Ana SayfaYazarlarİç sızı makamından…

İç sızı makamından…

 

Önemli insanlar hakkında yazılanları okurken düşünmeden edemem, o önemli kişi için kimin içinin sızladığını?

Ama, sahiden sızladığını, ’ desinler’ diye değil.

 

Dünyaya, sanata, ülkesine nizamat veren, yıkımdan kurtaran, ölümsüz yapıtlar yaratan kişiler için kim sızıya kalır ki?

 

Yarın Gazi’nin ölüm yıldönümü. Nice törene katılmış/hazırlamış biri olarak onun yasını kiminle, hangi duruşu ve sözüyle o kimsenin, hatırladığımı düşündüm…

 

İlki elbet ananem, ‘hep kuşlar yuva yaptı, kuş kadar olamadı’ dediğini, Mustafa Kemal’e. Eh, şahin idi, kartaldı, yurt yuvaya eli değmedi, denmez elbet.Yuvasını kuraydı, yavrusu olaydı, yari yanında yavrusu koynunda olaydı, diye düşünmüş olmalı ananeceğizim, olamayacağını bile bile.

 

Dönemin Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’nin bulup buşurup getirdiği kahveyi, yanına şeker bulunamadığında,  zaten sade içtiğini söyleyen, şekerli kahve tiryakisi Gazi  iç sızımdır, tıpkı askeri idadi öğrencisiyken bir kadeh rakı bulup, meze diye arkadaşıyla tek kebap kestaneyi bölüştüğünü okuduğumdaki gibi.

 

Çankaya’nın köşk değil, henüz bağ eviyken , mutfağında eşi için barbunya fasulyeyi yüksünmeden ayıkladığını öğrendiğimdeki gibi.

Yahudi vatandaşlarımızın onu sessiz sadasız, kendi gelenekleri uyarınca, düğmelerini koparıptık tık atarak yas tuttuğunu andığım her zaman.

Kurum çocuklarını götürdüğümüz fotoğraf sergisinde, yöneticinin çocuklar anlarmış gibi, ‘bakın nasıl yalnız bir adam, bizim önderimiz’ deyişini hatırlarım…Bilse bile insan bu sözden sonra dönüp tekrar bakıyor resimlere, hatta o günden sonra hep o gözle bakıyor, derin yalnızlığını görüyor, saklanamayacak kadar derin birbaşınalığını…

 

Sonra, Yalova’daki Yürüyen Köşk’te, ön yüzü camlı yüklükte, Zübeyde hanımın oğluna sırıdığı yorgan düşer aklıma…Ege’li köylülerin poşusu, hani beyaz üstüne turuncu, sarılı desenli, parlak, geniş poşular vardır, alnına düşürüp, iki ucunu baş gerisinden düğüm ederler, çalışırken, işte onlardan birkaç taneyi yan yana getirmiş, sabun kalıbı, yani büyük dikdörtgenler şeklinde biçim vermiş, pamuk yorgana. Küçücük bir not, kıyıcığında, durur mu hâlâ bilmem? Ne yün, ne atlas üzre sim sırma nakış…Engin gönüllü, ucuz, ana eli değdiği için daha iyi ısıtan bir yorgan.

 

İzmir Buca’da oturan, yazları Dikili’de geçen Cumhuriyetin tanığı, 103 yaşında bir öğretmen hanımefendiyle tanıştım, adı: Sabriye Özer.

 

1928’de ilkokul  4.sınıf öğrencisiymiş, harf inkılabı olmuş.Öncesi üç yıl Büyükadada okumuş, eski yazıyla, ablası eniştesi yanında, sonra Konya’ya geri dönmüşler annesi, ablasıyla.Anne dikiş dikerek geçindirmiş babasız çocuklarını.Olsa da mal mülk, satılmış. Hâlâ mükemmel okurmuş, Osmanlıcayı.Onuncu yıl nutkunu, Gazi’nin karşısında dinlemiş. Orta mektepte Kütahya’daymış. Eşi Gazi Terbiye’de resim okumuş, 942’de evlenmişler.

 

Gazi paşasını hem çocukken hem Bursa öğretmen okulunda görmüş, 937’de, onu karşılayan öğrenciymiş.Merinos fabrikası açılışı için geldiğinde , ‘Bursa muallimin kasketli talebeleri’, karşılıyor.

 

‘O böyle geliyordu, halk  bakıyorduk,’ gelmiş yavaş yavaş, arabayla, devetüyü gayet şık paltosu, elinde de şapkası, halka doğru, kahve rengi şapkasını, hep elinde tutarak gelmiş…Pırıl pırıl belleği, her anlattığını renkler üstünden biçimlendiriyor.

 

‘İlk gördüğümde çok gençti, yirmi yıldan sonra, çökük değil, ama, indiğinde arabadan, hastalığını saklıyorlarmış meğer, geldi araba yavaş yavaş, herkes bağırıyor yaşa gazi paşa diye, önümüzden geçecekti araba, yanında yaverine bişey söyledi, ben pür dikkat dinliyorum, üçüncü görüşümdü bu, talebeleri görünce onlar için…Derken, bizi gördüğü için, yanındakine ‘dur!’ dedi.  Bakıyoruz biz , ben dikkatle bakıyorum, o gelince söyleyim dedim, ben o çocuğum diye…

 

Araba yaklaştı, indi, iki arkadaşıyla geldiler, yüzünde ilk gördüğüm şey, çökmüş…Rengi bozulmuş, o canlılığı yok.İki adım attı, üçüncüyü atsa beni görecek, ben de ‘ben o’yum diycem…

 

Dikkatle bakıyorum ben, o sırada bir sendeledi, meğerse hastalığının son devirleriymiş, 38’de…Benim çocukken başımı okşadıydın, öğretmen ol, dediydin hani, Konya’da…Bir şiir öğretmişlerdi,  size onu okuduydum.’ Diyememiş.

 

1938 yılında Kütahya Tavşanlı’da öğretmenliğe başlamış. Sonradan, belki resim öğretmeni olan eşinin katkısı, daha çok kendi merağıyla resme koyulmuş, emeklilikte sergiler açmış, Ondan öncesi iki oğlunun bakımı, yanında okula götürüp, evin işi, ülkenin yokluk yılları, zor zamanların zorplu kadını olmuş.yakın zamana kadar sürmüş resim aşkı. Yaşı yüze değince fırçayı bırakmış , kulağın biri çekip gitmiş, öteki az duyuyor. Konuşması, aklı fikri, gönül şenliği, zerafetini anlatması zor.Oğluyla yaşıyor, gözünden sakınıyor oğlu onu.

 

Selçuk üniversitesi onun üstünden bir belgesele öncülük etmiş, Filli boyanın üstleniciliğinde, kimbilir belki bu yazı çıktığında belgesel ekranlara düşer.

Gazi’nin yüzünün solduğu içini yakmış, öyle diyor, dönüp dönüp söylediği o…

 

Büyük adamlara, sahici önderlere, ülkesi insanları ölümlerden ölüm beğenecekken onları kıyıya çıkartan kişilere  içi yanar, insanların…Ölümün üstüne sorgusuz sualsiz yürümeleri ondan…

 

- Advertisment -