TBMM’den gelen anayasa değişikliği kanununun referanduma götürülmesi Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından onaylandı ve ardından YSK’nın 16 Nisan’ı oy verme günü olarak ilan eden açıklamasıyla süreç resmen başladı.
Ak Parti-MHP ittifakının ‘Başkanlık Sistemi’ isteklerini yaklaşık dört ayı aşkın bir zamandan beri gündemimize getirmiş olmalarına karşın, bu önerinin anlatılmasında bir tutukluk yaşadıkları; güçlü ve ikna kapasitesi yüksek bir sistem savunması yapamadıkları görülüyor.
Anayasa değişikliği kanununda yer alan yeni yönetim sisteminin bizzat kendisini değil de bambaşka konuları öne çıkaran ve değişiklik tasarısının yerine ikame etmeye çalışan bir anlatım stratejisi izliyorlar.
Bu durum da göründüğü kadarıyla bu partilerin manyetik alanı içerisinde bulunan belli bir seçmen kitlesinde ciddi soru işaretleri yaratıyor.
Daha açık konuşmak gerekirse, her iki parti de dikkat çekici bir inandırıcılık kaybı yaşıyor. Nitekim son bazı anket kuruluşlarının yaptığı araştırmaların medyaya yansıyan sonuçları da daha şimdiden bunu gösteriyor.
Tereddütler ve nedenler
Bu durumun kabaca birkaç sebebi olduğunu düşünüyorum.
Başta gelen neden, AK Parti ve MHP’nin bu öneriyi hem kendi kitlelerine hem de genel olarak topluma mal edecek şeffaf bir üslupla kamuoyu önüne getirmemiş olmaları. Bu partilerin birkaç yöneticisi hariç diğer mensuplarına uzun zaman kapalı olarak süren hazırlıklar ve ancak iş bittikten sonra yönetimlerce sürdürülen ikna seansları, muhtemelen değişiklik önerisine karşı bir yabancılaşma ve uzak durma eğilimi yarattı.
Bir diğer önemli nokta da, gerek Cemil Çiçek döneminde dört partinin (AKP, CHP, HDP ve MHP) üzerinde anlaşma sağladığı 60 madde, gerekse 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında üç partinin (AKP, CHP ve MHP) üzerinde anlaştığı 7 madde yokmuş gibi davranılması. Halbuki genel olarak toplum, söz konusu partilerin bir araya gelip o maddeler üzerinde uzlaşmış olmalarından büyük bir memnuniyet duymuş ve bunu desteklemişti.
Ancak bu kez, AK Parti ve MHP ittifakının gelinen o noktayı hiç dikkate almayıp, topluma tatmin edici bir izahat vermeden, çok kısa bir süre önce uzlaşmış oldukları partiler dışında ve bambaşka bir doğrultuda bir başkanlık sistemi önermeleri ve toplumsal uzlaşma fikrine sırtlarını döndüklerini hissettirmeleri, samimiyetlerinin sorgulanmasına yol açmaya başladı.
Erdoğan’dan sonrası ne olacak?
Genel olarak dindar-muhafazakâr seçmenin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a duyduğu güven; buna ilâveten, Erdoğan’ın son dönemde izlediği milliyetçi politik hat ve kullandığı söylem nedeniyle MHP seçmeninin dikkat çekici bir bölümünün gösterdiği beğeni önemli birer hareket noktası olsa da, referanduma götürülen değişikliğin bu kesimlerin zihninde Erdoğan sonrası hakkında çok ciddi soru işaretlerine yol açtığı görülüyor.
İki turlu seçim sonunda, yasama ve yargı karşısında bu kadar güçlendirilmiş ve yürütmeyi tek başına şekillendirecek kadar olağanüstü yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanlığı makamına pekâlâ istemedikleri bir kişinin de gelebileceği endişesi taşıyorlar. Aksi yöndeki söylemlere rağmen, yasa metninde bu endişeleri bertaraf edecek unsurların bulunmadığını düşünüyorlar.
Mazide kalan “Yenikapı Ruhu” ve amacından sapmış KHK’lar
Darbe girişimi sonrasında Yenikapı’da sembolleşen dönemin, sebebini tam anlayamadıkları bir şekilde özellikle AK Parti tarafından kabulü zor uygulamalarla bozulduğunu görüyor ve bundan rahatsızlık duyuyorlar. Her vatandaş için sandığa gitmek ve düşüncesine göre oyunu özgürce kullanmak bir görev iken, referandumda “Hayır” oyu kullanmayı düşünenleri darbecilerle ve terör örgütleriyle yanyana gösterme tavrını hiç anlamıyor ve adil bulmuyorlar.
Özellikle OHAL ilan edilirken devlet yöneticilerinin “Bu OHAL millet için değil devlet kurumları için ilan edilmiştir” demelerine; Kanun Hükmünde Kararname çıkarırken “KHK’larla darbe girişimine bulaşan FETÖ yanlıları devletten temizlenecek ve yargı önüne çıkarılacak” diye söz vermelerine karşın, tamamen tersini yapıp, belki yüzlercesi masum binlerce insanı işinden atmaları, hapse tıkmaları, ailelerini açlığa mahkum etmeleri önemli bir güven sorununa yol açmış görünüyor.
Vicdanen haksızlık yapıldığını düşünüp, çok sayıda insanın mağdur edilmesine karşı seslerini iktidara yeterince duyuramamanın huzursuzluğunu yaşıyorlar. Hele son KHK ile Prof.Dr. Cihangir İslam, Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Prof.Dr. Yüksel Taşkın ve Prof. Dr. Öget Öktem Tanör’ün aralarında bulunduğu 330 akademisyenin güya terör örgütleriyle ilişkileri var diye sorgusuz sualsiz işlerine son verilmesi, bardağı taşıran son damla oldu.
Tutsa da tutmasa da…
Başka olgu ve nedenler de sıralanabilir.
Hiç şüphesiz bu durumun referandum sonucuna bir yansıması olacaktır.
Söz konusu partiler de oylama sonrasında buna yol açan sebepleri mutlaka masaya yatıracaklardır.
Milliyetçi-muhafazakar ittifak başkanlık sistemini toplumun önüne getirirken yukarıda değindiğim tabloyu yaratınca, bu iktidar blokunu destekleyen medya kesiminin öneriyi savunma tarzları da ister istemez doğru dürüst bir ekseni ve tutarlılığı olmayan, telden tele atlayan bir görüntü veriyor. Gerçekliğin nerede başlayıp hayallerin nerede bittiğini görmek mümkün olmuyor.
Bu değişikliğe karşı çıkışa ve çıkanlara karşı, düşünce dünyasında olan biten herşeyi gazete köşelerine boca etmiş vaziyetteler. Tutsa da tutmasa da.
Öyle bir sistem anlatılıyor ki, ne arasan var!
Lâfı uzatmadan,”Cumhurbaşkanlığı Sistemi” adıyla önerilen başkanlık sisteminin iktidara yakın medyada çıkan bazı köşe yazılarında nasıl savunulduğuna dair birkaç örneği sizinle paylaşmak istiyorum.
(1) Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte, tarihimize ve geleneğimize uygun bir yönetime sahip olacağız.
(2) Osmanlı devletine parlamenter sistem zorla (?) kabul ettirildiğinden beri, devletimiz hayati konularda bile karar alamaz durumdadır. Bu değişiklik gerçekleştiğinde devlet etkin çalışacak ve hızlı karar alacak. Bürokrasi de ona uyacak.
(3) Militer-aydın-bürokrat tarihsel ittifakının Batılılaşma ideolojisi üzerinden ve Batılı merkezlere dayanarak kurduğu Tanzimatçı yarı müstemleke iktidarına son verileceği içindir ki, bu eski düzeni savunanlar statü kaybına uğradıkları için cumhurbaşkanlığı sistemine itiraz ediyorlar.
(4) Şimdiye kadar yaşadığımız bütün darbelere ve vesayet sistemine, parlamenter sistemin açıkları yol açıyordu. Artık darbe olmayacak. Çünkü yeni cumhurbaşkanlığı sistemi darbelere geçit vermeyecek.
(5) Yeni cumhurbaşkanlığı sisteminde yetkiler tek elde toplanmıyor. Kuvvetler arasında dağıtılıyor. Böylelikle kuvvetler ayrılığı daha da güçleniyor.
(6) Cumhurbaşkanlı sistemiyle meclis eskisinden çok güçlü hale gelecek. Eğer cumhurbaşkanı meclisi feshetmeye kalkarsa kendisinin seçime gitmek zorunda kalacağını bilecek. Gerektiği görüldüğü takdirde cumhurbaşkanı milletvekillerinin yüzde 75’inin oyuyla yüce divana sevkedilebilecek.
(7) Cumhurbaşkanlığı sistemiyle yargıçlar sistemi bitecek; tarafsız ve bağımsız yargı inşa edilecek.
(8) Seçimler beş yılda bir yapılacak. Denetim de artık doğrudan millet eliyle olacak. Böylece üç kuvvet de millet tarafından tayin edilecek ve millet tarafından denetlenecek.
(9) Cumhurbaşkanlığı sistemi geldiğinde istikrarsızlık sonra erecek ve kalıcı istikrar gelecek. Çünkü koalisyon hükümetleri dönemi tarihe gömülecek.
(10) Cumhurbaşkanlığı sistemi değişikliğinde elbette Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın varlığı dikkate alınıyor, ama ondan sonra da milletimiz yanlış birini seçmez. Milletimizin ferasetine güveniyoruz.
(11) Lidersiz demokrasi olmaz. Amerikan demokrasisi de tek adam rejimidir. Lidersiz demokrasiler koalisyonlara ve krizlere mahkum olur. Parlamenter sistem adı altında örgütlenmiş militarizmin çeşitli unsurları ve tortuları cumhurbaşkanlığı sisteminin karşısına dikiliyor.
(12) Asırlardır devam eden beka meselemizin en doğru çözüm yolu Cumhurbaşkanlığı Sistemi’dir. Böylelikle terör örgütlerinin ve dış odakların Türkiye’ye karşı yürüttükleri bütün yıkıcı ve bölücü operasyonların üstesinden gelinecek.
(13) Tek adamlığa da, marjinal kesimlerin iktidara gelmesine de bu cumhurbaşkanlığı sistemi engel olacak.
Seçmen herşeye evet der mi?
Elbette yukarıdaki savunma örneklerini çoğaltabiliriz, ama derdimi anlatmak bakımından aktardıklarım yeterli sayılır.
Yasayla getirilen yeni kurumlar, mekanizmalar ve uygulamalar bizde umulan “parlak” sonucu verir mi, ya da bizim meselelerimiz hakikaten bunlar mı; bu soruların yanıtlarını “Evet” savunusunun yaygın modellerinde göremiyoruz. Peki, dünya örneklerinde nasıl bir tablo ortaya çıkmış, bunlardan söz eden var mı derseniz, önceki kyi yazımızda uzun uzun değindiğimiz gibi, pek yok.
Yukarıda sıralanan savunma cümlelerinin birçoğunun birbiriyle çelişik olması da, yazımıza konu olan temel problemi yansıtan somut olgulardan biri olarak kabul edilebilir.
AK Parti’nin yasayı tanıtma amaçlı resmi propaganda broşürüne ve MHP’nin resmi ağızlarından dökülen, milliyetçilik dozajı yüksek retoriğine bakıldığında ise, bütün bu durumları bertaraf eden çok farklı bir anlatım olmadığını görüyorum (ayrı bir yazıda ele alacağım).
Nedense ısrarla, yasada ifade edilenlerden bambaşka şeyler anlatılıyor.
Peki, tereddütlü seçmen bu anlatımları ikna edici bulacak mı? Onu da iki aya kalmaz hep birlikte göreceğiz.
* * *
“Vank’ın Çocukları” belgeseli
9 Şubat 2017 Perşembe günü Beyoğlu Sineması’nda, yönetmenliğini Nezahat Gündoğan’ın, yapımcılığını Miraz yapım adına Kâzım Gündoğan’ın üstlendiği Vank’ın Çocukları isimli belgeselin gala gösterimi vardı. Bu ikili daha önce de İki Tutam Saç – Dersim’in Kayıp Kızları ve Hay Way Zaman belgesellerini yapmışlardı.
Vank’ın Çocukları belgeselinde, Dersim’de 1915 Ermeni soykırımından sağ kurtulan Ermenilerin 1937-1938 Tertelesi’nde yaşadıkları, bugün hayatta kalanların ve yakınlarının dilinden anlatılıyor.
Aziz Garabed Manastırı, Dersim’in 1915’te yıkılmayan ve ibadetin sürdüğü dinî mekânlarından biridir. 1937’de bombalanır ve nihayet 1938 operasyonunda yıkılır. Köyde yaşayan Ermeniler ve Kızılbaş/Alevilerle beraber papazı da askerler tarafından öldürülür. Geriye kalan birkaç yetişkin ve çocuk da değişik yerlere sürgün edilir. O dönemde devletin uyguladığı Türkleştirme ve İslamlaştırma politikası sonucu isimleri ve dinleri değiştirilir; papazın torunu olan kardeşlerin kimi Alevi, kimi Sünni olur.
Geride kalanlar, bu yürek burkan hikâyenin izlerini Konya, Bolu, İstanbul, İzmir ve Dersim’de takip ederek, bir yandan kendi dört bir yana savrulmuş hüzün dolu geçmişlerini, bir yandan da tarihimizin yüz karası sayfalarını gün yüzüne çıkarıyorlar.
Nezahat Gündoğan ve Kâzım Gündoğan, bu toprakların devlet politikaları sonucu yitip gitmiş nice insanlarına olan borcumuzu, kendi son derece sınırlı imâanlarıyla, yıllardır yüksünmeden ve amatör bir ruhla ödeyen ender insanlardan. Kutluyorum.