Etyen Mahçupyan 12 Haziran günü “Suriye’de kaçan fırsat” başlığını taşıyan bir yazı yazdı. Mahçupyan bu yazısında dış politikada “haklılık” iddialarının değil, gerçekçiliğin ve doğru kurgulanan güç ilişkilerinin geçerli olduğuna dikkat çekiyordu. Türkiye’nin izlediği Kürt siyasetinin Kürt meselesinde dizginlerin ABD’ye geçmesinde etkili olduğuna; ABD’nin PYD ile kurduğu savaş ittifakının kendisi açısından akıllıca gözüktüğüne; Türkiye’ye olan ihtiyacını minimize ettiğine; işin başında Rojava’da sahiplenme, içeride de reformcu bir çizgi tercih edilmiş olsaydı, ABD ile olan ilişkilerde inisiyatifin Türkiye’ye geçebileceğine işaret ediyordu.
Mahçupyan bu eleştirel analizinde kanımca çok değerli bir noktaya dokunuyor. Her şeyi bir tarafa bırakalım Suriye sorununda geldiğimiz “sıfır etki” konumu, bugüne kadar izlenen siyasete dair eleştirel bir göze ihtiyacımız olduğunu hepimize zaten yeterince anlatıyor.
* * *
Türkiye’nin bu etkisizliği kendiliğinden olmuş bir şey değildir. Türkiye’nin siyasi okuması ve tercihleriyle ilgisi vardır.
Türkiye, Batı’nın sahada en önemsediği Kürt kartını kendi elleriyle ABD’ye terk etmiştir. Üstelik “ılımlı muhalifler” olarak anılan kesimlerin bir varlık gösteremeyeceği iyice anlaşıldıktan sonra da bu siyasetinde ısrar etmiştir.
Neden böyle oldu? Bunun kanımca iki nedeni var. Birincisi ve tayin edici olanı; iktidar, Kürt ittifakının siyasi sonuçlarını karşılamayı göze alamamıştır. Böyle bir güç birliği, belki de federasyona doğru giden statü dahil, Kürtlere önemli hak kapılarını açmayı gerektirecekti. Türkiye güçlü ve büyük ortak da olsa, adı üstünde, bir “ortaklık”; bir iktidar paylaşımı söz konusu olacaktı. Bu, Türk-Kürt ilişkilerinde tamamen yeni bir paradigma anlamına geliyordu. “Baldıran zehiri dediysek, o kadar da değil” diye düşünülmüş olmalıydı! Kanımca Türkiye toplumundan daha ziyade, Türkiye siyasetini yönetenler bu tarihi adımı atabilecek vizyondan da cesaretten de yoksundu.