Yirmi dört uzmanın ve muhtemelen üpüst düzey bir hükümet temsilcisinin katıldığı Ekonomi Fakültesi Uzmanlar Konseyi toplanmıştır.
Ülkenin soğuk iklimine rağmen, hemen herkes elindeki mendille terini kurulamaya çalışmaktadır. Kısa süre sonra dökülen terlerin “Sağolasın İzocam”dan, termometreden filan değil, çokça sıkıntıdan ve bir dirhem de çaresizlikten kaynaklandığını hissederiz zaten.
Uzmanlar, -bazıları dikkatle, bazıları o yorgun alışkanlıkla üstünkörü- inceledikleri, bir medyumun kristal küresini çağrıştıran cam küreyi elden ele dolaştırır. Görünümleri, bakışları, hâlleri-tavırları “uzmanlar konseyi” kıratında değildir pek. Bezgin, bıkkın, sıkkın kompozisyonlarıyla, İstirahat Raporlu tembelhâne bürokratlarını andırmaktadırlar.
Temsilci, “Konsey Başkanı, Konsey’in hükümete önermek istediği uzun vadeli perspektifler ve stratejilerin en azından ana özelliklerini sunabilirse, çok iyi olacaktır” diyerek, sözü Başkan’a bırakır.
Ancak mâkul bir abartmayla, “İhtiyar heyeti”nin re(y)isliğini –yaş hasebiyle- en az yarım asırdır elinde tuttuğunu düşündüğüm Konsey Başkanı, toplantının başından beri kafasını gömdüğü evrak çantasındaki kâğıt tomarını biteviye karıştırmaktadır. Yüzleri solgun, “ölü yüzü gibi beyaz” üyeler de uzak bakışlarla onu seyreder. (Filmdeki herkesin yüzü aktır, ama bildiğimiz manada değil. Yönetmenin çekimden önce oyunculara yaptırdığı, az sonra açıklayacağım set makyajı nedeniyle…)
Neden sonra Başkan, mütemadi hışırtısına bir an ara verip, pek umursamayan, yorgun bir tavırla konuşur: “Uzun vadeli… Bugün için yanımda mı bilmiyorum. Ama kısa vadeli olanlar, burada bir yerde olacaktı… Tuhaf, sabah yanıma aldığımdan emindim.”
Bu kez kâğıt tomarını masaya koyarak, tek tek bakmaya başlar. Diğer üyeler de, kimi “Uvv ne ilginç”, kimi de sırasavan nazarlarıyla, saydam küreyle meşguldür.
Temsilci, başkanın pür sessizliği perdeleyen hışırtısı fonunda, “Açıkçası durum pek iyi görünmüyor. Görünen o ki stratejileri atlayıp, onun yerine taktikler üzerinde yoğunlaşmalıyız” der. Ardından ekler; “Fakat buna geçmeden önce, belki de önce bugün burada konuştuklarımızı özetlemeye çalışmalıyız. Zor, biliyorum, ancak yine de bir denemek isteyen var mı?”.
Bürokrasinin o bitmez evrak hışırtısı dışında, salondan yine ses çıkmaz. Ama dört numara voleybol topu büyüklüğündeki küre hâlâ elden ele dolaştırılmaktadır.
“Ev, karşıdaki ev, kı-kı-kımıldıyor…”
Temsilci ısrar eder; “Kimse yok mu? Mesela Profesör Frank… Uzunca bir süredir hiçbir şey demedi”.
Frank bıkkın, yorgun argın konuşur, “Evet, bugün diğer kişilerin konuşmalarına katılıyorum. Tek yapabileceğimiz umut etmek”…
Temsilci, “Dr. Wendt bunu yorumlamaya ilgi duyar mı?” diyerek, “toplantı”yı nokta atışlarıyla sürdürmeye çalışır.
Camdan dışarı bakan Dr. Wendt’in beklenmedik yanıtı, tüm üyelerin dikkatini başka bir yöne çeker: “Yolun karşısındaki ev kımıldıyor.”
Temsilci, “Nasıl yani?..” diye sorar, “Ev, ev, kımıldıyor…” karşılığını alınca, üyeler biraz huzursuz olur.
Aralarından bir kaçı ayağa kalkıp, “Nasıl bir zırvalık bu… Ama doğru ev kı-kı-kımıldıyor” deyince, herkes dev pencerelerin önüne üşüşür. O an fark ederler, “Kımıldıyor, ev kımıldıyor…” Hepsi aynı anda konuşmaya, bağrışmaya başlar.
Büyük bir panik, karmaşa içinde, çantalarını alıp kaçmak için kapıya yönelirler. Bazıları masaya sıçrayıp, üstünde koşturarak çantasına ulaşır.
Tüm üyeler kalkınca, Konsey’in toplantı masasında, o koskoca uzmanların arasında, saçını tozdan koruyacak şekilde sarılmış evrensel eşarbı, üstünde gündelik kıyafetiyle bir hizmetli-temizlikçi kadının da oturduğunu görürüz. O sakindir; hiç istifini bozmadan, panik içinde birbirini ezenleri, kaçmaya çalışanları, gündelik, kendisi için sıradan bir durum gibi izler. Çünkü o “deprem”leri yakından bilir.
Kapının önüne yığılıp, itişip kakışan üyeler bir türlü kapıyı açamazlar, panikleri, çığlıkları iyice artar. Neden sonra üyelerden birisi, “Kapılar ‘içeri’ye doğru açılır, geri çekilin” diyerek, onları uyarır.
Üyelerin hepsi, öyle açılmadığını görseler de kapıyı “dışarı”ya doğru zorlamaktadır zira. Kapının “içeri”ye açılabileceğini düşünmedikleri gibi, “dışarı”daki “depremi/kımıldanmayı” –kör kör parmak gözüme- yaşamadıkça, ondan kendilerinin de zararını görebileceğini anlamadıkça, “içeride” hissetmezler. O ana kadar üyelerin farkında ve/ya da umurunda değildir, “dışarı”daki kımıldanma.
Zaten oturdukları toplantı salonunda da “deprem” yoktur, avizeler, masa vs. hareket etmemektedir. Kımıldayan “dışarı”daki evdir.
O salondan bir an için, “dışarı”ya, bir başka eve, küçücük bir sosyal konut hanesine geçeriz.
Ardında örtüsüz yataklı küçük bir odanın göründüğü, yine küçük bir oturma odası… Üzerinde iki minik (tealight) mum yanan küçük bir masa, iki bardak kırmızı şarap, bir küçük salkım üzüm… Ayakta duran genç erkek, önündeki iskemlede oturan genç kıza arkadan sarılmıştır. Doladığı kollarının arasındaki sevgilisine blok flütle yumuşacık bir ezgi çalmaktadır. Ancak flüte gereken nefesi, üfleyerek genç kız verirken, notaları kendisi basmaktadır.
Sen bürokrasinin resmini yapabilirsin Andersson
O kısacık sahnenin hemen ardından, “deprem”den o an için kurtulduğu anlaşılan Başkan’ın evine gideriz. Yaşadığı olay yüzünden –mâkul² bir tahminle- artık 114-245 yaşlarında filan göstermektedir. Yaşının, yaşını bırak çağın(ın) çok ötesinde ihtiyar Başkan, üzeri evrak yığınıyla örtülü, boşalmış, birazı masaya dökülmüş kırmızı şarap kadehinin durduğu büyük masada, yorgun, çaresiz oturmaktadır. (Sen bürokrasinin resmini yapabilirsin Andersson)
Arkasında pembe, şık, etraflı geceliğiyle duran karısı, “Aradığın kâğıtlar hangisi?” diye sorar. Bozulur ihtiyar, “Ne kâğıdı? Resmi bir rapor… Çok belalı bir rapor” diye sızlanır.
“Sadece yeni bir tane yazacaksın, içeriğini hatırlamaya çalış… İçeriği neydi?”
Ekonomi Fakültesi Uzmanlar Konseyi Başkanı sakince yanıt verir; “İçeriğinde çok bir şey yoktu…”
Bu arada, havaalanında kerli ferli, ölü yüzlü büyük bir kalabalığın, valiz taşıma araçlarına tıkabasa, kule gibi yüklediği onlarca iri bavulu ve olmazsa olmaz golf sopalarını sürüklemeye çalışarak, pürtelaş ama santim santim bilet gişesine ulaşmaya çalıştıklarını görürüz (yurtdışına mide göçü): “Biraz gayret… Birazdan bulutlar altındaki bu çöp yığınından temelli ayrılmış olacağız.”
Ama yine söyle(n)dikleri gibi çok zordur işleri; “Çok yükümüz var…” Yanlarında da, sırtlarında da, gerilerinde de büyük yükleri vardır.
“Sanırım asmalarının sebebi, yanlış ırktan olması…”
Bu sahneler, İsveçli yönetmen Roy Andersson’un “Yaşayanlar Üçlemesi”nin ilk filmi, 2000 yapımı “Songs from the Second Floor (İkinci Kattan Şarkılar)”dan.
Diğer filmlerini, pastel ama “rengâhenk anlatı”larını bir başka yazıya bırakıp… Araya birkaç satırla geçen yıl gösterime giren son filmi, “About Endlessness (Sonsuzluk Üzerine)”yi de katarak İsveç’ten mırıldanırsak…
Absürdlükler, ironi ile ironinin sokakta yürüyen hâlinin kol kola dolaştığı meydanlar, “bu kadar da olmaz”lar…
Kızının cansız bedenine sarılıp ağlayarak, “ailenin namusunu temizlemek” için onu bıçakladığını söyleyen “safkan” İsveçli aile babaları…
Balık hâlinde, yanındaki kadın bir erkekle ayaküstü konuşunca, önce normal sesle, sonra çılgınca bağırarak “İkinizin konuşacak çok şeyi vardı galiba!” diye haykıran… Ardından kadına sert bir tokat atan… İlk tokatta hiç kıpırdamayan, öylece bakan kalabalığın önünde, bir dakika sonra ikinci tokadı basan, üçüncü tokatla seriyi sürdürünce birkaç kişinin “Sakin ol…” müdahalesiyle engellenen… Sonra kadına yeniden saldırmaya çalışıp, ardından “Sana âşık olduğumu biliyorsun, değil mi?” diye soran… Kadından usulca “Evet biliyorum canım…” yanıtını alan, “Çok seviyordum öldürdüm abi” bakışlı İsveçli yetişkin erkekler…
Otuz yıllık işinden bir esintiyle, patronların fırsat rüzgârıyla atılanlar, “Masaya bir tabak yemek nasıl koyacağız?” diye düşünenler…
Nazilerin astığı Yahudi’yi âsûde seyredip, yanıtını sakin sakin “Neden astılar, sanırım sebebi onların yanlış ırktan olması”nda bulanlar…
Godot’yu bekleyenler, yaşayan ölüler, kör inançlar, inancı paraya, dini kazanca çevirmeye çalışanlar ve çarmıha gerilenler, çarmıha gerilenler…
Eski Abba üyesinden Tragedyalar
Mâkul dayanak(laklak)larla kökeni Türk olan ve eskiden fes giyen Kızılderililerin, Elvis Presley’in (1), dili Türk Eskimoların filan yanısıra, İsveç’in, İskandinavya’nın soluk benizlileriyle de hısım akrabalığımız mı var?
Duygular, duygusal buzlaşmalar, empati yoksunluğu, bencillik, yabancılaşma, duyarsızlık, bireyciliğin kündeye getirdiği bireysellik, her gün aynıyla tekrarlanan “hayat”lar, yoksa evrensel hikâyeler mi?
Kızı Nuran Birol’un anlatımıyla “gri, puslu, daima kapalı havaları” seven, “öyle havalarda daha çok çalışma isteği duyan” Edip Cansever’in Tragedyalar’ı, o şiirlerin havası, insanları, Roy Andersson’un filmlerinde de mi geziniyor?
Cansever’in “alkolden bir İsa gibi pencereye gerilen Stepan”ı, Andersson’un çarmıhını sırtında taşıyan İsveçlisi gibi kırbaçlanarak Stockholm caddelerinde de mi yürüyor?
İsveçli yönetmenin, o soğuk, o alabildiğine suskun, bembeyaz, soluk, aslında renksiz insanlarıyla çektiği filmlerinde, kardeşi, eski Abba üyesi Benny Andersson’un koroları Cansever’in Tragedyalar’ından da mı nağmeler okuyor: “Her şey ne kadar beyaz! Her şey ne kadar beyaz (…) Yolcular, o soğuk istasyonlar, bizim her günkü tekrarlarımız”… Cansever’in bazen “korkunun suyunu kayaların renginde sindiren, bir sessizlik sözlüğü” insanları, Tragedyalar’ı, koro hâlinde Andersson’un çok sık gösterdiği soğuk istasyonlardan da mı geçiyor?
İsveççe Dağ Başını Duman Almış…
Şahsım böyle duygular içindeyken, bir de yönetmenin son filminin, “Sonsuzluk Üzerine”nin 41. dakikasında “Dağ Başını Duman Almış” çalmasın mı… Yani vaktiyle Selim Sırrı Tarcan’ın İsveç’te beğenip, notaya döktüğü ve öğretmen, şair Ali Ulvi Elöve’ye güftesini yazdırıp aranje ettiği, “Tre Trallande Jantor (Şakıyan Üç kız)”… La lal lal la la…
Gerçi ırkçılığı nerede görse tanıyan Andersson da, filmlerinin, o makyajla beyazlattığı, aslında renksiz yüzlerin evrenselliğe ulaşma arzusundan kaynaklandığını söylüyor: “Filmdeki oyuncuların hepsinin yüzleri, en az ölüler kadarbeyazdır, kendisi bu beyaz yüz kullanımının, karakterleri ve hikâyeyi evrenselleştirmek için olduğunu belirtir. Yani film boyunca gördüğümüz; aslında bizim, bütün insanlığın hikâyesidir”. (2)
Uzun bir giriş oldu ama… Serbestiyet’te “normal” yazılarımın (3) yanısıra, çocukluğumdan bu yana “yüksek sadâkat”le bağlı olduğum, Yökzede olduktan sonra tek ticaretimi ve iflasımı, Ankara’daki ikinci Videotheque bayisini açarak “sanat filmleri” üzerinden denediğim “Renkli-Sinemaskop” yazılar yazmaya çalışacağım.
Aslında buna “sinema yazmak” yerine, eskiden masal, hikâye anlatıcıları kadar makbul “film anlatmak” da diyebilirim. Umarım uçaradım anlatılarım, filmin süresini fazla aşmaz.
Bu süreçte Roy Andersson’un filmlerine biraz daha değinmeyi, İskandinav sinemasını, dizilerini cürmümce eşelemeyi planlıyorum.
“Glaciation Trilogy (Duygusal Buzlaşma Üçlemesi)”nin de yönetmeni Michael Haneke’nin temennisine buz gibi katılarak, “Huzursuz seyirler”…
(1) Haklı sorumun mâkul kaynakları olarak, 2004 yılında Hürriyet’ten Vatan’a, Sabah’tan Türkiye’ye hemen her gazetede yayınlanan haberden bir kuple alıntılamak isterim: “Amerikalı profesör Brent Kennedy, ‘No’ demiyor, biz Türkler gibi ‘Hayır’ anlamına gelen ‘Cıkk’ sesini çıkartıyor. Beş profesörle birlikte yaptığı araştırmada, ABD’de bu sesi çıkartan ve sayısız özellikleri Türk’e benzeyen 5 milyon ABD vatandaşı saptadı.” (Yalnız sözü gecen bilimsel araştırmada ve araştırmacı gazetecilikte atlanan çok önemli bir şey var: “Cık, cık, cık…” “Cık” bu şekliyle, bizde yani Türk dilinin nidâsı mebzul haznesi içinde, “şaşkınlık, Allah Allah, tasvip etmeme, ayıplama, olur mu ya öyle şey” anlamında da kullanılır)
(2) Tamer Dağaş, “Yaşayanlar Üçlemesinde Bireyciliğin Sonucunda Bireyin Ölümü”, SineFilozofi Dergisi, Mayıs 2019 Özel Sayı.
(3) “Normal” yazılarım, Bülent Ortaçgil’in “Biralar soğuk mu dedim /Dedi ki normal /Peki ya havalar /Valla gayet normal”ine nazîredir.