş olsaydı mazallah küçük bir kitap çıkabilirdi. Olay bununla bitmiyor, işler çarpıt-vur (1) kullanılarak ait olduğum formasyon ve disiplin konularına giriyor:
(1) Felsefî açıdan, son derece Kartezyen bir mantık söz konusu. Ak veya kara. Ya biri, ya diğeri. Ya AKP’nin siyasî hatâları (Çözüm Sürecine sırt çevirmesi) yüzünden olmuştur, ya da PKK-HDP’nin şiddete dayalı yerel baskısı. İkisi birden mi? Veya, PKK-HDP’nin olmuş ve olabilecek olanca baskısına karşın, gene de son tahlilde AKP’nin çizgi ve söylem değişiklikleri yüzünden gitmiş olabilir mi 4-5 puan? Tersten söyleyecek olursak; siyasetin görevi kısmen de nesnel koşullardaki olumsuzlukların üstesinden gelmek olduğuna göre, biraz farklı politika ve söylemlerle, o 4-5 puanın gitmesi önlenemez miydi? Anlıyoruz ki İnan’ın bütün bunlara cevabı hayır, ya da kurduğu argüman icabı hayır olmak zorunda. Bu da esneklik ve plastisiteden yoksun, metafizik bir katılığa işaret ediyor.
Burada yukarda sözünü ettiğim durum var: Seçimlerdeki gayrimeşruluğun belirleyici olduğunu söylemem diğer faktörlerin yokluğu mu demek ? Kaldı ki düşen puanların hangi faktörlere bağlı olduğu saptanmış mı? Ya da saptamak kolay mı? Ancak hüküm belli; mantık kartezyen ve metafizik katılığa sahip. O halde:
(2) Bir adım aşağıya inelim; siyaset kertesine gelelim. Kemal İnan’ın politika dünyasına, galiba (pratik açıdan) Kürtlere ve çektiklerine de,(teorik açıdan) milliyetçiliğin çekiciliğine ve ideolojik sirayet gücüne de tamamen yabancı bir Beyaz Türk akılcılığı egemen. Sanki İnan’ın yıllardır insan ve toplum bilimlerinden (Weber ve Gellner dahil) okuyup öğrendiği her şey buharlaşmış, uçup gitmiş; geriye aslî profesyonel deformasyonu olarak salt bu mühendis rasyonalizmi kalmış.
Burada da beyazlığımın, sosyal bilim unutkanlığımın ve tarih yerine mühendislik okumuş olmamın hüznünü sineye çekelim. Ancak olaylar burada bitmiyor ve devreye derin bir milliyetçi ideoloji yorumu giriyor:
Gerçekten anlamıyorum; Kürtlerin PKK ve HDP’ye “kendi rızaları ile katıldıklarına… inanmıyorum” gibi bir cümle başka nasıl sarfedilebilir? Her şeyden geçtim; tarihte “çağın yanılsaması” (illusion of the epoch) diye bir şey yok mu? Diyelim ki Kürtlerin tutumu yanlıştır; “yanlış bilinç” (false consciousness) diye bir şey hiç yok mu? İnan, ekonomi/üretim ve devlet/cebir kertelerinin üzerinde yükselen ideoloji/ikna (persuasion) kertesini hiç duymamış veya anlamamış gibi. Bütün bilinçler ve bütün siyasal tercihler illâ “doğru ve mükemmel” mi olmak zorunda? İnan’ın istediği ölçüde “doğru ve mükemmel” değillerse, arkalarında mutlaka bir komplo, bir manipülasyon, bir baskı ve dayatma olması mı gerekli? Öyleyse, insanlık tarihinde hiç yepyeni bir fenomen olmayan, meselâ 20. yüzyıl başlarının Birinci Dünya Savaşına da yansıyan büyük milliyetçi (İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan) kitle seferberliklerini nasıl açıklayacağız? Ya aynı dönemin (İttihatçı, sonra Kemalist) Türk milliyetçiliğini ve bugüne kadar süregelen ideolojik hegemonyasını nasıl açıklayacağız? O da bütün bir Türk-Müslüman kitlesine sırf dış manipülasyon veya sopa zoruyla mı kabul ettirildiydi?
Bu paragraf oldukça sorunlu. Çünkü Berktay içselleştirilmiş ideolojik baskı ile “sopa”nın farkını anlamamışa benziyor. Bu nedenle de milliyetçi ideoloji üzerine bir açıklama gerekiyor.
Berktay'ın örneğini verdiği gerek Türk gerek Avrupa milliyetçiliklerini besleyen çok güçlü bir eğitim altyapısı var. Bu eğitim ilkokuldan başlayarak insanlara milliyetçi inançları aşılayan ideolojik bir aygıt.
Öte yandan Kürt milliyetçiliği, Türkiye veya Avrupa'da olduğu gibi sistematik bir eğitim ile beslenmedi. Daha çok varolan militan mücadelenin pratik koşulları ve Türkiye'de geçerli olan yüzeysel bir sol ideoloji ile beslendi. Bu da milliyetçi bilincin derinliği hakkında bir fikir veriyor. Ancak bu satırlardan da Kürt milliyetçiliğini küçümsediğim anlamını kimse çıkarmasın. Etnik Türk milliyetçiliği, milliyetçi Türkler için ne kadar kutsal, ya da hastalıklıysa, etnik Kürt milliyetçiliği de Kürt milliyetçileri için o kadar kutsal veya hastalıklıdır. Tek fark ilkinin yoğun bir eğitim – ya da beyin yıkama – süreci ile daha derin bir biçimde işlendiğidir.
Yukarda kendisinin de çok açık bir dille açıkladığı gibi, Kürtler üzerinde yalan-dolan ve sopayla gerçekleştirilen baskıların içselleştirilmiş bir milliyetçilik ideolojisi ile ne ilişkisi var? Bugünkü gençlerin geçmiş TC iktidarlarının JİTEM ve benzeri yöntemlerini AK Parti’den bilmelerinin; 50 kişiyi acımasızca öldüren kışkırtma eyleminin, kan damlayan muslukların, AK Parti örgütleri üzerinde kendisinin de açık bir biçimde dile getirdiği baskıların ve hergün gazetelerde boy boy yer alan daha nice baskıların, allahaşkına nesi içselleştirilmiş baskı?
Sözünü ettiği “çağın yanılsaması” (illusion of the epoch) veya “yanlış bilinç” (false consciousness) bu kaba baskıların neresinde? Eğer bu baskıların ideolojik bir yanlış bilinç oluşturduğunu iddia edecekse, ona karikatür bir örnek vereyim. 1970-80 arası sol öğrenci örgütlerinin, sol propagandanın yanısıra somut baskı ve gerekirse kaba kuvvet ile öğrenci kitlelerinin “bilinç düzeyinin yükseltme” (ya da daha açık bir dille, geniş öğrenci kitlelerini kendi amaçlarına uygun ve kullanışlı bir hale getirme çabaları) , bu durumları en yakından yaşamış olan Halil Berktay'ın bilmesi gereken örnekler arasında yer almıyor mu ?
Bu aşamada Berktay çarpıt-vur (2)'yi devreye sokuyor. Bakın ne diyor:
Kemal İnan, PKK ve HDP’yi kendi liberal-demokratik özlemleri açısından kötü, milliyetçi, despotik örgütler olarak görüyor (ve ben de öyle görüyorum, defalarca da yazdım zaten; her zaman bir zırh olarak sığınmak istedikleri mağduriyetleri, güttükleri siyasetleri eleştiriden muaf kılmıyor). Öte yandan, o muazzam kollektif mağduriyet de bir gerçek ve İnan, Kürt halkını masif olarak o milliyetçi-ayrılıkçı saflara iten nedenleri görmüyor her nasılsa (ama ben onları da görüyorum). Zaten yüz yıldır ezilen bir halkın, bir de son otuz yılın “kirli savaş”ıyla, OHAL “faili meçhul”leriyle, köy boşaltmalarıyla, JİTEM işkenceleriyle, Meclisten yaka paça götürülüp on yıl yatırılan veya güpegündüz katledilen milletvekilleriyle çoğalıp üstüste yığılarak biriken acıları ve nefretinden eser yok, İnan’ın yazısında. AKP eleştirilirken aman iyi ve doğru yaptıkları unutulmasın, dolayısıyla AKP’ye haksızlık yapılmasın diye kılı kırk yarıyor (aşağıda değineceğim). Ne ki, Kürtlere haksızlık edilip edilmemesi anlaşılan umurunda değil.
Gören de zanneder ki Kürtleri bu baskılardan kurtaran Erdoğan ve AK Parti değil de Halil Berktay'ın kendisi! Bütün gücüyle vicdan sızlatmaya çalıştığı bu örnekte beni de geçmişteki bu baskıların suç ortağı olmasa bile, duyarsız ortağı ilan ediyor. Çünkü ben yazımda bu baskıları dile getirmemişim. Neden? Çünkü PKK-HDP kampı Kürtlere baskı yapıyor derken AK Parti’yi haksızlık yapmayayım diye eleştirmiyormuşum! Oldukça çarpık bir polemik mantığı.
1983 yılında SODEP kurucusu olarak Erdal İnönü ile bir güneydoğu seyahatım vesilesi ile Kürtlere o yıllarda yapılan insanlık dışı baskıları, özellikle de Diyarbakır hapishanesi vahşetini, çok yakından izleyen ve etkilenen biri olarak, Kürtler karşı yapılan zulmü polemik amaçlı kullanan bu tür melodramatik gösterilere karnım tok!
Şimdi PKK olayını kısaca bir perspektife koyalım. PKK 1960'lı yıllarda sol hareket görüntüsü içinde oluşan, ama aslında Kürt milliyetçiliğinin bir uzantısı olan bir örgüt. PKK'nın, Türkiye'deki yoğun ırkçı baskılara karşı Kürtleri savunmada başlıca rolü oynadığını kimse inkar edemez. PKK'ya terörist damgasını yapıştırmanın anlamlı olduğu kanısında da değilim. PKK, milliyetçiliğinin dikte ettiği amaçlarına ulaşmak için, ayrılıkçı ve kurucu milliyetçi örgütlerin hemen hepsinde görülen bazen etik, bazen de etik-dışı araçlar kullanmış bir örgüt. Bu bağlamda terör eylemleri de kullandığı araçlar arasında. PKK, varlık nedeni, amaçları ve tabanı belli olan; örneğin DAEŞ, El-Kaide ve DHKP-C gibi tabanı belirsiz, dolayısıyla kullanılmaya açık örgütlerden farklı olan; şu anda da ayrılıkçı-milliyetçi bir politikayı dış desteklere de güvenerek sürdüren bir örgüt.
AK Parti iktidarının başlangıcına kadar, askeri vesayet rejiminin tam kadro hüküm sürdüğü yıllarda, PKK, tüm kriminal eylemlerine rağmen, Kürtlerin sığınacağı tek örgüt olma özelliğine sahipti. Bundan dolayı da PKK'nın baskıcı yönü, sol, hatta kimi liberal çevrelerde devrimci bir destek buluyor, ya da en azından anlayışla karşılanıyordu. AK Parti iktidarı ilk aşamada, 2007 yılındaki parti kapatma olayı dahil çeşitli sabotajları aştıktan sonra, askeri vesayeti geriletti ve bundan sonra da “çözüm süreci” olarak adlandırdığımız politikayı başlattı.
Aslında bu politika, gerçekçi yönüyle PKK'ya karşı bir taarruz hamlesiydi. Ancak geçmişten çok farklı olarak bu hamle, askeri harekâta dayalı çatışmacı değil, barış kaynaklı bir taarruzdu. Taarruz diyorum, çünkü çatışmayı durdurmaya, temel demokratik hakları vermeye ve bölgeye olan yatırımları yoğunlaştırıp bölge halkının refahın artırmaya yönelik politikalar PKK'nın dibini oymaya başladı. PKK-KCK-HDP kampının birleşik bir bütün olarak AK Parti’ye karşı şiddet ve silaha dayalı muhalefeti, demokratik yollarla üstünlük sağlanamayan bir rekabetin zor yoluyla çözülme çabası olup, bu bakış açısı da kanımca zorlama Kobani yorumlarından çok daha gerçekçi bir yaklaşımdır.
Ancak Berktay'ın çarpıt-vur (2) hamlesinde bir sorun daha var. Velev ki varolan PKK-HDP propagandaları ve baskıları, Berktay'ın da kabul ettiği gibi yalan geçmiş yorumlarıyla, Kürt milliyetçiliğinde bir illusion of the epoch (çağın yanılsaması) ya da bir false consciousness (yanlış bilinç) yaratmada başarılı oldu ve Kürtlerin milliyetçiliği bu zemin üzerine kuruldu. Bu durumda, bu yanlış bilincin kurbanı olmadığı gibi somut yalan propagandanın içyüzünü de bilen Berktay'a — ve tabii hepimize — düşen görev nedir? AK Parti’yi eleştirmek için neden aramak mı (ki niyet iyi olduğu sürece böyle bir aramaya kimsenin itirazı olmaz)? Yoksa yazılı veya sözlü olarak her vesile ile başta Kürt gençleri olmak üzere Kürt halkına bu ideolojik inancı besleyen somut yalanları ve varolan baskıların nedenlerini açıklamak mı? İkincisini yapmamak bir teslimiyet değilse nedir? Meydanı Hasan Cemal'lere ve Cengiz Çandar'lara mı bırakacağız?
Şimdi de gelelim Berktay'ın katılmış olduğu ve iki ayrı yazısı ile bize aktarmış olduğu başbakanla iftar yemeği toplantısına. Kanımca Halil Berktay bu toplantıları ve konuşulan fikir ve eleştirileri çok iyi toparlamış ve bize aktarmış. Bir Serbestiyet okuru olarak kendisine teşekkür etmemiz gerekiyor. Ben bu toplantılar vesilesi ile Berktay'ın değindiği birkaç konuya değinmek isterim.
* Üç büyük kırılma yaşandı. (1) Uludere/Roboski. (2) Kobani. (3) Dolmabahçe. Üçü de Kürtleri uzaklaştırıcı etki yaptı, AKP’ye büyük zarar verdi. [İftarda konuşulmamakla birlikte — Uludere’nin esrarı bir türlü çözülemedi; Jandarma İstihbarat’taki Cemaat yuvalanmasından gelen bir yanlış enformasyon komplosu olduğu söyleniyorsa da, açıklığa kavuşturulamadı.] Kobani büyük bir millî bilinç uyanışıydı Kürtler için. Iraklı, Suriyeli, Türkiyeli bütün Kürtlerin gözü oraya dikildi. Tamam, hükümet sonradan bir yığın şey yaptı Kobani’ye yardım çerçevesinde. Ama ilk başta hayli eksik kaldı ve bu, büyük ölçüde PKK’ya yaradı. Dolmabahçe mutabakatından geri dönülmesi de çok büyük bir hatâ oldu. 2011’den bu yana, en önemli, hattâ neredeyse tek demokratikleşme kulvarı olarak Çözüm Süreci kalmıştı. Dolmabahçe mutabakatının reddi ve devamında Çözüm Sürecinin askıya alınması, bunu da ortadan kaldırdı. AKP HDP’yi hedef aldığı ölçüde eski ve son derece yaralayıcı söylemlere geri döndü. Kürtler de buna karşı ispat-ı vücud eylemek ihtiyacını duydu.
1- Uludere'nin esrarı. Bu olayda çeşitli olasılıklar var, sıralayalım: (a) Sözü geçen olay bir gerçek bir istihbarat yanılgısından kaynaklandı. (b) Sözü geçen olay kasıtlı bir istihbarat saptırması sonucu oluştu ve bu istihbarat ulusal ideolojiye bağlı askeri bir ekip tarafından hükümete karşı darbeci bir hamle olarak gerçekleşti. (c) Sözü geçen olay kasıtlı bir istihbarat saptırması sonucu oluştu ve bu istihbarat paralelciler tarafından hükümete karşı darbeci bir hamle olarak gerçekleşti. (d) Sözü geçen olay hükümet ve askerlerin beraberce Kürtlere karşı kasıtlı bir gözdağı vermek amacıyla gerçekleştirildi.
Burada iki soru var. İlki, yukardaki şıklardan hangisi gerçeği yansıtıyor? İkinci soru ise, gerekli soruşturma sonucunda sorumluların durumu belirlendi mi? Benim bu konudaki bilgim olayın bir istihbarat yanılgısı olarak görüldüğü ve sorumlulara karşı