Hepimizin önünde birer computer var. Üstelik hergün karşısında birkaç saat geçiriyoruz. İster oyun, ister ticaret, ister edebiyat ya da bilim için, haydi medya olarak da olsun, ama göz göre göre bilgisayar demeye devam ediyoruz. Keşke dil hatası olsaydı, ötesi son 50 yılda gerçekleşmiş tepeden tırnağa ciddi bir devrimi (en azından köklü bir değişimi) ıskalamış oluyoruz.Yok yok, bilişim ve iletişim alanlarındaki bayatlamış dönüşüm haberciliğini tekrarlayacak değilim, konu onlarla sınırlı değil “computation” hesaplamak (1) demek, Peki o zaman nereden çıkıyor bu “bilgisayar” lafı? Dil hatası değil demiştim. Yani kelime karşılığını bilmemek değil, aletin ne olduğunu ve yaptığını bilip, anlamamakta sorun. Hem de neredeyse üzerimizdeki giysiler kadar birlikte vakit geçirdiğimiz bir aletin. Hatta yanı sıra cebimizdeki cep telefonunun ve kolumuzdaki saatin de, çünkü onlar da artık computerize olmuş vaziyette. Bundan 40-50 yıl önce gerçekten de bilgi sayıyormuş bu aletlerin ataları, ama o zaman da böyle herkesin önünde birer tane yoktu. Harvard temel bilimler binasının girişinde müzelik niyetine sergiliyorlar bir örneğini, sadece Harvard’da değil önemli bilim ve devlet kurumlarında bulunurdu bu devasa makinadan. Hangi bilgiyi sayardı? Mesela ÖSYM sınavı ideal kullanım alanıydı. Milyonküsur cevap kâğıdının doğru cevap anahtarıyla tek tek ve insan eliyle karşılaştırıldığını düşünelim; torunları bile bilemezdi herhalde dedelerinin ne tahsili göreceğini, ya da nüfus sayımı istatistikleri; çalışan kadınların yüzde kaçı yüksek öğrenim mezunu? Veya ikiden fazla çocuklu ailelerin toplam nüfusa oranı? İşte bilgi saymak buydu benim gençliğimde. Bugün de seçim tahmini veya pazar araştırması yapan şirketler bunların daha karmaşığı denklemler için kullanıyorlar. Sonra ilk sıçrama tabii ki kapasitede oldu; şu önümüzdeki sıradan aletlerin, hatta cep telefonlarının veri depolama ve işleme kapasitesi o matbaa irisi dev makinaların epeyce küsur misli. Sonra boyutlar küçüldü, gayrımenkulden menkule (taşınmazdan, taşınıra) terfi etti o devasa kapasite. Küçücük kutulara sığdığı gibi ucuzlayıp hepimiz tarafından alınabilir de oldu. Ötesi de olacak tabii ki, o ilk küçük kutuları kullanmak için neredeyse bir fakülte bitirmek gerekiyordu, hiç unutmam 30-40 yıl önce bizim fakültedeki öncü meslektaşlardan biri hepimizi orta karar bir salona toplayıp ms-dos denen işletim sistemiyle nasıl çalışıldığını ezberletmeye çalışmıştı. Şimdiki menülerimizdeki en basit komutu verebilmek için, bazı ingilizce kelimelerin ilk harfleriyle, bol <,<, /,= işaretini ardarda dizip, sırasıyla tuşlamak gerekiyordu. Not aldırıp ezberletmişti. “Aç”, “hafızaya al”, “dosyala”, “klasör aç” gibi bugünkü pencere sistemiyle artık tek komuta indirgenmiş her bir aşama için Çince misali alfabesi de farklı bir yabancı dilde kelime ezberler gibi ezberlememiz gerekiyordu. Öğrenemedik ve kullanamadık. Zamanın bugünün memory stick karşılığı o koskoca hantal disketlerinden birini açmak bile nasip olmadı. Sonra Steve Jobs adlı dahi, Mac markası ile fareyi geliştirdi; artık avuçiçi kadar bir aparatın suretine el muamelesi yapıp ekranda gezdirerek ekrandaki bazı ikonların üstüne götürmek yetiyordu onlarca vuruşluk komut yerine. Sonradan vergi rekortmeni abonesi olacak, bu kez de bir ticari dahi Bill Gates bu yöntemi “pencere” (Windows) adı ile standartlaştırıp sistemleştirerek Mac markasına bağımlı olmaktan çıkarttı ve hepimizin computer ekran ve donanımını aynılaştırıp tüm dünyayı aynı işletim sisteminin uzantıları haline getirdi. O kadar ki bu alanın muhalifleri, geç kapitalizme özgü bu bağımlılığın veri ve iletişim imkânlarımızın gelişmişliğinin değil ketlenmişliğinin aracı ve ifadesi olduğunu düşünüp linux adlı ucu açık bir işletim sistemi ağı içinde örgütlenmeyi yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Hani Marx’ın endüstri devrimi ertesinde 19.yüzyılın deneyim ve gözlemi aracılığıyla kavramsallaştırdığı şekliyle, “üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimi önünde engel haline geldiğinin” söylenebileceği bir durumla karşı karşıyayız yeni kapitalizmin temsilcisi ve öncüsü olarak Bill Gates’i ve Microsoft’u görüp muhalefet edenlere göre. Bu benzetmeyi sürdürüp, Bill Gates’i ve Windows’la uyumlu computer üreticilerini Franz Joseph, 3.Napolyon, Victoria, Wilhelm, çar, padişah dahil tüm 19.yüzyıl tiranlarıyla, Krupp vs. iri kıyım kapitalistlerinin ittifak bloğu karşılığı gibi, linux’u da bünyesi altında örgütlenebileceğimiz o bloğun alternatifi komunist enternasyonal karşılığı gibi düşünmek bile mümkün neredeyse. ( “Sistem hazretleri” kinayesiyle çağa direnç nirengisi dostların en temkinlilerinden Chris Stephenson’a atfı ihmal etmeden.) Ama tüm benzetmeler gibi bir yere kadar… Daha ileri gitmeye olgunun kendisi izin vermiyor. Çünkü buraya kadar her şey geçerli olsa bile, Microsoft ve ona uyumlu PC üreticilerinin üretici güçlerin tamamını bloke ettikleri söylenemez, veri ve iletişim akışının etkinlik kapasitelerinin gerisine düşürdükleri doğru olsa bile, ketlemenin bununla sınırlı olduğu su götürmez, çünkü gelişmenin, yani ketlemeyip geliştirdiklerinin sonuna gelmedik hâlâ. (2)Daha robotlar var. Gençliğimin daha yeşermeye fırsat bulamamış en taze halindeyken bile çoktan bayatlayıp, köhnemiş robot imgesi, insan şekli verilmiş demir yığını idi. İkişer bacağı ve kolları, hatta güçlü erkek sembolü köşeli çeneleriyle gacırdayarak hareket edecekleri varsayılırdı bu insanoğlu bozması isli-paslı sevimsiz yaratıkların. Gladyatör misali dövüştürülmeleri de dahildi fantaziye. Zaten şimdiki gibi satranç şampiyonlarıyla değil, James Bond misali zeka takviyeli gizli ajanlarla hasım olup müsabakaya tutuşurlardı (Sadece o bakımdan değişim ve ters-yüz oluş bile ilgiye değer.) İmgelem; tarafı olduğumuz Bond misali ajanların Matrix’in kafadarlarına, robotların da siyah kravat-takım ve beyaz gömlekli Ajan Smith’lere dönüşmüş şekliyle işliyor artık. Ajan Smith öncesinin en olumsuz senaryosu da fabrikalara doluşup insanları işsiz bırakmalarıydı. Oysa tam tersi oldu, dövüş dışındaki şeyleri, yapmak özellikle de üretime katılımları için hiç de insan şekline, hatta herhangi bir şeye benzemeleri gerekmediği artık malumumuz. Mavi yakalı kol işçilerinin yerini de almadılar, tersine satranç örneğinde yine geleceğimiz gibi kafa emeğine kafa tutmaları söz konusu oldu. Bazı zihinsel işleri insan zihninin başa çıkamayacağı serilik ve ayrıntıdaki hassaslıkla yaptılar. Yani mekanik gibi insanın kas gücünün yerini almadıkları gibi katkı yapıp destekledikleri de kasla sınırlı olmadı; tehdit, mavi kadar, beyaz yaka için de geçerli artık.Yine de yanılmayalım, zihne, beyaz yakaya destekle kastedilen çok zorlu ve uzun süre alan dört işlem hesaplarını yapmasıyla sınırlı değil, ötesi var, “hesap” da çarpıp bölme değil, işlem yapma kapasitelerindeki hız ve hassaslık kadar karmaşıklığa da erişemiyor zihinlerimiz. O zaman artık şu “hesap” meselesinin de ne olmadığını bırakıp ne olduğuna geldi artık sıra: Her tuşa basışımızda bu küçük kutunun içinde fırtınalar koptuğunu söylemiştim de nedir bu mecazın karşılığı? Bildiğim şu: elektronik devreler her türlü komutu matematiksel algoritma ortamında bir yığın olasılık alternatifine çeviriyor ve bu sürecin her aşamasında “sıfır” veya bir” karşıtlığı içinde değerlendirip bir tarafa atıyor. Bu da esasen, bildiğimiz diyalektiğin (+)/(-), (evet)/(hayır) gibi kutupsal karşıtlığından başkası değil. Yani küçük (y) yerine büyük (Y) yazmak için arada bir tuşa (shift) daha basıyorum, ama ondan ibaret değil. O (Y) bu metinde henüz hiç kullanılmamış onlarca boşluk içinden gidip başkasına değil de kâğıdın (x-z) koordinatlarına yerleşiyor yoksa yazı dizisi bozulur darmadağın olurdu. İşte o çılgıncasına “sıfır-bir” arasında gidip-gelmeler sonucunda doğru harf doğru boşluğa gidip yerleşmiş, yazı da yazılıp siteye girilebilir oluyor. Peki niye 0 ve 1? Evet-hayır ak-kara ya da x-y-z değil, işte orada aletin ve ortamın adı “computer, computing” giriyor devreye harfler matematiksel algoritmaya geçmeye elverişli işaretler değil, malum, matematik herşeyden önce sayı demek; işte o nedenle… Tabii satranç oyunu yazı yazma örneğine göre bu yolda ilerlemeye daha uygun. Malum her taşın yapabileceği hareketler belirli ve sınırlı, her hamle, gelecekteki hamle olasılıklarını defalarca artırıp çetrefilleştiriyor. İyi satranççı da zaten bu olasılıkları gözü ve zihniyle daha iyi ayırdedebilenlerden çıkıyor, ama burada insanın computer ile başa çıkması zaten olanaksız. Peki buna rağmen computeri nasıl yeniyor şampiyon da olsa insanlar? Kesin yorum yapacak bir hakimiyetle okuyamam oyunların akış matrislerini ama işin sırrı sürprizde saklı olmalı. Sürpriz, adı üstünde önceden kestirilemeyene deniyor ve computerin sınırı da olasılıklar dünyasının (matematiksel algoritmanın) hesabına aktaramayacağı durumlarla ilgili olmalı. Sanırım satrançta sadece ihtimallerin sonsuzluğuna hakim olması değil ayrıcalığı, rakibin, o hamleye kadarki oyun oynama şeklini de hesap-kitapla çözümleyip sistemleştirebiliyor olmalı. Bu bir karakter okuması, burç-yıldız analizi ya da fal değil, yine olasılık setleri, tercih etmeye yatkın olduklarını belirli eğilim kalıplarına döküp bunları da hesaba katma becerisinden ibaret. Bu tepki eğilimleri örüntüsü oyuncunun kendisinin hiçbir zaman bilemeyeceği bir sırra dönüşüp kutunun içindeki devrelerin arasında yitip gidiyor. Dolayısıyla sürpriz hamle, blöf, feyk dışında, insanoğlundan geri kalacağı başa çıkamayacağı şey yok. Eğer bunlar geçerliyse şu da denebilir, insani faaliyetler arasında da önceden kurgulanarak yapılana daha yatkınken spontan olanlara daha yabancı. Örneğin roman veya tiyatro yazmak önceden belirli karakterlerin ve olay akışının tasarlanmasını gerektiriyor, kimse önceden bunları şu veya bu ölçüde düşünmeden, roman veya tiyatro metni yazmak üzere kâğıt kalemi eline alıp masaya oturmamıştır. Oysa doğası gereği, kelimelerin çeşitli düz ve yananlamları kadar çağrışımlarıyla da işlem yaparak işleyen şiirin evreni konuştuğumuz ortamın tamamen yabancısıdır. Computer şiir yazamaz, roman yazar demek değil tabii ki, roman ve tiyatro da çağrışıma, üslupsal sürprizlere açıldıkları oranda uzaklaşırlar zaten onun dünyasından. Bir edebiyatçının olsa olsa kelime dağarcığı ve o dağarcığı kullanma şeklinin çetelesi tutulabilir, ötesi değil, akademik yayınların dizin bölümü, ki kitapların computerin dünyasına en yaklaştığı ortamdır. Bir edebiyatçının dağarcık haznesi ve kullanımı üzerine çalışan bir araştırmacı, eğer kelimeleri teker teker saymak istemiyorsa, bütün metinlerine harfleri ayırarak depolayan word programı türü bir ortamda sahip olmayı talep edecek, ya da taranmış metnin harflerini ayıklayan bir programa başvuracaktır…O zaman satranç ve edebiyat örnekleri üzerinde durarak zihin emeği ile ilgili açtığım iri parantezi kapatıp, robotlar aracılığıyla işlemeye başladığım kol emeğiyle ilgili konulara dönebilirim.Elektronize, hesaplamalı (hesaba katmalı, işlem yapmalı) kapasiteli güçlerin katıldığı kol emeğini (maddi üretimi) ilgilendiren fabrika veya atölye ortamında şöyle işliyor süreç: Hedef ürün, Jobs’un yalınlaştırarak yaygınlaşmasını mümkün kıldığı, Gates’in kapitalistleştirdiği araçlarla önce sanal aleme, demek ki, matematiksel algoritmanın dünyasına aktarılıyor; hatta doğrudan orada tasarlanıp hedef haline getiriliyor. Sonra o sanal alemdeki temsil, çizen, kesen, oyan, dolduran, boşaltan maddi uzantılar aracılığıyla üretim ortamında tekrarlanıyor, hedef ürünün hammaddesini sanal alemdeki temsilin direktifleriyle kastedilmiş şekle sokuyor… Adeta Michelangelo’nun o mermer kütleyi David haline sokabilmek için yapması gereken mekaniğe yatkın motor sistemi hareketleri (4) sırasıyla computere aktarılıyor. Sonra computer o hareketleri Michelangelo’nun eli ve uzantısı olmakla görevli yontma gerecine aynen tekrarlatıyor. Ama David değil kuşkusuz elde edilen, pazara meta olarak sürülebilecek, toprak, cam, metal vs. hammaddeden mamul kap-kacak, çatal, dolap kapağı, doğrama, pencere camı, musluk, fayans, lavabo, tekstil hammaddeli giysi vs. şeyler. Taklit edilen de Rönesans ustasının eli değil, Morris ağıdını yakıp, Marx hikâyesini anlatırken, Ford’un niteliksizleştirdiği sanayi işçisi. Dönen çark da 19.yüzyıldaki artık hantallaşmış ve köhnemiş biçimiyle değilse de düpedüz mekaniğin konusu makina işte, öyle post-endüstri falan değil. Şunu da unutmayalım, nasıl adlandırırsak adlandıralım, bütün bunlar sonuç olarak elektronik ve mekanik temelli ortamların birbirine eklemlenmesinden başka şey değil. Aslında işleyişi şöyle özetlemek daha iyi; elektronik altyapıyla (devrelerle) işleyen hesaplamalı işlem kapasiteli güç, mekanik gücü programlayıp harekete geçiriyor. Programı yüklenen (komutları alan) mekanik aygıt yüklendiği (ezberlediği) hareketleri ardarda dizerek tekrarlamaya hazır hale geliyor, insan elektronik devreyi elektronik devre de makinayı çalıştırıyor.Sabırsızlanılıyor olabilir, tasarım ve mimarlık ne zaman gelecek diye. 18. yüzyılda olmadığımıza göre, çoktan geldi de geçti bile. İster bina ister küçük veya orta boy meta olsun, daha hedef üründen bahsettiğimiz anda çoktan tasarlanmıştı zaten. Tasarım denince işleyişle ilgilenilmesi gereken şeyler kalmış olmalı hala, çünkü ona özgü bir şey söylenmedi daha. Hesaplamalı (hesaba katmalı) işlem sürecinin zihnimizde beliren imgeyi kağıda geçirmekten öte marifetleri de var, zihnimizden hesap da yapsak kağıt kalem de kullansak yapamamayacağımız şeyler var. Öncelikle de imkânsız geometriler, Escher’in, merceğin yerini değiştirerek, derinlikleri tersyüz edip birbirine karıştırarak, düzlem şişirerek gözü şaşırtmak gibi manevralarla çizdiği türden sahneler de değil bunlar, çünkü onlar sorulmamış soruların cevaplarıydı. Tuhaflıkları, silsileyi terse çevirip cevapla işe başlamaları ve soruyu da orada barındırmalarındaydı ve bütün bunlar için kâğıt kalem yeterli olmuştu. Şu bizim satranç ve şiir örneğindeki önceden hesaplanamayıp ancak sezilebilecek, rest, blöf, feyk, türü jestlerdi. Escher’inkinin farkı, jest diye adlandırdığımız ve tanımı gereği anlık olan reaksiyonu bütünlüklü bir sahne olarak sunmasında, beklenmedik bir fırça darbesi ya da kalem oynatma değil. Onu ayırdeden sonunda ortaya çıkan sahnenin topyekün şaşırtıcı ve beklenmedik olması. Computer Escher’in form, figür, ve kompozisyonlarını satranççının hamleleri gibi kodlayabiliyor mudur? Bilemem. Ama, okulda, temel tasarım dersinde Escher kompozisyonlarının çözümlenmesine yönelik alıştırmaların ardından verilen bir temrinin davetlisi olduğum değerlendirme ve kritik oturumunda 1. sınıf öğrencilerinden birinin karşımıza astığı ürünü, Escher’in zannedip, “bu işi nasıl atlamışım?” hayretimi dışavurduğumdan kuşkum yok, tanıklarım var. İşin içinden şu bildik argüman, “son kertede Escher de insandı!” denerek mi çıkılabileceğini bilememiştim. Ama tasarım sürecinde computerden beklentimiz de zaten bu değil, üzerinde çalıştığımız koordinatlar uzaya öylesine yerleşmiş olabiliyor ki şekil kapatılamıyor, kapatılamayınca da üretilemiyor, çünkü zihinde veya sanal zihinde kapanmayınca gerçekte de kapatılamıyor. Yani olmuyor. Moda hukuk deyimiyle “yok hükmünde” oluyor. İşte tam bu noktada gerçekte zorlanamayanı sanal ortamda zorlamak mümkün. Hayır eğip-bükerek, olmayanı olmuş göstererek, yani hileyle-hurdayla değil, gerçek uzayda da olabilir kılarak… Mesela Londra’daki British Museum’un dairesel/çokgen orta avlusunun üzeri kapanacak. Ortogonal geometrinin ortamında olmuyor, yani tüm çizgilerin yeryüzüne ve birbirlerine dik açılı ve paralel olduğu bir uzayda. Kuralı sanal ortamda gevşetmek yetiyor problemi çözmek için, geriye kalıyor o elektronik ortamda yapılabilmiş olanı mekanik ortama da aktarıp şekilleri gerçek nesneler üzerinde uygulamak. Düzlem olsa sorun yoktu. Aynı avlunun döşemesini taşla kaplamak, yani formu çetrefil bile olsa zemini düzgün geometrik dilimlere bölmek, hatta o geometriyle oynamak (onu belirli bir amaçla bozmak) rönesansdan beri denendi zaten. Çatı örtüsünü problemli kılan avluyu sınırlayan kenarların bir de h (yükseklik) parametreleri olması, döşeme gibi yeryüzüyle homojen ilişkisi olan bir düzlem oluşturmayıp hafif bir açıyla yatmasıydı, o nedenle döşemenin izdüşümünü yukarı taşımanın yardımı olmuyordu. Tavandaki uygulanabilir dilimlenmeye, ya da yine Foster’in Londra’nın 400 yıllık ortaçağ merkezi city’e diktiği Swiss RE ofisi örneğindeki gibi herhangi nedenle eğrisel olmuş bir cephe düzleminin standart şekilde dilimlenmesinin olanaksızlığı da hesaplamalı yöntem ve ortamın dolambaçlarına başvurmayı gerekli kılıyor. Peki tamam da iyi olmuş mu? Bence ikisi de yerindelik sınavını geçemiyor ve “ne lüzum vardı şimdi bunlara?” sorusuyla örtüsüz müze ve Swiss RE’siz city’i hatırlamaya zorlanmaktan caydıramıyor. Demek ki hesaplamanın Foster ofisi gibi küresel bir tecrübenin süzgecinden geçmesi bile yeterli olmayabiliyor tatminkar sonuç alınması için. (Bu kez de çağa direnç nirengisi dostların en inatçısı olarak soruyu “Köle miyiz ağbi?”nin ağdalı vurgusuyla içtenleştirecek Alpaslan Ataman’a atıf farz oluyor) Ama bu ortam ve yöntem kadar formlarına da alışmış olanların sürkonturuna da hazırlıklı olmak lazım “Neden olmasın?” Kullanma biçimiyle benzese de farkları var son iki örneğin, biri zaten olan bir yerin olanaksız geometrisinin çözümü, diğeri ise kendi yarattığı sorunu çözüyor. Binanın formunu farklı yapsa böyle çözülecek sorun da kalmayacaktı ortada. İlkinde problem mimari tasarım kaynaklı değil, idari bir karardı, yani avluyu kapatmak. Karar bir kere alındıktan sonra o verili avlu formuyla kapatma kararının uyumsuzluğundan doğan imkânsızlığı çözmek için başka aracı yoktu mimarın. Üstelik alınmaması mümkün keyfi kararlardan daha temelli zorunluluklardan da kaynaklanabiliyor. Mesela yüksek teknoloji ve iri kentsel ölçeğin veri olduğu durumlar, tipik örnek hızlı trenin Londra bağlantısı. Waterloo garına yapılacak ekle bu bağlantının kurulmasına karar verilmiş. Yeni bir gar yapmaya veya diğer garlardan birine bağlanmaya göre Waterloo’nun avantajı nedir? Bilmiyorum. Ama bildiğim şey, zaten birbirinden farklı kabuk ve çatı parçalarından müteşekkil oluşuyla Waterloo’nun kendisine yanaşılmasına pek de uygun bir karakter taşımadığı. N.Grimshaw da bu devasa kent ve hareket problemini hesaplamalı ortamın olanaklarıyla çözüp, yeni hız tüpünü mevcut geometrik şekillerle ve alıştığımız tren hızıyla biraraya getiriyor. Kendi tüpünün o komplekse bitişmesini mümkün kılıyor. Hesaplamalı ortam ve yöntemin kullanımı için bina olması şart olmadığı gibi eşya üretimindeki kullanımı da kap-kacak gibi ele gelir metalarla sınırlı da değil; binayla, tuzluk, sigara tablası arası zanaata yatkın ara ölçekteki mobilyalar, iç mekan tasarımı ögeleri, hatta kent mobilyası, yani çeşitli ara ölçeklerin tasarım ve üretimi için de biçilmiş kaftan bu hesap-kitaplı süreç. Üstelik mimarlık okullarının epeydir geri çekilerek mahrum kaldığı laboratuar ortamlarına, uygulamalı bilim karakterine, yeniden kavuşmasına da aracılık etti. Bu yenilikçi eğilimin metotları beton, demir gibi insan gövdesiyle başa çıkılamayan yapı malzemeleri akademik ortamların yetersiz kalacağı deney imkânları gerektiriyordu. Yapı fiziği ve kimyası gibi minyon ortamlara da sığan deney imkânları ise mimarlığın geleneğinden gelen uğraş alanına (çizerek ve yaparak temsille çalışma) dar geliyordu. Form, malzeme, renk ve uygulama melekesi gibi konularla içli-dışlılığı nedeniyle de hesaplamalı ortam, araç-gereci, bilgisi, becerisi ve söylemiyle mimarlık ve tasarım okullarına ciddi şekilde nüfus etti. Atölyelerdeki etkinliği tasarım sırasında daha çok computer kullanılmasıyla sınırlı değil eğitime düpedüz bu ortamda başlanıyor. Böyle yapmakla bu noktada kazanılmaya başlanan becerinin genç tasarımcı/mimar adayına ömür boyu sürdüreceği profesyonel meslek yaşamı için bir temel olacağını varsaymış oluyoruz. Öğrenciler de artık T-cetveli ve gönyeleriyle değil, lap-top’ları, pad’leri ve memory stick’leriyle dolanıyor ortalıkta. Çalıştığım fakülteden örneklerini koyduğum 1.sınıf temel tasarım atölyesi ürünlerine bakınca, bizim eğitildiğimiz temel tasarım ortamları elişi dersi gibi kalıyor. Dahası mimarlık ve tasarım öğrencisinin diğer alameti farikası, elde taşınabilir ölçekteki modellerken, artık bu eşik de aşılmış durumda. Londra’nın tipik boşluğu Bedford Square üzerindeki tipik Terraced House’lardan birine yüzelli yıldır istikrarlı şekilde mimarlık eğitiminin dünyadaki gözbebeklerinden biri olarak yerleşmiş olan Architectural Association mimarlık okulunun Londra’nın entelektüel merkezi Bloomsburry’e bıraktığı hem de geçici görkemli ayak izi de okulun iddiasını pekiştirecek bir ünvan plaketi ya da temsili bir afiş değil, herkesin deneyimleyip uzmanlık ve ehliyet gerekmeden kanaat sahibi olabileceği bir ürünün bizzat kendisi. Görülmeden, hatta kullanılmadan geçilemeyecek bir kent mobilyası. Alışılmadık şekil-şemaline rağmen rağmen yanaşınca içinde oturulup dinlenilebilen, çardak, kameriye türünden tanıdık bir bahçe/kent mobilyası olduğu anlaşılıyor. Enformasyon panosundan da öğrenciler tarafından yapıldığı; dünyanın dörtbir yanından gelmiş ayrıcalıklı gençler tasarladıkları gibi “kol işi de mi bize kaldı?” sorusuna itibar etmeyip tasarladıklarını yapıp koymuşlar sıraevler dizisi arasına ustaca saklanmış okullarının önüne. Peki kent mobilyası tamam da ayrıcalıklı mı? Nereden belli dünyanın öncü ve ezeli nabız tutan okulu ve kurumu unvanını koca-koca kampüslü, imkânlı rakiplerine kaptırtmamış hocalarla öğrencileri tarafından üretildiği? Tıpkı masa gibi dört ayaklı olurdu bildiğimiz çardaklar, hatta kullandığımız isimleri de dört rakamından (cıhar) gelirdi, oysa bunda 4’ü çağrıştıracak hiçbir şey gözükmediği gibi, bu alışılmadık şeklin içinde o ayakları veya ikamelerini hasır-altı edecek gizli-kapaklılığa elverişli yeri de yok, tamamen şeffaf ve karmaşık bir iskelet bu etinden ayrışmış kılçık sistemi artığı yekpare bir nesne. (Hep çağın uyumsuzlarından seçecek değiliz ya dostları; bu konulardandan bu kadar bahsettikten sonra bu kez de AA ve ürettiği temsili ve kullanışlı nesnesinde gözlenen çok yönlü-beceri-mütevazılık-gelgitini “ne var canım bunda işlerini yapmışlar işte!” türünden sakin tepkilerle, ortamın zekâsı ve tabiatı gibi göstererek benim kuşağıma da aşina hale getiren alanın filozof kafadarları Şebnem Yalınay Çinici ve Onur Yüce Gün’e atıf yapmamak haksızlık olurdu doğrusu.) Çardağa dönersek, üstü, sırtı, ayağı, taşıyıcısı, oturma elemanı ile yere basarken ayakta da duracak şekle sokulmuş hesaplamanın (hesaba katmalının) sayısız 0-1 git-gellerinden geçerek; hatta oturanlar, ağırlıklarıyla farkında olmadan taşınmasına da yere basışındaki sağlamlığa da destek vermiş oluyorlar. İşçilik kalitesi de okul işi model gibi değil, fabrika işi prototip bile değil, ürünün doğrudan kendisi. Kapalı bir mekana entegre edilecek zanaat ürünü mobilya da olabilirdi. Oluyor da, okulun en gözde mekânı kantinin arkadaki teras uzantısı üzerinde yüzen kasnak çerçeveli nesne de yağmurluk, gölgelikle, dekor karışımı bir ürünü yine okulun, santral’daki ağaca dolanan geometrik şekil kompozisyonu gibi. Zaten tam da o nedenle zanaatkarın yerini ve konumunu makinaya kaptırma tehlikesi sözkonusu olmuyor, bu sefer tersine kendisi mekaniğe komut veren elektroniği kullanan beyaz yakalının yerine de geçebiliyor, çünkü o karmaşık görüntünün ardında yaş azaldıkça kullanım alışkanlığı ve melekesi yükselen kullanım kolaylığıyla dönen bir çark var. Ama otomatizasyonun üzerine bir de okul ve eğitim eklenince, yanlış da anlaşılmamalı. 19.yüzyıl başı sanayi devrimi gibi zanaatkarın ve sanayi işçisinin işi ve statüsü tehdit altında altına girmiyor. Sosyal dengenin bir kez daha onların aleyhine ve kafa emeği ile makina lehine bozacağı da düşünülmemeli hemen. Çünkü elektronikleşmeye dayalı dönüşüm, mekanikleşme gibi kol işini ikame etmeye yönelik değil, tersine onları tehdit etmiş makinayı kullanmaya endeksli. O zaman çağımızın ezeli sorusu kaçınılmaz oldu, artık kollarımızı değilse de zihinlerimizi mi tehdit ediyor? Bizden daha mı iyi düşünecek? Bu sefer de kafa emeği mi tehdit altında? Yapay zekânın insan zekâsının yerini alması mı söz konusu? Satranç ve edebiyat örneklerinde uzun uzadıya değinmiştik ama madem çağımızın paradigmatik konusu “yapay zekâ”yı bir daha hatırlamakta sakınca yok. Yaşanacakları önceden kestirmek üzere davranış setlerini çıkarıp, olasılık hesaplarını ne hassaslıkta yaparsa yapsın malum eksiği vardı elektronize zekâ ve aklın, surprize, demek ki hayata açık olmamak. Tanığı belli değildir ama şu soru karşısında darmadağın olduğu söylenir hep,”why?” “neden?” oysa yıllar önce aynı soru bir matematik sınavında sorulduğunda (şimdi olsa kuşku yok ki öfkesinin o belirsiz nesnesini sol elini hafif kaldırarak yönelteceği “namussuz herifler!” nidasıyla öteleyecek çağa direnç nirengisi dostların en külyutmazı Ali Nesin olurdu soruyu soran) bir geçerli yanıt çıkmış “why not?” “neden olmasın?” zekâya zekâyla kontr çekmeyi ancak insan zekâsı becerebildiği ve değerlendirebileceği için. Öyle ya zekâya ancak zekâ karşılık verebilir ve ayırdedip geçer notu verebilir. Ötesi de var, zanaatkarı ve kol işçisini yerlerini almakla tehdit etmediği gibi belki böyle bir radikal dönüşümde ilk kez süreç tersine çalışıyor ve onları tehdit etmek yerine tersine onlara yeni yerler açıyor kendi yerine geçirebiliyor. Robotla çalışıp yüksek teknolojiyle hassaslık gerektiren işler yapan fabrikalar gördüm. İşçiler elektronik süreçlerle pekala senkronize olup akışkan ilişkiler kurabiliyorlardı, hatta muhtemelen mekanik yönelimli süreçlerle olduğundan daha fazla egemenlik bile kurabiliyorlardı sürecin üzerinde. Tabii ki yapacakları önceden belliydi, ama tekrara dayalı da olsa, katıldıkları sürecin kendisi merak uyandırıyor ve seyre değiyordu. Zaten yaptıkları ya da kontrolundan sorumlu oldukları rutin de, işin elektronik kısmıyla ilişkiydi. Böylece mekanik en alta düşmüş oluyor. İşçi, iki dünya arasındaki önceden planlanmış geçişin adeta nöbetini tutuyordu. Ki, ne olursa olsun 19.yüzyıl başında kendi yerini almasından korkup tepkisini onları kırmaya vardırmasına oranla her halükârda daha inisiyatifli ve onurlu bir pozisyon olsa gerek. Peki ya zanaatkar? Ona ne oldu bu arada? Yüzelli yıl önce makina kırmaya destek olmuş zanaatkara? Sermayelerini biriktirme mecraını değiştirip yaymanın tadını çıkaran kapitalistler dışında bütün bu gelişmelerden en kazançlı çıkan sınıf da onlar oldu çünkü ortam, hesaplamalı (hesaba katmalı) ortam ve yöntemin, yalınlaşıp, ucuzlayıp, yaygınlaştığı tarihsel anla, hâlâ eski ortam ve ilişki biçimlerini dağıtmadan sürdürdürebildikleri bir zaman/mekanda karşılaşmışlardı ve beyaz yakalı zihinsel üretim dahil, herkesin Marx’ın anlattığı işbölümü hiyerarşilerinin çarklarına kyakalandığı bir dünyada gelişmelere yetişme telaşı taşımadan sükûnet içinde kalabilecek olanlar (uygun yerde beklemeyebilecek) onlardı. Araç-gerecin küçülüp ucuzlaması sermaye eşikleri atlama gereği olmaksızın onlara erişim imkânlarını artırmış, kullanımlarının yalınlaşıp kolaylaşması ise zihinsel/teknik erişilebilirliklerini artırmıştı. Sınıfları ayrıştıran başlıca eleklerden yüksek öğrenim; program yazılımı dışındaki hiçbir kullanım aşaması için şart değildi. (ki, o da standartlaşıp ucuzlamıştı.) Ne hard ne de soft/ware kullanımı özgül yüksek öğrenim tahsili gerektiriyordu. Ne tasarım, ne de üretim yapmak için gerekli değildi incelmiş matematik vs. müfredatları. Beceri geliştirmek için yoğun temrine imkân veren özel ve/ya kamusal ortamlarda bulunmak yeterli olmaktadır. O nedenle de üniversitelerin, mimarlık, tasarım ile metin, imge ve söz üretimine odaklı iletişim fakülteleri öğrencilerinin gerekli mesleki becerilerini hesaplamalı (hesaba katmalı) ortamlarda geliştirmeleri için donatılarına ciddi bütçeler ayırıp müfredatlarında ciddi değişiklikler yapmaktan kaçınmıyorlar. Zanaat atölyesine dönersek, orta eğtimden geçmiş ortalama bir kişinin hele ki el melekeleri zanaat atölyesi tecrübesi de gördüğü de hesaba katılırsa, hesaplamalı bir donama erişecek maddi imkânı olduğu anda ve atölyesinde kurduktan sonra onun işletmesini de yönetememesi için hiçbir neden kalmamaktadır. Örneğin zanaat denince ilk akla gelen marangozluğun hızar, planya gibi mekanik aletlerini kullanmak, robotlu araç-gereçleri kullanmaktan daha fazla el melekesi, dolayısıyla da tecrübe gerektirmektedir. AA’nın veya Bilgi’nin hiçbir seçkin öğrencisi bildiğim geleneksel donanımlı iyi marangozluk atölyelerinde çalıştırılmazlar ama okullarının hesaplamalı donanımlı atölye ve laboratuarlarında koyduğum, kent ve bahçe mobilyalarından da anlaşılacağı gibi el acemiliğin izini taşımayan ürünler üretebilmişler. Bir örnek seti de okulda konuya yeterli ilgiyi göstermiş genç bir mimarın yeni açtığı hesaplamalı donanımlı atölyenin, alışılmış aletlerle üretilmeye yatkın olmayan ürünlerinden veriyorum. Bir de teknolojik gelişmelerden hız alan yeni iş alanları var, mesela üniversite muhitlerinin gözdesi, fotokopi, ozalit ve bilumum dijital baskı dükkanları matbaadan yegâne eksikleri neredeyse nicelik haline geldi, 5-10 kopya tez kitabı ya da proje, portfolio vs. yayını matbaayla kıyaslanamayacak hız ve maliyetle üretip hemen müşteriye teslim etmektedirler. Waterloo’ya dönersek, peki neden Liege’deki gibi bir ayrı hızlı tren garı yapılmamış? O makro ölçekli siyasi kararı yorumlayacak veri yok elimde ama kesin bir şey varsa biribirsiz büyük şekillerin eklemlenme problem doğmaya fırsat bulamadan bitmiş olabiliyor. Strüktürler, kabuki, saçak vs.yapı parçalarının karmaşık şekilleri birbirlerini imkânsız hale getirmeden de durabiliyorlar ayakta ve yanyana. Dolayısıyla, Bill Gates’in word excel ve pp’ı kadar da standart değil çağdaş deyip geçtiğimiz zamane sorunları ve onların cevapları bunca yüz [bin] yılın hesap-kitabı? Mühendisliği var hâlâ arkamızda, zaten matematiksel algoritma elde hazır olmasaydı bu işlerin hiçbiri de olmayacaktı. Olmalıydı ki oraya aktarılıp olasılığa dönüşmek üzere “0-1” döngüsüne sokulup ve devreleri çalıştıran araç değil demek ki yeni olan, yüzküsür yıldır yerli yerinde duran müze avlusunu müze kahvesi uğruna kapatmakta ve trenleri, yerden birkaç santim yüksekte olsa bile uçurma hırsıyla elde edilen hızda, bunları bir iddialaşmalar karmaşalarının başka iddialılıkların marifetiyle çözülmesinde, yoksa Sartiago Calatrava gibi mimarlığa da sıvanmış yetenekli ve tecrübeli bir mühendisin çözemeyeceği problem de yok ortada, işte Liege garı, laf aramızda belki bizim elişi ödevlerinden bazıları da geçerli not alırdı bugünün atölyelerinden. Calatrava’nın da onu vareden ortamın da yenisi üremeyemeyecek mahsul ve münbit praxis ortamı olmadıkları da Cecil Balmond, Hanif Kara gibi yeni parıltıların gelip gündemimize yerleşmelerinden belli. Bütün bu gelgitlerden sonra hatırlanmaya değ
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik