45 kişinin ölümü ve 200’den fazla kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan Atatürk Hava Limanı saldırısının üzerinden on gün geçti.
Saldırının, bir ay kadar önce Türkiye’ye giriş yapıp Fatih semtinde ev kiralayan üç intihar saldırganı tarafından düzenlendiği anlaşıldı ve ikisinin kimliği, taşıdıkları Rus pasaportlarından belirlendi.
Biri Çeçen, biri Dağıstanlı, diğerinin ise (bu yazı yazılırken) henüz kimliği kesinleşmemiş bulunan saldırganların, IŞİD’in Suriye ve Kafkasya sorumlusu, Çeçen uyruklu Ahmed Çatayev tarafından yönlendirildikleri iddia ediliyor.
Dünyanın en güvenli havalanlarından sayılan Atatürk Havalimanında gerçekleşen bu saldırının engellenip engellenemeyeceği ve alandaki güvenlik boşlukları tartışılıyor.
Eylem daha önce görülmemiş bir konsepte göre düzenlenmiş; teröristler patlayıcı yüklü yeleklerin dışında AK-47 saldırı tüfekleri de kullanmışlardı. Buna karşılık Başbakan Binali Yıldırım’ın ifadesine göre alanda her türlü önlem mevcuttu, güvenlik boşluğu da bulunmuyordu.
Acaba gerçekten öyle mi?
Bu sorunun cevabını vermeden önce kısaca saldırıyı hatırlayalım ama önce şunu belirtmek gerekiyor;
Saldırganlar gerçek kimliklerini vererek ve turist görünümüyle tuttukları evden, içinde muhtemelen dipçikleri sökülerek boyutları küçültülmüş AK-47’lerin bulunduğu küçük çantalar ve yine muhtemelen bomba yüklenmiş yelekleriyle, ayrıca bunları kamufle etmekte kullandıkları montların bulunduğu büyük bir çantayla çıktıkları andan itibaren, eylemin engellenebilme şansı artık kalmamıştı.
Yolları üzerinde bir yerde, havalanına varmadan durdurulabilseler bile, paylaştıkları çantalardaki tüfekleri kullanacak ve bombaları aktive etmeye fırsat bulamasalar dahi çatışacak, etkisiz hale getirilene kadar olabildiğince çok can yakacaklardı.
Doğaldır ki bu durum, bindikleri taksi ilk güvenlik bariyerinde, yani havaalanı bölgesinin girişindeki dış kapıda durdurulmaları halinde de geçerliydi. Ama bilindiği üzre bu bariyeri sorunsuz geçtiler.
Alana vardıklarında taksiden nerede indikleri, saldırıya geçmek için birbirlerinden nerede ayrıldıkları, tahminen polis tarafından bilinse de açıklanmadı ve/veya bu konuda dışarıya sızan onlarca görüntü arasında eylemin bu aşamasına dair bir veri yok.
Oysa bu oldukça önemli bir detay.
Çantalardaki saldırı tüfeklerini çıkarıp kullanıma hazır etmek anlık bir iş olsa da, bomba yüklü yelekleri kuşanmak, üstüne kamuflaj amaçlı montları çantadan çıkarıp giymek, hem oldukça dikkat çekici bir eylem, hem de saldırganların görece en zayıf pozisyonda, müdahaleye açık bulundukları bir evre.
En akla yakın tahmin, üç teröristin bu iş için otopark bölgesini seçtikleri şeklinde. Muhtemelen kameraların görüş açısının dışındaki uygun bir yerde bu kısa hazırlık evresini gerçekleştirdiler ve sonra da hedeflerine doğru ilerleyerek birbirlerinden ayrıldılar.
Bu andan itibaren o sıcak Haziran gününde kimsenin üzerinde bulunamayacak montlarıyla dikkat çektiler ve güvenlik boşluğuna işaret eden ilk yanlış da tam bu noktada yapıldı.
Devam etmeden önce kısa bir bilgi eklemek gerekiyor.
Alanın güvenliğini sağlamakla görevli polis gücünün merkezi, alanın ana giriş kapısından geçip hemen sağa dönülerek erişilen, kapıdan 15-20 m kadar uzaklıktaki bir binada bulunuyor.
Bu binanın içinde, erişimi tahditli ve bir özel harekatçı müfrezesi tarafından (belki de normal durumlarda alanda bulunan yegâne özel harekatçı müfrezesi tarafından) sürekli korunan bir çekirdek bölüm var.
Bu bölümdeki bir salonda, alandaki tüm kameraların görüntülerinin aktarıldığı 100’den fazla ekran, görüntülerin depolandığı server’lar ve bu ekranları izleyen görevliler ile hemen yakınında da, üstte bahsedilen o “ilk hata”yı yapan komuta kontrol merkezi bulunuyor.
İşte bu merkez, kendisine iletilen görüntülerdeki şahsın (şahısların?) montlarının, birer hücum yeleğini gizlediği olasılığını hiç akla getirmeden “hırsız” tahmininde bulunuyor ve ekipleri de ona göre, bu uyarıyla sevk ediyor.
Böylece ilk hata yapılmış oluyor.
Muhtemelen bundan sonra böyle bir hata yapılmayacak ama artık çok geç.
Güvenlikçi zihin yapısı, kendini düşmanın/saldırganın yerine koyarak düşünmeyi gerektirir. Koruduğunuz alanın açıklarını, ona bir saldırı planlayarak bulursunuz. Alınacak önlemler, hızla yapılacak uyarı ve durum analizlerine göre koordine edilir, katmanlı şekilde planlanır, bunun için çeşitli prosedürler yaratılıp uygulanır.
Bugün artık açık ki, Haziran ortasında alanda montla gezen bir kişinin belki hırsız ama çok daha kötü bir olasılıkla terörist olabileceğine ve alınacak önlemler ile karşı hareket tarzına dair, hazır bir prosedür mevcut değilmiş.
Karşı hareket ve önleme konusunda da hazır bir prosedür yok, çünkü hırsız tahminiyle teröriste kimlik soran ve teröristin tabancasından çıkan kurşunlarla ağır yaralanan polis memuru Ahmet Berker müdahalesinde yalnız.
Eğer gerekli hazırlık yapılmış ve eğitimi de görevli polislere verilmiş olsaydı, bu türden bir şüpheliye kimlik sorgulaması, en azından bir başka polisin silahıyla güvenlik aldığı pozisyonda yapılır ve böylece en az bir saldırgan, evet, belki yine de bir polisi yaralayarak ama onca insanı hedef alamadan durdurulabilirdi.
Bu, alan güvenliğindeki en büyük boşluktu; yapılan hataların da ikincisiydi ve onlarca insanın hayatına maloldu.
Üçüncü hata, bir diğer teröristin açtığı ateşle dalağından yaralanan ve buna rağmen kendisini vuran teröristi vurup düşürdükten sonra üzerindeki bomba yüklü yeleği görüp kaçarak patlamadan kurtulan polis memuru Yasin Durna tarafından yapıldı.
Silahlı bir saldırgan, hele de ateş açmış ise, dünyanın çoğu polis örgütünde aynı standart prosedür uygulanır. Böyle bir durumda yapılması gereken “gövdeye en az 3 atış”tır.
Bu tür bir müdahale saldırganı ya hemen öldürür veya en azından hiçbir harekette bulunamayacak hale getirir. Tehlikenin net biçimde savuşturulması ancak bu şekilde mümkündür ve bu gibi koşullarda görevli memur sözü edilen prosedürü uygulamakla mükelleftir.
Oysa Yasin Durna, elinde AK-47’si ile ateş açarak gelip saklandığı bölmenin önünden geçen, arkası dönük teröristi sadece bir kere vurdu ve adam silahını ulaşamayacağı bir uzaklığa fırlatıp yere düştükten sonra da, muhtemelen teslim almak için yanına gitti.
Oysa Durna’nın yapması gereken atışlarına devam etmekti.
Aldığı isabetle düşen terörist yeleğindeki bombaları ateşlediğinde en yakın kişi teroristi vuran Yasin Durna idi ve o da patlamadan yara almadan kurtuldu. Teröristin açtığı ateşte isabet alan dalağı alındı ve hastanede tedavi görüyor.
Terörist vurulup düştüğü yerde oldukça uzun bir süre kıvranarak kendini patlatmakta gecikmeseydi, Yasin Durna da hatasını canıyla ödeyecekti.
Neyse ki bu hatanın maliyeti üstte anlatılanlar kadar trajik olmadı, çünkü kendini patlatan teröristin önceden açtığı ateş yüzünden patlamanın olduğu salonda kimse kalmamıştı.
Zaten saldırıda hayatını kaybeden ve yaralananların çoğunluğu da bombalardan değil, teröristlerin açtığı ateşten etkilendiler.
Üç teröristin farklı noktalardan AK-47 saldırı tüfekleriyle başlattıkları eylemlerinin karşısında durabilecek tek güç, alana dağılmış bulunan ve beylik tabancalarından başka silahı bulunmayan polisler ile yine aynı donanıma sahip gümrük muhafaza memurlarıydı ki, bunlardan biri patlamada şehit olmadan önce saldırganlardan birini vurmayı başardı.
Fransa ve Belçika’daki IŞİD kaynaklı terör saldırılarından sonra asker şehre indirilmiş ve komando timleri ikili – üçlü gruplar halinde kritik noktalarda nöbet tutmaya başlamışlardı.
Bu hal, Türkiye medyasında alaycı tepkilerle karşılandı.
Fransız ve Belçikalıların aşırı tepki gösterdikleri, önlemleri abarttıkları söylendi.
Durum neredeyse herkes tarafından, sıkıyönetim benzeri görüntülere eleştiriler eşliğinde istihza ile yorumlandı.
Ve Atatürk Havalimanı saldırısı üzerinden birkaç gün geçtikten sonra Başbakan Binali Yıldırım tarafından, artık alanda 80 özel harekatçı polis memurunun sürekli görev yapacağı açıklandı.
Sanırım dördüncü hatânın ne olduğunu söylemeye gerek kalmadı.