Hangi durumda insanları daha etkili bir şekilde kazanmış olursunuz? İnsanlara “düzen içinde bir umut” sunarak mı? Yoksa insanlara kötü durumda olmalarına yol açan “nedeni” göstererek mi?
Bu sorunun yanıtı ABD başkanlık seçimlerinde test edildi.
Clinton Amerikalılara birinci seçeneği, Trump ise ikinci seçeneği sundu. Kazanan Trump oldu. Çünkü zor şartlara düşen insanlar “siz zordasınız” diyenlerin peşine düşmezler; “sizi zor şartlara onlar düşürdü” diyerek kendilerine bir neden sunan insanların peşine düşerler.
Ezilenlerin psikolojisinde, kurtarıcıya sempatiden önce hasmına öfke vardır. Bu öfkenin nelere kadir olduğunu Amerikan seçimlerinde gördük. Ezilenler kurtarıcılarına sempati göstermek yerine kendilerine “düşman”larını gösteren öfkenin peşine düştüler.
Amerikan istisnacılığının sonu mu?
Trump’un seçim başarısında ne rol oynadı? Amerika bunu sorguluyor. Bence en isabetli analizi Matt Flegenheimer ve Michael Barbaro yaptı. New York Times için kaleme aldıkları ortak yazının başlığını “Donald Trump’ın başkan seçilmesi kurulu düzene çok sarsıcı bir reddiye demek” diye çevirmek mümkün ( Donald Trump Is Elected President in Stunning Repudiation of the Establishment, 9 Kasım 2016). Flegenheimer ve Barbaro’ya göre, sosyal yapıda mavi yakalı beyaz sınıf ile beyaz yakalı sınıf arasında gelir dağılımı açısından büyük bir mesafe ve öfke oluştu. Trump’a başarıyı mavi yakalı beyaz sınıf ile genel olarak işçi sınıfının desteği getirdi.
Küreselleşme, bilgi ve teknoloji ağlarının inanılmaz devingenleşmesi, sanayide 4.0 devrimi gibi faktörler, eğitimli, donanımlı, üniversite mezunu genç ve atak bir sınıf yarattı. Bu gelişmeleri yaratan, bu gelişmeleri tetikleyen, bu gelişmelerden büyük faydalar sağlayan eğitimliler, yani masada oturarak çalışanlar ile ayakta çalışanlar arasında büyük gelir adaletsizlikleri doğdu. Buna bir de masa başında çalışan sınıfın bencilliği, şımarıklığı, göze batan lüks ve gösterişli hayat tarzı eklenince, ayakta çalışanlar çileden çıktı.
“Unutulan Amerika” ve sınıfsal antagonizma
Yale Üniversitesi tarih profesörü Beverly Gage, 1932’de Franklin Roosevelt, 1968’te Richard Nixon’ı başkanlığa taşıyan seçimlere damgasını vuran “unutulan Amerika”nın bu seçimlerde de çok etkili olduğunu, ancak bunun artık sınıf antagonizması şeklinde yaşandığını vurguluyor. Gage şu tesbiti yapıyor: “Obama, bu sınıf antagonizmasını ortadan kaldıracak programları reddetti. Bu da sınıfların birbirine muhtaç ve borçlu olma halini ortadan kaldırdı.”
Gage’e göre, Trump, Amerikan seçimlerinde hep etkili sonuçlar doğuran “unutulan Amerika” kavramını dayanışma söylemi ile yeniden politik sirkülasyona dahil etti. “Unutulan beyaz Amerikalı adam” etrafında bir mobilizasyon yarattı. Demokratik Parti ise örgütlü emeğe ve işçi sınıfı siyasetine yüz çevirdi. Trump milliyetçi popülist isyanı seslendirdi ve kazandı.
Sınıfsal analiz öne çıkıyor
Diğer yorumlarda da seçimlere sınıfsal yaklaşımlar öne çıkıyor. The New Statesman editörü Helen Lewis’e göre, milliyetçilik, korumacılık ve beyaz öfke siyasal tercihlere yansıdı. Necessary Trouble: Americans in Revolt (Kaçınılmaz Bela: Amerikalılar İsyanda) kitabının yazarı Sarah Jaffe’ye göre, Trump'ın zaferinde iş kaybı ve ekonomik durgunluk büyük rol oynadı. Spiritual Progressives (Manevi İlericiler) networku başkanı, Yahudi din adamı Michael Lerner ise, seçimleri küreselleşmenin Amerikalılarda yarattığı manevi krizin etkilediğini söylüyor.
Sol ve liberaller, ne bu manevi krizi, ne iş kaybını, ne de ekonomik durgunluk yüzünden beyaz öfke yaşayan “öteki Amerika”yı veya “unutulan Amerika”yı gördü. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, ve cinsiyet ayrımcılığı, aslında küreselleşme sonucu hem manevi kriz, hem ekonomik durgunluk yaşayan ülkede, tutunamayanların rahatsızlıklarının “ötekilere” boca edilmesinden başka bir şey değildi.
Devrim mi, yeni devrim mi?
Fransa’da Milliyetçi Cephe lideri Marine Le Pen, Trump’un başarısını “yeni devrim” olarak gördüğünü söyleyince, küresel tartışmanın da tetiğini çekti. Trump’ın başarısı bir devrim olarak tanımlanabilir mi? Her ne kadar fikirlerine katılmasam da Le Pen’in yaptığı tesbite katılıyorum. Karşılaştığımız devrim değil, ama yeni devrim. Dünya genelinde çok tuhaf bir değişim öyküsü yaşıyoruz. Hayatı açıklamak için kullandığımız kavramlar, reel gerçekliği karşılayamaz oldu. Kullandığımız kavramlar ile sosyolojik karşılıkları arasında büyük uçurumlar oluştu. Sol sol değil, sağ da sağ değil. Ama sol bir bakıyorsunuz sağda toplanıyor, sağ da sola akıyor.
Görece sol değerleri bünyesinde barındıran Demokrat Parti, solun hedefindeki sınıflardan oy alamıyor. Normalde sol değerlere yaslanan pozisyonu savunan partilere oy vermesi gereken sosyal sınıflar, sağ partilere oy veriyor. Ezilenler, sömürülenler, yoksullar umudu mülti-milyarder bir işadamında arıyor. Gelir dağılımına isyan edenler, gelir dağılımında adaletsizliğin sembolü bir ismin şemsiyesi altında toplanıyor. Bence pozitivist paradigmayı esas alan sosyal bilimler çöktü. Çünkü mevcut kavram ve analizlerle sosyal alanı betimleyemiyorlar. Sosyal alanda da atom-altı parçacıkların yaşadığı alana benzer etkileşim ve belirsizlikler yaşanıyor. Trump’ın başarısı bir devrim, ama bu devrim bildiğimiz normal devrimler gibi bir devrim değil. Olsa olsa yeni devrim. Karşı devrim de diyemiyorum çünkü ortada pozitivist paradigma ile tanımlayabileceğimiz bir devrim yok.
Katrina dalgaları ve insanlık
Trump, bir sonuç. Ama nasıl bir sonuç? 2005 yılında Atlas Okyanusu’nun dev Katrina dalgaları ABD kıyılarını vurdu. 1,860 kişi hayatını kaybetti. New Orleans’ın kasırga darbeleriyle sarsıldığı günlerde şehrin yüzlerce sakini sel sularından kaçarak Gretna banliyösüne gitmek üzere Cresent bağlantı köprüsü’nü geçmeye çalıştı.
Ancak kaçmakta olan kalabalığa doğru uyarı atışları yapıldı. Can derdine düşenler, Gretna polisi tarafından geri püskürtüldü. Gretna polis şefi bu eylemi dolayısıyla hakim karşısına çıktı. Kendini şu sözlerle savundu: “Köprüyü açmış olsaydık, kentimiz aynı şu an yağmalanmış, yakılmış ve talan edilmiş New Orleans gibi olacaktı.”
Bu anlayışla işletilen bir ülkede, sel suları altında kalarak can vermekte olan insanları potansiyel suçlu görerek kendi mahallesine sokmayan bir kültürel dokunun Trump fenomenini er veya geç üretmemesi düşünülebilir miydi? Bir de, Gretna köprüsünde polis kurşunlarına hedef olmuş ülkenin yoksulları, umudu Obama’da aramış ancak büyük bir hayal kırıklığı yaşamışsa, o sosyal psikolojide oluşan dip akıntıları tahmin bile edemezsiniz.
Can çekişen imparatorluk mu?
İran Kürt asıllı Amerikalı ekonomist Ismael Hossein-zadeh’in The Political Economy of US Militarism (2007; Amerikan Militarizminin Ekonomi Politiği) kitabında vurguladığı gibi, küresel üstünlüğünü askeri-endüstriyel komplekse dayandıran Amerika, bu yapıyı artık sürdüremez bir noktaya geldi. Bu da ekonomisine yansıyor. Zira mamul üretiminde hızla geriliyor. 1950’de dünya genelindeki mamul üretiminin yüzde 60’ını ABD gerçekleştirirken, 20. yüzyılın sonunda bu oran yüzde 25’e kadar düştü.
ABD’nin yumuşak gücünü oluşturan kültür emperyalizmi boyutunda da eski gücünden eser yok. Yumuşak gücün ayartacak, ikna edecek şekilde yayıp onaylattığı, pekiştirdiği ortak normlar, değerler, inançlar ve yaşam tarzları açısından, tersten bir sorgulama var. Çünkü bu değerler artık huşu üretmiyor; aksine kızgınlık ve düşmanlık üretiyor. ABD artık dünya kamuoyunda (Thomas Friedman ve Steve Fraser’ın altını çizdiği türden) “insanlığın daha iyi şartlarda yaşaması için olmazsa olmaz niteliğini koruyan iyiliksever bir egemen” değil. Bir diğer Amerikalı öğretim üyesi, tarihçi Francis Shor da, Dying Empire: U. S. Imperialism and Global Resistance
(2009; Can Çekişen İmparatorluk) kitabında Amerika hegemonyasının zayıfladığını söylüyor. Shor, bu gerilemenin ülke içinde paranoyak bir topluluk yarattığını, dönüştürücü eylemleri ve ulus-aşırı dayanışmayı zorlaştırdığını vurguluyor.
Amerika’nın dış dünyayla ilgilenmesi meşruiyetini Amerikan değerlerinden alıyordu. Özünde eşitlik, özgürlük, fikir hürriyeti bulunan ABD, bu değerlerin tüm dünyaya yayılması için küresel düzenin öncülüğünü yapıyordu. Ama şimdi, yaptığı Trump tercihiyle küresel düzenin ahlaki ve entelektüel liderliğini nasıl sürdürecek? Artık barış ve özgürlük adına kaslarını gerdiğinde, sınırları dışındaki dünya allak bullak olmayacak, daha hırçın hale gelmeyecek mi?
* * *
Bizim evreni anlamamız için gökyüzüne gönderdiğimiz Hubble teleskopunun gösterebildiği mesafenin bir sınırı var. Bu sınıra Hubble limiti diyoruz. Bu sınırın ötesinde yer alan gök cisimlerini gözlemleyemiyoruz çünkü kırmızılaşıyorlar. Bu yüzden Hubble limitinin ötesine bakamıyoruz.
Amerika da, partisi ve aydını tarafından dışlanan ama halk tarafından desteklenen, saat başı değişen, ne zaman ne yapacağı, ne söyleyeceği bilinmeyen, kendi içinde kaos yaşayan Trump’la Hubble limitini aştı. Ötesini öngöremiyoruz.