Anadolu dışına yayılan Ermenilerin travması sadece yurtlarından kopuşla ilgili değildi. Gittikleri yerlere uyum sağlama zorunluluğu belki daha da derin bir travmaydı. Ataerkil bir gelenekten bir anda modern dünyanın içine ‘atılmış’ kişiler olarak, kültürlerini yitirme, bireyselleşirken kendi toplumlarına yabancılaşma, yadırgatıcı bir kültürel ortamın içinde savrulma tehlikesi ile karşı karşıyaydılar. Öte yandan suçu misafir geldikleri söz konusu yabancı ülkelere yüklemek de mümkün değildi. Sonuçta bu ülkeler onlara kucak açmış, yeniden hayata dönmelerini sağlayacak zemini sunmuştu. Ne var ki gündelik hayat bir ızdırap kaynağıydı ve eziklik duygusuna yenik düşülmüştü.
Ermeni diasporası kızgınlığını içine atarak en azından iki nesil bekledi ve sonrasında içindeki acının bedelini talep etti. O noktaya gelindiğinde yeni ülkelere adapte olunmuş, çocuklar ve torunlar büyümüştü. Yeni ülkelerde yaşanmaktaydı ama toplumsal kimliği belirleyen her şey hala geçmişte aranmak zorundaydı. Aksi tutum kadere razı olmak, insanlık önünde yenilgiyi kabul etmek demekti. Ermeniler de kendi çaplarında isyan ettiler… Yaşadıkları acının görülmesini, bedelinin bir şekilde ödenmesini istediler… Bunun en doğal yolu söz konusu kaderi onlara yaşatmış olan devletin bugünkü sahiplerini muhatap almaktı. Onlar da öyle yaptı… Ayrıca maddi hayat açısından artık bir geri dönüş ihtimali kalmadığı için, ‘manevi’ bir mücadeleye yöneldiler. Yaşanmış olanı ideolojik hale getirerek bir öğretiye, giderek bir dogmaya dönüştürdüler. Belki de taleplerinin karşılanma ihtimalini en aza indirmek üzere, o talepleri azami düzeye çekerek sembolik bir dil içinde tanımladılar.
Böylece Ermeni ‘davası profesyonelleşti. Para kazanma anlamında değil… Ama bu mesele ile uğraşanlar giderek uzmanlaştılar ve toplumun genelinin dışında bir kategori oluşturdular. Dahası aşırı bireyselleşmiş Batı dünyasında cemaatsal hayatın idamesi için önemli bir işlev de görmeye başladılar. Ne de olsa seküler dünyada Kilise’nin rolü ancak bir yere kadardı ve ruhanilerin tarih ve hukuk alanındaki uzmanlığı da epeyce sınırlıydı. Sonuçta Ermeni diasporası içinde bir siyaset alanı doğdu ve yapısallaştı. Ermeni ‘davasını’ sahiplenen, kendine has stratejiler geliştiren ve bu uğurda toplumun maddi kaynaklarını seferber eden kurumlar yaratıldı. Manevi açıdan bakıldığında bir ‘özveri timsali’ olan bu kurumlar neredeyse seküler bir kilise otoritesine ve saygınlığına kavuştular.
Bir süre sonra strateji artık ‘soykırımın tanınması’ bağlamında tanımlanmaktaydı ve bu alanı endüstrileştiren bir akademisyen kadro tarafından desteklenmekteydi. Her yıl hemen hemen aynı etkinlikler yapıldı, çeşitli hükümetler üzerinde lobi baskıları kuruldu, herhangi bir gazetenin manşetinde ‘soykırım’ ibaresinin geçmesi bir zafer olarak sunuldu ve en azından son elli altmış yıl böyle geçirildi.
Bu strateji başarılı oldu mu? Hiçbir şey başarmadığını söylemek mümkün değil. En azından bugün soykırımı resmen tanımış olan birçok ülke var… Eğer başarılmak istenen bu idiyse sorun yok. Daha çok sayıda ülke olduğuna göre bir yüzyıl daha böyle devam edilebilir. Ama eğer ‘başarı’ Türkiye’nin soykırımı kabulü ise ortada bir başarı yok. Eğer başka ülkelerin soykırımı tanımalarının Türkiye’yi de bu yöne sevk edeceği düşünülmüşse ortada vahim bir hata da var. Çünkü bu gelişme Türkiye’nin red siyasetinin toplum tarafından desteklenmesine yol açıyor. Galiba artık Ermeni diasporasının geçmiş acıyı devam ettirme psikolojisini aşarak, ‘biz gerçekten ne istiyoruz’ diye sorma vakti geliyor…