Ana SayfaYazarlar'9 Mart'larla iktidara gelmek?

‘9 Mart’larla iktidara gelmek?

[15 Şubat 2015] Serbestiyet uzunca bir bekleyiş ve arayıştan sonra nihayet yeni bir hamle yapmaya doğru giderken, ben de bir kere daha kendimi, Cumartesi-Pazarı iyi kullanıp haftada iki yazı çıkarma temposuna geçirmeye çalışıyorum. Bu sefer sırada, ucu Charlie Hebdo katliamı etrafındaki kamplaşmalara dokunacak (ya da oradan türeyen) bir dizi konu var-dı.Gene de var ama, dün internette Mahir Kaynak’ın öldüğünü okudum. Daha ilk anda, bir namuslu ile bir namussuzu ister istemez yan yana getiren paradoksal bir düşünce geçti aklımdan. Daha geçen hafta 39. ölüm yıldönümüyle andığım babam da, Mahir Kaynak da (zıt uçlarında yer almakla birlikte) hep aynı dünyaya aitti. Dahası, o dünya çok gerilerdeydi artık. Babam öleli beri olup biten her şey gibi, kırk beş yıl önce oynadığı ajanlık ve muhbirlik rolünden başka hiçbir şeyle hatırlanmayacak olan Mahir Kaynak’ın ölümü de, “bir dönemin kapanışını” kim bilir kaçıncı defa simgeliyordu.Dalıp gittikçe ve anılara gömülüp derinlere indikçe, başka ve daha girift düşünceler de peş peşe sökün etti. 1960’ların sonları ve 70’lerin başlarını bizler çok kesin ve keskin ideolojik çatılar altında yaşadık. 20’ler ve 30’ların çoktan eskidiğini fark etmediğimiz Komintern şablonu doğrultusunda yarı-sömürge, yarı-feodal diye tarif edilen bir düzen söz konusuydu. Bir tarafta emperyalizmin işbirlikçi burjuvazi, büyük toprak ağaları ve tefeci-tüccar sermayesi aracılığıyla yürüttüğü iktidarı, diğer yanda ise devrim ve sosyalizm alternatifi yer almaktaydı. Bugünden geçmişe baktığımızda ise, her şeyi bu kadar net ve siyah beyaz görmek kolay olmuyor. Kim doğruyu veya göreli doğruyu temsil ediyordu ki o toz duman ortamında? Örgütü “millî demokratik devrim”cilerin bitmek bilmez küstahlığı, arsız hayasız tâciz ve tasallutuyla felce uğratılıp mahvedilmiş; 1968 Çekoslovakya işgaline karşı çıktığı için de, ansızın fevkalâde ortodoks Sovyetik kesilen (Sadun Aren ve Behice Boran gibi) bazı eski çalışma arkadaşları tarafından bir saray darbesiyle TİP genel başkanlığından devrilecek veya devrilmiş olmasına karşın, belki sadece Mehmet Ali Aybar. Onun dışında, demokratik ve demokrasiyi savunan bir sol yoktu, kalmamıştı. Sol sadece kendine demokrattı; demokrasiden bütün anladığı, Leninist “legaliteyi istismar” nosyonuydu; TCK’nın o zamanki 141-142. maddelerinin kalkmasıydı; (tıpkı şimdi de olduğu gibi) kendisi şiddet veya şiddet propagandası veya başkaca demokrasi ihlâli olarak ne yaparsa yapsın kendisine dokunulmamasıydı. Bunun ötesinde, “burjuva demokrasisi” veya “cici demokrasi” veya “Filipinler demokrasisi” zaten beş para etmez bir aldatmacaydı; solda savunanı kalmamış, şeklen de olsa neredeyse bütün sahiplenenleri siyaset sahnesinin merkezi veya sağına kaymıştı.Madalyonun diğer yüzünde, devrimcilik mevcut sivil “hâkim sınıf” iktidarını ne olursa olsun “devirme”ye indirgenmişti ve nitekim sol içindeki hemen bütün tartışma ve ayrılıklar da bu devrimci/devirmeciliğin yöntemleri etrafında dönüyordu. Barış ve demokrasiden yana olmak bizatihî revizyonizm ve ihanet, buna karşılık devrimci şiddet tartışmasız doğruydu da, asıl doğru olan işbu devrimci şiddetin hangi türü veya modeliydi acaba? Burada, düpedüz darbecilikten çeşitli “halk savaşı” teorilerine kadar uzanan bütün bir yelpaze veya ıskala söz konusuydu. Daha 1960’ların başlarından itibaren öne çıkan, esas olarak Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal ve İlhan Selçuk’ların isimleriyle anılan Yön ve sonra Devrim dergileriydi. Atatürkçülükten bir Türk Baasçılığı çıkarma girişimi diye de tarif edebileceğimiz ve bugünkü ulusalcılığın da teorik kaynağını oluşturan YönDevrim çizgisine göre, Türkiye tarihinin Jön Türk Devrimi ve Kemalist Devrim gibi bütün büyük atılımları “asker-sivil aydın zümre”den gelmişti ve gene de gelmeye devam edecekti. Burjuva partileri ve siyasetçilerinin “gerici”liğine karşı, aşağı orta sınıflardan gelen, üstelik Kemalist geleneklerle meşbu Türk ordusu son tahlilde “ilerici”ydi ve bu rolü bir kere daha oynayıp 27 Mayıs 1960’da yarım bıraktığı işi bu sefer tamamlayabilirdi. Hemen belirtmek gerekir ki, on yılların Atatürkçü ideolojik hegemonyası sonucu sosyalist sol da — Kemalizm ile sosyalizmin örtüşmesi veya ittifakı üzerinden — bu vizyona aslında son derece yatkındı. Ne ki, kendi içindeki fraksiyonlaşma ve karşılıklı “sağcılık” suçlamaları yüzünden ikinci bir ideolojik rekabet evresine girmiş; bu aşamada hemen herkes TİP gibi barışçı-pasifist olmadığının yanı sıra Mihri Belli veya Hikmet Kıvılcımlı gibi milliyetçi-darbeci de olmadığını ispatlamanın derdine düşmüş; 1960’larda dünya çapında esen rüzgârların getirdiği “yeni moda”lar, olağanüstü genç ve tecrübesiz bir kuşağın şimdi tarifi imkânsız bir hayret ve acıyla anımsadığım inanılmaz naifliğiyle birleşince, ortalığı bu sefer otonom silâhlı mücadele yarışları kaplamıştı. Hangisi bize örnek ve derdimize deva olabilirdi — Küba Devrimi? Guevara ve Bolivya’daki foco’su? Regis Debray? Tupamaro’lar? Şehir gerillası? Ya da, Çin tarzı “kırlardan şehirlere” ilerleyiş? Maocu çerçevede, “maceracı” olmayıp “kitlelere” dayanan bir “halk savaşı”? Veya Hindistan’da Çaru Mazumdar’ın ultra-köylücü Naksalit toprak devrimciliği? Grup dinamikleri yüzünden kimsenin durup düşünerek dışına çıkamadığı böyle bir realiteden kopuş ve “ultra”lık girdabı herkesi önüne katmış sürüklüyordu. Ayrıca, bütün sözel canhıraşlığına karşın, bu şiddet ve silâhlı mücadele çılgınlığı ile güya kendini ayırdığı darbecilik arasında, ortalığın karışmasından kimin yararlanacağı bakımından, gene de (sübjektif değilse bile objektif) bir sembiyoz mevcuttu.Hepsinin bedeli çok ağır, çok trajik oldu. Solun ahlâkî, manevî üstünlüğü diye bir şey kalmadı. Bizim şiddet yanlılığımız, asıl büyük şiddet odağının — ne büyük bir şiddet potansiyelini temsil ettiği unutulmuşa benzeyen devletin reaktif şiddet patlamasını besledi, kolaylaştırdı ve meşru kıldı. Çıkardığımız çıkaracağımız bütün gürültü, belki bir noktada Avcıoğlu tipi Sol Kemalist darbeciliğin işine yarayabilecek sanılırken, hayır, öyle olmadı; asıl Cevdet Sunay’ların, Memduh Tağmaç’ların, Faik Türün’lerin, TSK yüksek komuta heyetinin işine yaradı. Toplumun üzerine, (biraz Mahir Kaynak sayesinde) 9 Mart’ı da ezip tasfiye ederek gelen 12 Mart kâbusu çöktü. Gün Ali Elverdi’lerin, Baki Tuğ’ların, Fuat Doğu’ların, Atıf Erçıkan’ların ve Mahir Kaynak’ların günü oldu. Deniz Gezmiş’ler idam sehpasında, Sinan Cemgil’ler Nurhak’ta, Mahir Çayan’lar Kızıldere’de can verdi. Diğer bir kısmımız, ben dahil, Söke ovası romantizmimizden Kontrgerilla’da ve Mamak’ta ayıldık.Fakat bütün o korkunç gidişat, o iler tutar tarafı bulunmayan yanlışlar yumağı, ajan ve muhbir olmanın iğrençliğini silmiyor kuşkusuz. Daha sonraki yıllarda, özellikle 1990’larda bir ara çok moda oldu Mahir Kaynak’ı televizyonlara çıkarmak. Kimsenin de midesi bulanmadı nedense (bu medya da tuhaf bir âlem; üç beş yılda bir tavır değiştirmelerinin hesabını tutuyor ve bunların içtenlikle muhasebesini yapıp kendi değer ölçülerine yansıtıyorlar mı, merak ediyorum doğrusu). Birkaç yıl Fuat Doğu ve sonra Nurettin Ersin’in o korkunç MİT’ine hizmet etti diye, uluslar arası ilişkiler ve güvenlik sorunları uzmanı kesildi. Ekranda her göründüğünde, habire komplo teorilerini; yeryüzünde her şeyin gizli iktidar odaklarınca manipüle edildiğini; tarihin akışına halkların özlemleri ve insanlığın düşünsel gelişmelerinin değil, sadece ve sadece bu gizli odakların yön verdiğini (= dolayısıyla siyasetin boş olduğunu) savunup dururdu. Bende, asık suratına denk düşen kupkuru bir ruh, taş gibi soğuk bir katılık ve amansızlık izlenimi uyandırırdı.Öte yandan… 9 Mart başarı kazansaydı da bu Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk’ların, ya da Cemal Madanoğlu, Celil Gürkan ve Vedii Bilget’lerin eline kazara şu kadarcık iktidar geçseydi, ne olurdu acaba? Aynı soruyu bundan neredeyse bir yıl önce, 8 Mart 2014’te Star’daki haftalık tarih sayfasında Cemil Koçak da sormuş ve Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kadar bilinmeyen Devrim Üzerine kitapçığından (tam da Şubat ve Nisan 1971’de iki baskı) bir dizi alıntıyla cevaplamış (bkz Peki, ya “9 Martçılar” kazansaydı?). Buna göre, devrimci iktidara yönelebilecek “tehlikelere karşı uygun ve zorunlu savunma, şiddetin açıkça kullanılması” olacakmış. “Devrimin ilk aşamasında şiddet ağır” basacakmış. “Devrimci hükûmetin ihtiyaç halinde kullanacağı baskı gücü … mevzuat, polis, organize istihbarat servisleri, propaganda ve örgütlü askerî güç yani ordu”yu kapsayacakmış. Avcıoğlu gayet net: “Amaç, hükûmetin tutamadığı her türlü örgütlenmiş politik faaliyeti dağıtmakla yetinmeyip, her türlü yıkıcı ve bölücü eylemi kanun dışı kılmak”mış. Yasalar “vatandaşların ödev ve haklarını sınırla”malıymış. “Hükûmete yeteri kadar geniş takdir hakkı” tanınmalıymış. Mevzuat ise şunları önlemeli ve bastırmalıymış: “Hükûmeti devirmeye kalkışmak, hükûmeti devirmekten söz etmek, yanlış söylentiler yaymak, telâş ve ümitsizlik yaymak, şiddeti teşvik, resmî sırları açıklamak, casusluk, sabotaj…” Bütün toplu yürüyüşler izne bağlanacak; “tehlikeli büyüklükteki sokak gösterileri de yasaklanacakmış. Mahkemeler “devrimci hükûmetin kontrolü”nde kalacak; polise “politik bilinç” verilecek; polis “devrimci bir hükûmetin partizan bir paramiliter silâhı” olacakmış. İstihbarat “devrimin sinir merkezi” sayılacak; “bir muhbir şebekesi” kurulacak; “devrimci aşama”da “sağlam hükûmet propagandası, baskı ve şiddet gücünün kullanılmasına sıkı sıkıya” bağlı kılınacakmış. “Propaganda, baskı ve şiddetin devamlı kullanılmasını ‘haklı göstermeye’ hizmet etmeli”ymiş. Bu amaçla tabii basın da “kontrol altında tutulmalı”ymış.Buyrun size, “cici demokrasi” veya “Filipinler demokrasisi”nin karşılığı olacak, eksiksiz bir “devrimci demokrasi” programı. Tabii bunu, komparatif boyutta, meselâ Rusya’da 1917-29 arasında Sovyet iktidar tekeli ve aygıtının nasıl kurulduğunun özeti ve reçetesi olarak okumak da mümkün. Hattâ daha genel olarak denebilir ki, her şiddete dayalı devrim/devirme işlemi, burada öngörülen totaliter adımları atmaya mecburdur, yoksa gerçekten iktidarda kalamaz. İhtilâl ile, evet, (demokrasi değil) diktatörlük elele gider; bunu içimize sindirelim artık. Buradan 1971 Mart’ına dönersek, Avcıoğlu’nun ütopyasının gerçekleşmiş olması halinde, Türkiye’nin o beğenilmeyen, güdük ve sınırlı diye burun kıvrılan parlamenter demokrasisini, bütün kurumsal fren ve dengeleriyle birlikte yitirip tam bir sınırsız tek-parti devletine dönüşeceği son derece açık. Muhtemelen, uzun vâdeli olarak teorize edilmişliğiyle, 12 Mart ve hattâ 12 Eylül’den daha kalıcı olacak. Öte yandan, Doğu Avrupa “halk demokrasileri”ne (Kadar, Husak, Honecker, Çavuşesku, Jivkov veya Gierek’lere) de rahmet okutacak; çünkü daha çok, onlardan da hayli geri — ve geriliği ölçüsünde alabildiğine hoyrat — Nâsır veya Baas, Saddam, Hafız Esad veya Kaddafi, ya da Hafızullah Amin, Nur Muhammed Taraki, Babrak Karmal ve Muhammed Necibullah türü topyekûn diktatörlük rejimine benzeyecek. Herhalde hepimizi Arap tipi bir polis devleti altında inim inim inletecek; bu arada kendi “Kimyasal Ali”lerini peydahlayacak ve herhalde Kürtlere de Uludere/Roboski’ye taş çıkartacak nice Türkiye Halepçeleri yaşatacak.Bu noktada, bir adım daha atıp Cemil Koçak’ın sormadığı, kişisel planda daha can yakıcı bir soruyu da sormak istiyorum: Eğer 9 Mart gerçekleşseydi, bizler gibi genç solcu aydınlara ne olacaktı? Kuşkusuz bir ihtimal, özerk bir Marksizm-Leninizme ve Doğan Avcıoğlu’nun o kadar kızdığı “proletaryanın bağımsızlığı” fikrine sahip çıkıp, kendimizi eski MİT’in yerini alacak yeni Türk Muhaberat’ının işkencehane ve zindanlarında bulmamız, belki faili meçhul infazlara kurban gitmemiz olurdu. Ama diğer uçta, yeni neo-Kemalist rejimle uzlaşmamız, onu zaten mevcut Kemalizm-sosyalizm kırması alışkanlık ve reflekslerimiz doğrultusunda “eh, ne yapalım, her şeye rağmen solcu, devletçi ve anti-emperyalisttir” diye hoş karşılamamız, dolayısıyla belirli bir uyum ve intibak ilişkisine girmemiz, hattâ bir adım ötede bu “devrimci” rejimin şu veya bu kademesinde görev almayı kabullenmemiz de pekâlâ mümkündü. Söylem ve retorikleri ne olursa olsun, ben böyle bir iktidar teklifinin iğvasına kapılıp derhal evet diyecek tonla insan tanıdım, hemen bütün sol akımların saflarında. Fakat böyle bir işbirlikçiliğin tarihsel sonuçları ne olurdu bugün? Kuşağımın genç aydın, “çiçeği burnunda asistan” kesiminden kendimi örnek vereyim. Proleter Devrimci Aydınlık yazı kurulu üyelerinin bir kısmı gibi, benim de kişisel tanışıklığım ve dostluğum vardı Doğan Avcıoğlu (ve bütün çevresi) ile. Zaman zaman birlikte briç oynar, içki içer, sohbet ederdik. Babama imzaladığı bütün kitaplar kütüphanemde duruyor. Ayrıca, 12 Mart muhtırasıyla kurulan Nihat Erim hükümeti içindeki “11’ler” grubundan pek çoğu da aile dostumuzdu zaten. Bir şekilde 12 Mart’a koopte edilmişlerdi ama 9 Mart gerçekleşseydi asıl o kabinede yer alabilecek uzmanlardandı. Ya olsaydı — ve o bakanlardan biri (artık 12 Mart olmadığına göre ve bizlerin de radikal karşı-tavır almadığımız, kısa bir süre sonra da aranmaya başlamayacağımız varsayımıyla), faraza babama “Erdoğan Bey, lütfen Halil’e söyleyin, Ekonomi Bakanlığı’nda ona ihtiyacımız var” deseydi bir gün? Belki böyle bir çağrı, “çocukluk etmesin” türü uyarılarla karışık, Avcıoğlu’nun kendisinden gelseydi? Ya da, reel olarak çok daha büyük olasılık, o zamanki emekli albay kayınpederim (nur içinde yatsın) vasıtasıyla, bizzat — Kore’de emrinde savaştığı, gene benim de şahsen tanıdığım — Cemal Madanoğlu’dan?O kadar girift insan ilişkileri ve o kadar olası varsayımlar ki bunlar, tüylerimi diken diken ediyor kafa yordukça. Nâzım’ın “üniversiteli”si, “Tatar yüzlü adam”ın Çanakkale öyküsünü dinledikten sonra “Ben bir siperde ölümü bekleyecek kadar cesur muyum?” diye sorar kendi kendine (MİM, Adam Yayınları, s. 79). Bugün ben kendi kendime, “darbeyle gelen bir sol diktatörlüğün adamı olmayacak kadar cesur muydum?” diye soruyorum. Ve hele 23-24 yaşlarımın toyluğunu ve düşünce dünyasını gözümün önüne getirdiğimde, bugün “hayır, asla yapmazdım” diyebilmeyi ne kadar istesem de böyle bir kahramanlık taslayamıyorum doğrusu. Pekâlâ evet diyebilirdim, benim kuşağımdan pek çok, gerçekten pek çok insan gibi — ve bu da beni, bizi, acaba nasıl bir kirliliğe götürürdü? Yani meselâ hayır deyip Maoculukta israr ederek (Doğan Avcıoğlu veya İlhan Selçuk zerrece gözlerini kırpmak, kıllarını kıpırdatmaksızın) hapse girmek ve bu sefer ister kendi fraksiyonumdan, ister başka fraksiyonlardan evet demiş “güvenlik görevlileri”yle karşılaşmak da olabilirdi kaderde. Tersine, evet deyip o rejim taraftarları ve görevlileri arasında yer almak da.“İktidar çürütür; mutlak iktidar mutlak surette çürütür” (Power corrupts; absolute power corrupts absolutely — Lord Acton). Gene Nâzım, “Haydarpaşa garında rakıyı bir tek dilim beyaz peynirle içen” Hasan Şevket’e, “Hitler’de benim affedemediğim şey: / satılabilmek imkânını verip Nuri Cemil gibilere, / müthiş arzular yüklemesidir yüreklerine onların” dedirtir (MİM, Adam Yayınları, s. 117). Ama bu sadece Nazizm için mi geçerli? Bir bakıma bütün iktidarlar, ama özellikle hem temel hak ve hürriyetleri, hem meşru rekabeti ortadan kaldıran ve iktidarı tek bir Büyük Lider’de yoğunlaştıran diktatörlük rejimleri yaratmıyor mu aynı affedilmezliği? Stalin de yaratmadı mı örneğin? Son haftalarda 20. Yüzyıl Tarihi derslerimi hazırlarken, Çeka sorgucularının ya da Vişinski engizitörlerinin ister bireysel, ister grup fotoğraflarını bakıp, hep aynı sözcükleri mırıldanıyorum: Ey 1917’nin genç Bolşevik isyancıları, sizlerin ruhlarınız nasıl satın alındı; nasıl ifsâd ve bu canavarlıklara âlet edildiniz? Bütün Arap diktatörlükleri ve bütün kalemşorları ve teorisyenleri (örneğin bir zamanların ünlü Hasaneyn Heykel’leri) ve irili ufaklı bütün aparatçikleri için de aynı şey geçerli değil mi?İngilizcede There, but for the grace of God, go I diye bir deyim vardır – “Ben de onların arasında olabilirdim ama Tanrı korudu” anlamında. 16. yüzyıl İngiliz Evanjelist vaizlerinden John Bradford’un, asılmaya götürülen bir grup mahkûmu görüp There, but for the grace of God, goes John Bradford dediği ve ifadenin buradan genel kullanım kazandığı rivayet edilir.Dolayısıyla kendim için de — There, but for the grace of God, goes Halil Berktay diyebilirim pekâlâ. Bu diğer zillet senaryosuna kıyasla, fiilen yaşadıklarım ve çektiklerimi (tabii hayatta kalmak koşuluyla) her zaman tercih ederim. Ama kendimi bunun için Mahir Kaynak’a bir teşekkür borçlu saymıyorum.

- Advertisment -