[22 Ekim 2017] Bu satırları yazdığım sırada Osman Kavala altı gündür gözaltında. Yarın (Pazartesi) haftası dolacak. Ya tutuklanacak, ya serbest bırakılacak.
Hükümet basınına bakarsanız, tutuklanmasından başka sonuç düşünülemez. “Darbeye ve teröre destek” diye bir formül ortaya atıldığında, akan sular duruyor. Kimse sormuyor, bu nasıl bir “destek”miş diye. Bilfiil bir darbe örgütlenmesi içinde mi yer almış? FETÖ, PKK veya DAEŞ’i övmüş mü herhangi bir şekilde (bırakalım, gizlice üye olma, aidat verme, bağış yapma, eyleme katılma gibi fiilleri)? Yoksa sadece AK Parti iktidarına ve/ya Cumhurbaşkanı Erdoğan’a muhalif de; bu doğrultuda konuşuyor, yazıyor, çiziyor, demeç veriyor, çeşitli haberleşme ağları içinde yer alıyor da… bizatihî bu muhaliflik hali ve faaliyeti “darbeye ve teröre destek” diye mi yorumlanıyor?
Gerçi sonuçta torbadan hep ikincisinin çıkmasına alıştık artık. 2015 yılıydı. Daha 15 Temmuz, OHAL ve KHK’ler yoktu ortada. Bir 1128’ler bildirisi çıktı. Yanlıştı, yalandı; realiteyi tahrif ediyor, o sırada güneydoğuda cereyan etmekte olan hendek ve barikat savaşlarında PKK’nın olmadığı bir tablo çiziyordu. Hazırlayanlar ve imzalayanlar, bana göre feci bir siyasî yanılgı içindeydi. Ama hukukî açıdan, hiçbir suç unsuru içermiyordu. Örgütü ve şiddeti övmek diye bir şey yoktu. Hal böyleyken, (sırf devleti ve güvenlik güçlerini hedef aldığı için) dolaylı olarak PKK’ya yarayabilecek bir iddiaya yer veriyor diye, baskınlara, gözaltılara, tutuklamalara, işten çıkarmalara hedef oldular. Üniversitelerde temizlik, FETÖ’cülerden önce, ilk onlarla başladı. Muhalefet ile suç, ilk bu olayda, masif şekilde örtüştürülür oldu.
Ardından, Cumhuriyet tutuklamaları ve dâvâsı geldi. Enis Berberoğlu’nun mahkûmiyeti ve tutuklanması geldi. CHP’nin Adalet Yürüyüşü geldi. Büyükada’da bir eğitim toplantısı yapan insan hakları aktivistlerinin gözaltına alınıp tutuklanması (ve haklarında 15 yıl istenmesi) geldi. Hepsinde, siyaset ile hukuk arasındaki sınır bulandıkça bulandı. Hepsinde karşıtlar veya sanıklar “darbeye ve teröre destek” temasının bir varyantı ile suçlandı. Hepsinde, hükümetten de fazla basın öne çıktı. İnanılmaz suçlamalar kaleme alındı. Kestirmeden “terörist” dendi, “provokasyon” dendi, “casusluk” dendi. Özetle medya, haberciliği tekrar ve tekrar ve tekrar bıraktı. İktidara maledilebilecek şu veya bu yaptırımın aslında ne kadar gerekli ve yerinde olduğunu ispatlamaya yoğunlaştı. Zamanla (Büyükada örneğinde olduğu gibi) şu veya bu şekilde bir iddianame kaleme alındı. Bomboş olduğu görüldü. Dahası, önceki gözaltı ve tutukluluk döneminde yazılıp çizilenlerin pek çoğunu içermediği de görüldü. Ama herhalde kimse mahcubiyet hissetmedi, vicdanı sızlamadı bu yüzden. Şimdi belki Cumhuriyet gazetecilerinin kalanı da çıkacak birkaç ay içinde. Belki onları Büyükada insan hakları aktivistleri izleyecek. Aralıklı ve tek tük gelecek tahliyeler. Dâvânın aslında toptan çöktüğü bu yolla kamufle edilecek. İnsanlar boş yere aylarını, yıllarını hapiste geçirecek. Ama devletin haklılığı ne olursa olsun korunacak. Ve herkes tükürdüğünü yalamamaya devam edebilecek.
Şimdi sıra Osman Kavala’da anlaşılan. “Türkiye’nin kızıl Sorosçusu”; her yerde bu klişe (sosyal medyada “kızıl köpek” adaptasyonuna da rastlanıyor). Böyle bir sözel vahşet. Ve temelinde hep, muhalifliğin doğrudan suç gibi gösterilmesi. “Bunlar hep böyle başlar zaten. Eleştiri denir. İnsan hakları denir. Orada burada masum gösteriler, zamanla devirmeci bir kalkışmaya dönüşür. Yeni Gezi’leri yeni 17-25 Aralık’lar çıkagelir. Batı burnunu sokar. Kendi alla franca işbirlikçilerini korumaya kalkar. Sonunda yeni darbeler tetiklenir. Onun için hiç göz açtırmamalı. Her kıpırdanışı başından ezmeli.” Böyle bir mantık var gibi, AKP’nin ve medyanın bazı kesimlerinde. Sırf bir siyasî yorum olarak aldığınızda, eh, onun da kendi gerçekleri var yer yer. Ama hukuka başvurmanın gerekçesi yaptığınızda ve siyasetten suç çıkarmaya kalktığınızda, hayır, kabul edilemez. Olayların seyri içinde, Osman Kavala belki yatar, belki çıkar. Ama böyle böyle, muhalefetin ve dolayısıyla siyasetin alanı daralmaya, muhalefet ve dolayısıyla siyaset yapılamaz hale gelmeye devam eder.
İşin bir diğer boyutu, Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri. İktidar medyasının bir bölümünde şu tür manşetlere de rastladım: “AB ve Amerika panik içinde.” Neden? Çünkü Osman Kavala onların gizli planlarını afişe edecekmiş de ondan korkuyorlarmış. (a) Buna gerçekten inanan var mı? (b) Amerika ve Fransa’nın tavrı acaba panik mi, kızgınlık mı? Sureti haktan bir “kırdıkları ceviz bini aştı” tavrı mı? “Şimdi artık tepelerine bineriz” sevinci mi?
Üst akıl, üst akıl… Nerede bu, bize düşman olan ve herşeyi yöneten bu üst akıl? Dışarıda mı, yoksa Türkiye’nin içinde mi? Geçenlerde Serbestiyet yazarlarından Cengiz Kapmaz, “Türkiye gibi bin yıllık devlet tecrübesi ve birikimi olan bir ülke”nin “devlet aklı”nı, “ülkeyi yöneten siyasilerin aklı”nı göklere çıkarmış”; neredeyse yanılmaz ilân etmiş; kayıtsız şartsız güvenmemizi istemişti.
Acaba ikisi aynı olabilir mi?