Bütün toplumlar gibi Ermeniler de kendi mağduriyetlerini daha radikal bir biçimde seslendiren grupların arkasında saf tutuyorlar. Bunun bir nedeni 1915’in Türkiye tarafından yıllar boyunca reddedilmiş olması. Bu durum Ermenilerin içinde radikalleri haklı çıkardı ve onların söylemi genele hâkim oldu. Ne var ki bu ille de maksimalist bir strateji geliştirilmesi anlamına gelmiyordu. Ancak kolay yol buydu ve Ermeni diasporası da bu yöne doğru gitti.
Söz konusu stratejinin üç ayağı var. Birincisi ‘tanıma’ meselesini tarihsel bağlamından çıkararak tamamen soykırımın kabulü noktasına indirgemek. İkincisi, soykırımın kabulünün muhatabı olarak Türkiye devletini görmek. Üçüncüsü bu yönde aktivizm yapmayı yeterli siyaset saymak.
Meseleyi soykırımın tanınması olarak tanımlamak Ermeniler için çok rahatlatıcı oldu. Tarihin karmaşık yapısından kurtulmayı, örneğin Taşnakların siyasetini ‘uzmanlara’ bırakabilmeyi sağladı. Ermeniler için 1915’in ‘soykırım’ olduğu bir tür ‘tarih bilgisi’ haline geldi. Öyle ki artık biz Ermenilerin kendi yaşadığımız tarihi bilmemiz bile gerekmiyor. Geniş kitle açısından olup bitenin bir soykırım olduğu ‘bilgisi’ yeterli olabiliyor. Ne yazık ki bu tercih Ermenilerin kendi tarihlerine, yaşanmış olanlara yabancılaşmasını ifade etmekte… Soykırım terimine sarılmanın nedenlerinden biri de belki bu yabancılaşmanın üstünün örtülmesi isteği.
Muhatap olarak Türkiye devletinin alınması da çok yıpratıcı oldu ve Ermenilerin duygusal dünyasını yüzeysel bir siyasallaşmaya mahkûm etti. Çünkü bir devleti belirli bir adım atmaya zorlamak, sizin de devlet gibi davranmanızı ima eder. Nitekim Ermeni diasporası da bütün enerjisini lobiciliğe hasretti. Yabancı hükümetleri ve parlamentoları Ermeni soykırımını kabul etmeleri için iknaya uğraştı. Böylece mesele devletlerarası bir konu olmaya doğru gitti ve Türkiye’nin red siyaseti meşrulaştı. Çünkü soykırımı tanıyan devletlerin ‘iyi niyetinden’ söz etmek saçmaydı. Ulus devletler ahlak-sız (‘non-ethical’) kurumsallaşmalar ve menfaatin ön planda olduğu bir dünyanın parçaları. Dolayısıyla soykırımı tanıyan ülkelerin varlığı Türkiye’de o ülkelerin Türkiye politikası hakkında bir şeyler söyledi, ama 1915 hakkında hiçbir şey söylemedi. Hatta 1915’i tarihsel bağlamından daha da kopartarak günümüzün oportünist siyasetinin parçası kıldı.
Nihayet Ermeni diasporasının aktivizmi yeterli sayması da tartışmayı boğdu. Normları ve ahlaki ilkeleri tekrarlamanın ‘siyaset’ olmadığı idrak edilemedi. Ermeniler mağdur oldukları için acılarının tanınmasını, yaralarının sarılmasını doğal hakları olarak gördüler. Ne var ki tarih adil bir yargıç değil… Hak ettiğinizi düşündüklerinizi elde etmeniz ‘şimdi ve burada’ ne yaptığınızla doğrudan ilişkili. 1915’in tanınması, Ermenilerin günümüzde ‘doğru’ bir siyasi strateji geliştirmelerini gerektiriyor.
Bu ‘doğru’ stratejinin mantığı ise şu ana kadar yapılan üç yanlışın dışına çıkılmasıyla mümkün. Yani birinci olarak soykırımın değil, somut yaşanmışlığın bütün karmaşıklığı ile birlikte anlaşılması ve tanınması. İkincisi bu tanınmanın devletten değil Türkiye toplumundan beklenmesi ve muhatap olarak özellikle toplumun muhafazakâr kanadının seçilmesi. Ve üçüncüsü aktivizmin kolaycılığından sıyrılarak günümüz Türkiye’sini anlamaya, onunla ilişki kurmaya çalışılması.
Bu tür bir strateji Ermenilerin yaşamış olduklarının çok süratle Türkiye toplumunun ‘malı’ olmasını sağlayacak, devletçi direnci anlamsızlaştıracaktır. Sonrasında isteyen soykırım der, isteyen demez. Ama tarihe birlikte bakabilmeyi beceririz…