Siyasette olan biteni anlamaya çalıştığımızda önümüze öncelikle cevaplamamız gereken bir soru çıkar: Anlamak için ‘nasıl’ bakmak lazım? Somutlaştırırsak, acaba hangi perspektif veya kabuller Türkiye siyasetini anlamamıza daha fazla yardımcı olur? Geçen haftaki yazımda (‘Acaba bu iktidar devletin başarısı mı?’, 20 Eylül), eğer bir ülkede siyasi karar alıcılar sistemi belirleme gücüne sahipse, dikey ilişkiler daha işlevselse ve toplumun kültür ve zihniyeti bu durumu teşvik edici öğeler taşıyorsa, aktör iradesini temel alan bir bakışın doğru olacağını öne sürmüştüm.
Türkiye’de de durum bu… Yine de önümüzde alternatifler var: Siyaseti tek, iki ya da daha fazla aktör üzerinden okuyabiliriz. Ancak gözlemler son dönemde muhalefet partilerinin, sivil toplumun, ya da uluslararası angajmanların siyasetin gidişatında fazla etkili olmadığını söylüyor. Dolayısıyla iki alternatife iniyoruz: Ya siyaseti sadece Erdoğan ve AK Parti üzerinden okumak, ya da buna Bahçeli’nin taşıyıcılığını yaptığı ‘devlet’ unsurunu eklemek. Geçen yazım ikinci yaklaşımın daha gerçekçi olduğunu söylüyordu.
Ne var ki söz konusu iki aktörü (gözlemleyebildiğimiz ve anlayabildiğimiz kadarıyla) sadece kendi arzuları, amaçları, korkuları ve zihniyetleri üzerinden okumak eksik bir analiz. Çünkü her aktörün zaman içindeki değişimini ele almakla birlikte, o aktörü diğeri ile olan münasebetinden kaynaklanan unsurlar dahilinde değerlendirmiyor.
Şöyle düşünün… İki farklı aktörün arzu, amaç, korku ve zihniyetini bir ‘uzamda’ karşılıklı olarak yerleştirelim. Hayatın nasıl tecelli edeceğine dair sayısız simülasyon yapabiliriz. Gerçekte yaşananlar bu sayısız simülasyondan sadece biri ve teorik olarak önceden tahmin edilmesi mümkün değil.
Dolayısıyla aktörlere fazla yoğunlaşmak yanıltıcı olabilir, çünkü aktöre atfettiğimiz göreceli özerkliği abartmamıza neden olur. Aktöre hedeflerini elde edecek bir irade yakıştırabilir, sonra da kendi yakıştırdığımız iradeyi nesnel bir olgu gibi yorumlama durumunda kalabiliriz. Böylece idealize edilmiş özneler, gerçekte karmaşık ve çoğu zaman irrasyonel olabilecek hakiki öznelerin yerine geçer.
Neyse ki iki aktör arasında yaşanacakları önceden tahmin etmek mümkün olmasa da yaşanmış olanları sonradan çıkarsamak mümkün. Bu retrospektif (geriye doğru) analizi yaptığımızda bundan sonra yaşanacaklar konusunda da daha yetkin olma ihtimalimiz var.
Böyle bir analiz için görünür eylemlere ihtiyacımız var ve söz konusu eylemlerin her iki aktör için ortak anlama sahip bir bağlam içinde yaşanması lazım. Basit olarak söylersek ‘ilişkiye’ bakmamız gerek… Bir (siyasi) aktör analizinin ‘kalbi’ aktörlerin kendisinden ziyade aralarındaki ilişkidir. Çünkü ilişki her zaman aktörleri kendisine uydurur.
İlişkiler çok kısa sürede kendi norm ve kodlarını üreterek kültür oluşturur ve bu kültür her zaman bir zihniyet bileşimi sayesinde doğal ve meşru hale gelir. Aktörler arası davranışlar ilişkinin kültüründen bağımsız olamaz… Her aktör (büyük ölçüde bilinçdışı olarak) ilişkiye uyum göstermeye çalışır.
Yeni evliler birbirlerini bir an önce tanıma, karşısındakini memnun etme ile kendi isteklerini belli edip doğru sınırları çizme arasında gelgitler yaşasalar da çok kısa sürede farkında olmadıkları bir ortak norm dünyası yaratırlar. Burada kritik unsur her ikisinin de bu birlikteliği istemesidir. Birliktelik sürdükçe her iki taraf çaba çıkarmadan oluşmuş olan kültüre uyum gösterir, kendi evliliğini ‘normal’ görür (hatta beğenir) ve söz konusu kültürü bilinçdışı olarak korumaya çalışır.
Evlilerin tutumunu aralarındaki ilişkinin zihniyetinden ve kültüründen bağımsız olarak anlayamayız. İlişki bir ‘akıştır’ ve karşılıklı en ufak jestler, kelimeler bile var olan kültürü pekiştirir, kırılması güç bir karşılıklı davranış matriksi üretir. Dahası ilişkinin belirleyici işlevi açısından tarafların fiziksel olarak birlikte olmaları gerekmez. Ayrı olunduğunda bile her davranışın ilişki içinde nasıl anlam kazanacağı, onun nasıl etkileyeceği bilinir ve bu bilginin ışığında davranılır.
Siyasi ilişkiler evlilik gibi değil… Doğal bir tercihten ziyade, her iki öznenin belirli çevre koşullarında kendi çıkarları için ürettikleri ortaklıklar. Ancak yine de bir ilişki ve ilişki/aktör bağı konusunda yukarıda söylenenler geçerli. Diğer deyişle örneğin Erdoğan-Devlet ilişkisinde (ortak çıkarlar sürdükçe) her iki taraf ilişkiye uyum sağlama gayreti içinde olacak, ilişkiyi kollayacak, onun kendiliğinden ürettiği normlara, kodlara sadık kalacak ve ilişkiyi ayakta tutan zihniyet bileşimini sürdürecektir.
Bu ilişkiyi nasıl deşifre edebiliriz? İki ‘pürüz’ var… Birincisi ilişkiyi doğrudan gözlemleyemiyoruz. Öte yandan sonuçlarını izliyor ve bu sonuçların aktörler tarafından nasıl taşındığını görüyoruz. Bu veriler bizi (eğer zihniyet-kültür-davranış analizi yapabiliyorsak) ilişkinin kendisine ‘geri’ götürebilir. İkincisi ‘Devlet’ belirsiz, muğlak bir özne. Erdoğan’ın ilişki içinde olduğunu düşündüğümüz Devleti bir şekilde somutlaştırmamız lazım. Neyse ki Bahçeli söz konusu taşıyıcılık, tercümanlık işini çok açık şekilde, gocunmadan yapıyor. Dolayısıyla Devlet iradesinin (bire bir diyemesek de) Bahçeli’de belirgin hale geldiğini varsayabiliriz.
Şu an bu ittifak halen sürmekte olduğuna göre “Son beş yıldır ‘nasıl’ bir ilişki ile karşı karşıyayız” diye soralım. Muhakkak ki duygusal bir tarafı var. Geçmişte karşılıklı olarak hiç de yenilir yutulur olmayan sözler sarf edildi, Bahçeli bir dönem ‘17/25’in en sert savunucusuydu… Öte yandan Bahçeli ve Devletin diğer aktörlerinin Erdoğan ve AK Parti ile ilgili hem önyargıları hem zaman içinde muhtemelen netleşen kanaatleri var. Ayrıca kişilerin birbirini ne denli sempatik ya da itici, güvenilir ya da güvenilmez bulduğu da önemli.
Ancak bu ilişkide bütün bunları bir yana koymamızı ima eden bir durum var: Bu bir çıkar ilişkisi. Nitekim aşağıda göreceğimiz gibi taraflar geçmişi ve birbirlerinin özelliklerini bir yana koymaya eğilimliler. Erdoğan-Bahçeli ilişkisinin bir ‘kurumsal’ ilişki olduğunu akılda tutalım. Ortada koruyup kollanması gereken bir kurum, yani Cumhur İttifakı var. Her iki tarafa da yarıyor ve her iki taraf için de (an itibariyle) alternatifi bulunmuyor.
Bu kurumsal ilişkinin zihniyet (ve kültür) analizini nasıl yapabiliriz? Kurumsal (evlilikten siyasete) ilişkinin alt etkinlik alanlarının tek tek ele alınması, aralarından hangilerinin öne çıktığının (ve hangi aktöre yaradığının) sorgulanması ve her birinin ‘doğal şekilde’ yeniden üretilmesini sağlayan zihniyet bileşiminin, buna dayanan kültürün ve nihayet davranış kodlarının deşifre edilmesi gerekiyor.
Burada bu işi derinlemesine yapacak durumda değilim. Her şeyden önce ortada tarih ve biyografi malzemesi olmadığı için çok sınırlı bir veriden hareket ediyoruz. Dolayısıyla bilemeyeceğimizi biliyor sanmanın alemi yok. Ancak yine de elde kamusal alana yansımış yeterince veri var. Erdoğan-Bahçeli (Devlet) ilişkisini derinlemesine anlama şansımız olmasa da bu ilişkinin kodlarını kalın hatlarla çizebiliriz.
Önce çatışma alanına bakalım… Erdoğan ile Bahçeli arasında kapalı kapılar ardında çatışmasız bir ilişki yaşandığı varsayımı fazla iddialı olur. Muhtemelen az da olsa yaşanıyor ama dışarıya yansımıyor, ya da aktörler çatışma çıkmaması için gayret gösteriyor. Zihniyet bileşimi açısından bu ilişkinin relativist/sosyal (sociable) nitelikte olduğunu ileri sürebiliriz. Yani denge arayışı, uzlaşma isteği, ortağını kaybetme kaygısı, birbirini hoşnut tutma eğilimi var.
Eleştiri konusu da farklı değil. Taraflar kamu önünde birbirlerini hiç eleştirmedikleri gibi sürekli sahip çıkıyorlar, hiçbir şeyin (yanlışın) aralarındaki ittifakı bozamayacağını vurguluyorlar. Kamuya açıklanmamış bir krizin varlığına da henüz tanık olmadık. Zihniyet bileşimi sosyal/kayıtsız gibi gözüküyor. Diğer deyişle birbirini kayırma, gerektiğinde görmezlikten gelme, diğerinden gelen küçük hasarlara ses çıkarmama, ilişkiye zarar vermeme…
Çatışma ve eleştiri alanında gözlemler tarafları bir araya getiren ortak amacın ne denli kıymetli olduğunun işareti. Öyle ki ilişkinin kodları bu ortak amacı koruyup kollamaya hasrediliyor. Aktörlerin kendi kişilikleri ikinci plana itiliyor. Taraflar gerekirse bağırlarına taş basıp devam ediyorlar ama açıkçası bağırlarına taş bastıklarına dair işaret de almıyoruz. Erdoğan-Bahçeli ilişkisi bütün sorunlu geçmişe ve kişilik farklılığına rağmen uyumu hedefliyor. (Bu da bizi söz konusu ilişkinin iki kişi arası ilişkiden ‘fazlası’ olabileceği konusunda uyarıyor.)
O zaman söz konusu ‘ortak amacı’ ele almak lazım. Cevap malum: İktidarda kalmak. Öte yandan tarafların iktidardan anladığı ve beklediği aynı olmayabilir. Nitekim Erdoğan’ın büyük projeler ve hizmet üzerinden tarihe geçmek gibi bir hayali olduğu anlaşılıyor. Oysa Bahçeli (Devlet) için sanki amaç bürokrasinin ‘belkemiğine’ yerleşmek ve ülkenin ideolojik olarak belirli sınırlar dahilinde, devlet-toplum ilişkisinin ise hiyerarşik özellikte tutulmasını sağlamak.
Erdoğan İslami bir dünya görüşüne ve kültürel açıdan muhafazakâr, dindar bir tabana sahip. Kemalist devlet ise laikliği ve Türk milliyetçiliğini temel alıyor. Ne var ki 2016 itibariyle muhafazakârlar ‘bağımsızlık’ fikri etrafında ve Gayrımüslim/Batı karşıtlığından beslenerek milliyetçiliğe yaklaşmakta. Dolayısıyla Erdoğan-Devlet ilişkisinin ‘doğal’ zemini Türk milliyetçiliği. Ama ortada laiklik-dindarlık ekseninde bir sorun var. Bu ikisini uzlaştırmak kolay değil…
Bir süredir yazılarımda bu uzlaşmazlığın nasıl ‘çözüldüğü’ konusunda bir önerme sunuyorum: Her iki taraf milliyetçiliği öne çıkarma yanında kendi alanından da taviz vermiş gözüküyor. Muhafazakârlar dinlerini, Devlet tarafı laikliği bir miktar ‘bulanık’ hale getirmiş durumda. Din anlayışı dünyevi güç devşirme imkânları ile harmanlanıyor. Laiklik ise katılığını yitirip geçirgenleşiyor. Nitekim bu ‘yakınlaşma’ yeniden bulunan eski bir senteze gönderme yapıyor… İttihatçılığa.
Kemalizmin yapay bir ideoloji olarak yaşandığını ve o nedenle halen yapay şekilde ayakta tutulabildiğini düşünüyorum. Bu ülkenin hamurunda, ‘doğal’ dürtülerinde, ortak bilinçdışında esas güçlü ve hâkim olan bakış İttihatçılık. Yüz yıllık Cumhuriyet deneyimi sonunda hem Kemalizmin, hem İslamcılığın bir yönetim şekli ve ideolojisi olarak iflas ettiği bu noktada tarafların İttihatçılığı yeniden keşfetmiş olmasında şaşırtıcı bir şey yok.
Dolayısıyla Erdoğan-Bahçeli (Devlet) ilişkisi iki tarafın da yadırgamadığı, aksine doğal yatkınlık hissettiği bir zeminde işliyor. İlişkinin ortak amaca (iktidarda kalmak) yönelik işleyişini deşifre etmek için ise alt alanlarından diğer ikisine, inisiyatif ve karar almaya bakmak gerekiyor.
İnisiyatif açısından ilişkinin oportünist/relativist zihniyet bileşimine oturduğu öne sürülebilir. Arka planda gizli bir gerilim olduğu gözleniyor. Taraflar diğerinin haberi olmadan çıkışlar yapıyor, ön alıyor, diğerinin hareket alanını sınırlamaya çalışıyor. Ancak baskı altında olduklarında geri adım atmaya, söylediklerini muğlaklaştırmaya, gerekirse ses çıkarmamaya hazırlar. Bahçelinin inisiyatif kullanmaya çok daha teşne olduğunu ve kendi iktidar gücünü bu şekilde kullandığını görüyoruz. (Cumhurbaşkanlığı sisteminin önerilmesi, yeni anayasa, Kürt meselesi ilk akla gelen örnekler.)
Karar alma açısından ise ilişkinin ataerkil/relativist zihniyet bileşimine sahip olduğu söylenebilir. Her iki aktör de kendi davranışının ittifak için iyi ve doğru olduğunu söylüyor ve diğer aktörün kendi davranışını destekleyeceği beklentisi ile davranıyor. İyi ve doğruyu sadece kendileri için değil, hepimiz için bildiklerini sanan bir ikili ile karşı karşıyayız. (Aynen devletin topluma bakışı gibi…). Öte yandan baskı altına girdiklerinde dengeyi kollayan bir tutum sergilemekte zorlanmıyorlar. Nihayet karar alma işlevi doğası gereği Erdoğan’ı öne çıkarıyor. (Atamalar, doğrudan her işe bizzat müdahaleler, büyük yatırımlar, dış politikada ihtiraslı tasavvurların peşinden gidilmesi yine ilk akla gelenler.)
İlişkinin geneli için şunu söyleyebiliriz: Bahçeli (Devlet) sınırları çiziyor, Erdoğan ise o sınırlar dahilinde yönetiyor. Ancak bu tespit gerçekliği sadece kalın hatlarıyla yansıtıyor. Aslında Devlet ilişkinin dinamiğine, içinden geçilen konjonktüre bağlı olarak sınır çizmeye ‘çalışıyor’; Erdoğan da ilişkinin dinamiği ve konjonktüre göre buna uyan ya da uymayan kararlar almaya ‘çalışıyor’. Ortaya çıkan sonuç ise herkesin niyetinden bir miktar farklı olabiliyor.
Unutmamak gerek, söz konusu ilişki de karmaşık bir ilişkiler ağı içinde bulunuyor ve uyum zorunluluğu var. Dış politikanın zorlamaları, toplumsal talepler, muhalefetin olası hareketlenmeleri Devlet-Erdoğan ilişkisinin her dönemeçte yeniden şekillenmesine neden oluyor. Öte yandan bu ilişki ‘iktidarı’ temsil ettiği ölçüde ilişkiler hiyerarşisinin tepesinde yer alıyor. Dolayısıyla ekonomik, sosyal, kültürel ve politik alanın diğer ilişkileri bu iktidar ilişkisine uymak üzere çok daha yoğun çaba gösteriyor. Bu da iktidar aktörleri arasındaki ilişkiyi muhtemelen pekiştiriyor ve daha uzun vadeli kodların aranmasına neden oluyor.
Bu karmaşık tabloyu ‘anlamak’ bir biçimde anlamlandırmayı ima ediyor ve bunun için de asgari bir ‘indirgemeye’ ihtiyacımız var. Aksi halde geleceği mantık çerçevesinde öngörme imkânı olmaz. İlerde somut olarak nelerin yaşanacağını bilmek imkânsız olsa da, bunu hangi faktörlerin sınırlama ve şekillendirme ihtimalinin daha yüksek olduğunu kalın hatlarıyla öngörebiliriz.
Bu yazıda sunulan akıl yürütme zihniyet analizine dayanan olası bir indirgemenin sonuçlarını sergiliyor. Farklı akıl yürütmeler olabileceği gibi, buradaki çıkarsamaların ne derece inandırıcı olduğu da sorgulanabilir… Dolayısıyla buradaki analizle ilgili kuşkusu olanları belki şu soruya yanıt vermeye davet ederek bitirebiliriz:
Erdoğan bugün bir sebeple siyaseti bırakmak zorunda kalsaydı, sizce bu durumun yaratacağı iktidar ve siyaset boşluğunu hangi aktör(ler) doldururdu? Cevap günümüzün dinamiğini anlama açısından (bana) hayati gözüküyor…