Ana SayfaYazarlarFETÖ niçin ‘acele’ etti? (II)

FETÖ niçin ‘acele’ etti? (II)

 

Önceki yazımda, FETÖ’nün klasik yöntemlerini kullanmaya devam etmesi halinde birkaç sene içinde devleti tamamen ele geçirmesi mümkünken niçin “acele” edip deşifre olmasına yol açacak eylemlere giriştiğini sormuştum.

Bu yazıda, soruyu cevaplamaya yardımcı olabilecek üç muhtemel sebep üzerinde duracağım.

 

1. Erdoğan korkusu ve nefreti

 

Zamanın başbakanı Erdoğan, hem siyasî zekâsı ve sezgisi, hem devletin işleyişini gözlemlemek açısından avantajlı pozisyonda bulunması sayesinde, ne olduğunu — aslında yine de geç olmakla beraber — ilk görenlerdendi. Ondan önce de olacakları tahmin eden birkaç kişi vardı ve bildiğim, işittiğim kadarıyla onlar Erdoğan’ı bilgilendirdi, ikaz etti. Erdoğan bu uyarılara itibar ve iltifat etmedi. Hem Müslüman kardeşliğinin, hem de iktidarının hemen hemen her dinî grup gibi Gülencilerin de kamu kurumları içinde yer almasının yolunu açmış — bir bakıma onlara “iyilik yapmış” — olmasının bunu imkânsız kılacağını sanıyordu. Ancak çok geçmeden, kazın ayağının öyle olmadığını anladı. Ortada (başka birçok siyasî gibi) istemeden ve farkında olmadan doğmasına katkıda bulunduğu bir canavarın olduğunu gördü. Mesele din kardeşliği, vefa borcu, iyi niyet gibi şeylerle izah edilemeyecek kadar vahim ve çetrefildi. Bu yüzden, FETÖ’yü (ki o zaman FETÖ değil Fetullahçılar’dı) yok etmek için değil, devlet içindeki varlığnıı sınırlandırmak için harekete geçmeye hazırlandı.

 

FETÖ bunu öğrenince, her zamanki gibi ‘tedbir’ uygulamak ve görünmezliğe bürünmek yerine savaş açmaya karar verdi. Önce kendi tabanını, sonra etkilemeyi ve manipüle etmeyi başardığı çevreleri, yaklaşan savaşta kendi cephesinde yer tutacak şekilde hazırlamaya başladı. “2011’den sonra değişen AK Parti ve Erdoğan” söylemi bir ölçüde bu hazırlığın anahtar sözüydü (oysa demokratikleşmede ve Kürt sorunun çözümünde en büyük adımlar 2011’den sonra gelmişti).

FETÖ’nün meşru siyasî otoriteye alenen savaş açması, Erdoğan’a ve hükümete karşı operasyonlara girişmesi, gizliliğinin kaçınılmaz olarak zaafa uğramaya başlaması demekti. 7 Şubat 2012 MİT operasyonu Türkiye’nin ilk defa şahit olduğu türden bir olaydı.  Erdoğan asıl hedefin kendisi olduğunu söylediğinde neredeyse hiç kimse inanmadı. En yakınındaki bazı kişiler bile “evhamlısın” anlamına gelecek şekilde gülümsedi, sessiz kaldı. Erdoğan haklıydı. Asıl hedef kendisiydi. FETÖ, işi kolaylaştırmak için problemin AK Parti değil Erdoğan olduğu söylemini yarattı.  Erdoğan gitmeli ama AK Parti yola devam etmeliydi. Tabii bu durumda AK Parti kaçınılmaz olarak FETÖ’nün güdümüne girecekti. Bereket versin işler FETÖ’nün istediği, planladığı gibi gelişmedi. Bu satırların yazarı dâhil pek çok kimse FETÖ’ye uyanmaya başladı. Buna karşılık maalesef (bu satırların yazarının bazı eski arkadaşları da dâhil) birçok kimse, tabiri caizse uyumayı sürdürdü ve hattâ — asıl korkuncu — bile isteye FETÖ’nün yanında saf tuttu, tutmaya devam etti.

 

Akla gelen bir soru, FETÖ’nün neden Erdoğan’a karşı bir suikast düzenlemediği. Bu pekâlâ mümkündü. Erdoğan koruma kadrosunun FETÖ’cülerle dolduğunu öğrenince bir hamlede görevlilerin tamamını değiştirdi. Ama yeni gelenler arasında da FETÖ’cülerin olması mümkündü, hattâ gayet muhtemeldi. Buna rağmen FETÖ bir suikaste girişmedi ve bir süre sonra bunu yapamayacak duruma geldi. Yapabilecekken yapmamasının sanırım iki sebebi vardı. İlki, FETÖ’nün Erdoğan’dan intikam alma isteğiydi. FETÖ Erdoğan’dan sadece kurtulmak istemiyor; onu aşağılayarak, rezil rüsva ederek kurtulmak istiyordu. İkincisi, Erdoğan’ın kahraman olmasından korkuyordu. Suikaste kurban giden Erdoğan kahramanlaşır ve destanlaşırdı. Bu da FETÖ’nün işine gelmezdi. FETÖ kanaatimce bu yüzden de suikast işine girişmedi. Ama FETÖ’nün yöntemleri arasında suikastlerin de bulunduğunu biliyoruz.

 

2. Güç zehirlenmesi ve kibir

 

HSYK’yı ele geçiren FETÖ kırılmaz bir güç halkası ve müthiş bir korunma kalkanı yarattı. MİT’e tam olarak hâkim olamamıştı. Ama en mühim ve en korunaklı yerler elindeydi. Özellikle yargı. Yargı bürokrasisinin abartısız yarısı FETÖ’nün kontrolü altındaydı. Neredeyse başbakandan bile korunaklı olan askerlere — özellikle genelkurmay başkanına – karşı Ergenekon, Balyoz ve Casusluk dâvâlarında işletilen mekanizmanın başbakana karşı da kullanılması pekâlâ mümkündü. Niyet de oydu. MİT operasyonlarında da, 17/25 Aralık’ta da yargı başroldeydi.

 

FETÖ ülke içinde yenilmez bir güç hâline geldiğine inanıyordu. Yenilebilmesi için, rakipleri (düşmanları) tarafından rakip (düşman) olarak görülmesi gerekiyordu. Oysa o (FETÖ) ortada yoktu. O herkesi (her kişiyi, her grubu) görüyor, ama onu ya hiç kimse görmüyor ya da gören birkaç kişi neredeyse meczup muamelesine tâbi tutuluyordu. Herkes ya dağınık veya (örgütlüyse bile) çok küçüktü. FETÖ ise hem örgütlü, hem de tüm diğer örgütlere nispetle çok büyüktü. Ayrıca onun örgütü (işleyişi, üyelerinin emre itaati, lidere sadakati vb bakımlardan) diğerleriyle karşılaştırılamayacak nitelikteydi.

 

“Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak surette yozlaştırır” demişti Lord Acton. Doğru. Fakat benim gibiler bu sözü hep politikacılar için kullanır. Halbuki devlet sadece politikacılardan ibaret değil. Uzun vâdede asıl güç bürokratların elinde. Politikacı yozlaşıyorsa bürokrat niye yozlaşmasın? Yozlaşıyor da. FETÖ’yü bir tür bürokratik yozlaşma hareketi olarak okumak da mümkün. Muazzam bir bürokratik güç biriktiren FETÖ bu yüzden kendi kendini yozlaştırdı. Gücün meşruiyetiyle değil kendisiyle ilgilendi. Demokrasinin usul kurallarını da, bürokratın siyasal itaat yükümlülüğünü de görmezden geldi. Çok güçlü olduğuna ve başbakanın (Erdoğan’ın) dahi onu alt edemeyeceğine inandı. Netice itibariyle Türkiye sınırlı bir demokrasiye sahipti; bürokratik gücün siyasî gücü tedip ve terbiye etmesi geleneği güçlüydü. FETÖ rüyasına kavuşmuş, devlet gücünü ele geçirmişti. Gücünü bilen ama gücün meşruluk edinmesinin şartlarını bilmeyen (veya önemsemeyen) FETÖ müthiş bir kibire kapıldı. Gazeteci görünümlü militanlar, hükümeti yıkmaktan; siyasetçiye itaat etmekle yükümlü polis şefleri, uluorta “başbakanın bileklerine kelepçeyi bizzat geçirmek”ten ve “bakanlar kurulunu emniyet müdürlüğüne toplamak”tan bahsetmeye başladı.

İşte bu güç zehirlenmesi FETÖ’yü “artık zamanı geldi” düşüncesiyle savaşı açığa vurmaya ve tırmandırmaya itti. Daha fazla beklemek gereksizdi. FETÖ’cüleri tutabilene aşk olsundu!

 

3. Uluslararası konjonktür ve büyük patronun hareket emri (talebi)

 

FETÖ özellikle son yirmi yılda uluslararası bir güce dönüştü. Bu, ciddî bir dış destek olmaksızın yapılamazdı. FETÖ bu desteği buldu. Destek sağlayan güç ondan daha büyüktü. Zayıfı acımasızca ezme, ama kendinden güçlüye iraat etme tarzını benimsemiş olan FETÖ, emre uymaktan başka yol izleyemezdi. İzlemedi.

 

Uluslararası konjonktür, Başbakan Erdoğan’ın 2009’da Davos’taki “one minute” çıkışından itibaren Türkiye aleyhine oluşmaya başladı. Batı’nın başat güçleri biz zamanlar “ılımlı İslâm”ın  öncüsü ve sözcüsü olarak gördükleri Erdoğan’da artık tam tersini, radikal İslâmcılığı görmeye başladı. Bu, çok kullanışlı bir suçlama âletiydi. Seçimle gelen, geçmişinde silâh bulunmayan, İslâmcı değil dindar-muhafazakâr bir politikacı olarak Erdoğan, yurt içinde FETÖ, yurt dışında devletlerinin politikasına sadık medya gibi araçlarla iki yıl içinde radikal bir İslâmcıya dönüştürüldü. Asıl radikal olan, kurduğu örgüt (Allah korusun) kuracağı ülkenin özellikleri hakkında ipuçları veren Gülen ise ılımlı Müslümanlığa terfi ettirildi.

 

2011’de Suriye’de patlayan iç savaş. Batı’nın Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye’ye ilişkin olumsuz algısını iyice netleştirdi. Türkiye geleneksel olarak yaptığı gibi Batı’ya tam uyum sağlamıyor; kendisine biçilen rolü oynamak yerine kendi planlarını yapmak ve uygulamak istiyordu. Bu, tahammül edilemez bir durumdu. Türkiye Suriye’de olduğu gibi Mısır darbesinde de Batı’dan farklı bir yerde durdu. Bu tutum da Batı’yı açığa düşürmekteydi.

 

Türkiye’nin hizaya sokulması şarttı. Bunun için önce Erdoğan’dan kurtulmak gerekiyordu. FETÖ bu istikamette bir talimat aldı veya zaten nefret ettiği Erdoğan’a karşı harekete geçmeye teşvik edildi. Muhtemelen bu yolda FETÖ’ye bazı garantiler de verildi. FETÖ’nün 17/25 Aralık (2013) ve MİT tırları (2014) operasyonlarının ardından 15 Temmuz (2016) darbe teşebbüsü böyle geldi.

 

İşte bu üç sebeple FETÖ,  bir beş on yıl daha bekleyip tüm ülkeyi avucuna almak yerine harekete geçti. Sonuç ortada. FETÖ tüm operasyonlarında başarısız oldu. Toplumsal meşruiyeti sıfır. Kadroları deşifre oluyor. Suç işleyenler yargılanıyor ve mahkûm ediliyor. Bazıları yurtlarını terk ediyor. Sanılmasın ki bu sadece AK Parti’nin veya Erdoğan’ın meselesidir. İktidarda kim olursa olsun bu mücadele sürecektir, çünkü söz konusu olan ülkenin bekası, bağımsızlığı ve demokrasisidir. 

 

FETÖ ile mücadele sürüyor. Bu mücadelede yanlışlar elbette var. Bunların olmaması ve olduysa telâfi edilmesi için hassas davranmalı ve yardımcı olmalıyız. Ancak, gerçek veya muhayyel hatalar FETÖ’nün korkunç yüzünü; bu örgütle mücadelenin bir beka, adalet, ahlâk, insanlık ve demokrasi görevi olduğunu görmemizi engellememeli.

 

FETÖ iyi ki acele etti. Halk deyişiyle, onu Allah şaşırttı. FETÖ’nün bu aceleciliği belki de kendisinin sonu ve milletimizin (aynı zamanda, umarım,  bir zamanlar bu cemaatin tabanında yer alan ama bir suça en azından doğrudan bulaşmamış kimselerin) kurtuluşunun vesilesi oluyor.

 

- Advertisment -