Ana SayfaYazarlarİktidarı Tartışmak

İktidarı Tartışmak

 

İktidar, bugünlerde ne olduğunu daha iyi anladığımız bir kavram. Hayatımızda her zaman bir yeri vardı elbette ama genellikle alttan alta ya da perde arkasından kendisini hissettirir, her şeyin önüne bu kadar geçmezdi. İşimizi engellemeyen, fonda hafifçe çalan bir melodi gibiydi. Kendimizi kötü hissettirmez, daha iyi ve adil bir dünya için gerekli olan yaşama iradesiyle bağlantılı bir yerden bizi kendisine bağlardı.

 

Pazar günü yazılan bir yazı için ağır bir konu ve giriş olmuş olabilir. O nedenle bir tür pazar sohbetine dönüştürerek ve anılara yer vererek durumu rahatlatabilirim belki.

 

Vaktiyle, yabancı bir akademisyen arkadaşın evinde yemek yiyorduk. Uzaklarda yaşayan Alman asıllı annesi misafir gelmişti ve bunun şerefine mutfağa girip özel bir şeyler pişirmişti. Kajulu, köri soslu tavuk ve bizdeki iç pilava benzer birşeyler hazırlamıştı.

 

Ortadoğu’yu dolaşıp, yemek ve yemek kültürü üzerine yazılar yazan eşi de sofradaydı. Onun da etkisiyle evde sürekli farklı denemelere yer vardı; Hint usulü tavuk, akdeniz usulü pilav, Meksika usulü aperatifler…

 

Annesi, sert mizaçlı ve –bir Türk olarak- kafamdaki anne kalıplarına tam olarak uyduramadığım bir karakterdeydi. Oğlu da benim gibi ²Polislik² çalışıyordu ve konuşmalardan çıkardığım kadarıyla bu konuyu neden çalıştığını pek anlayamamış ve bundan pek de mutlu olmamıştı. Bu tavrı kadınla ilgili ²yüzeysel biri herhalde² diye düşünmeme sebep olmuştu. Genellikle de düşündüğüm şeyleri duyguya dönüştüren bir yapım olduğundan onun da beni pek pozitif enerji veren biri gibi algıladığını sanmam.

 

Konu bana gelince, nereli olduğumu, ne yaptığımı, evli olup olmadığımı anlattım ²yerli² İngilizcemle. Bizim İngilizcemiz, bu tür kalıp-konuşmalara ayarlı olduğundan en sevdiğimiz konulardır ya bunlar, yabancıların da bir o kadar ilgisini çekmez nedense.

 

Siz, ²İşte şimdi ilgi göstereceği bir şey söylüyorum² diye düşünüp konunun oradan devam edeceğini düşünürsünüz ama karşıdaki kişi ²evet dinliyorum, asıl konuya girmeni bekliyorum ve de² der gibi bakan gözlerle dinlemektedir konuşmanızı. Yeterince ilginç olamadığınız için üzülürsünüz. Yerliliğiniz gelir aklınıza ve de yersizliğiniz.  

 

Hikâyemin en ilginç yanlarını anlatmama rağmen bu Alman kadını bir türlü gülümsetemiyor, gülümsetemedikçe de geriliyordum. Yerli İngilizce kalıplarımın tamamen dışına çıkmayı göze almamı gerektiren bir sürü şeyden bahsettiğimi hatırlıyorum. Yerli yersiz konuşuyordum. Bizdeki iç pilavın yapılışından, kavala kurabiyesine (Çünkü Eşi Yunan asıllıydı), Türkiye’nin tatil yörelerinden Türk kahvesine kadar elimden geleni yaptım.

 

Ama kadının beklediği şey, başka gibiydi. Sanki ²asıl konuya gel bak sana neler soracağım² der gibi bir hali vardı. Ben de akşam yemeğinde ne konuşulursa öyle şeylerden bahsetmekte ısrarlıydım galiba. ²Akşam baban gelirse..²bakışlarından da hiç hazzetmezdim.

 

Derken "Sen ne çalışıyorsun?" diye sordu konuşmanın normal seyrine aykırı bir çıkışla. Beklemiyordum bunu ve hızla, "Polis" diyiverdim."Niye peki?" dedi sonra. Ve ayrıca "Nesini?" çalıştığımı da sordu.

 

Küçümser bir tavrı vardı sanki. Biraz daha derinlik kazandırmak için "Polislik" çalışıyorum dedim. Kadın da "Niye peki?" diye sorup duruyordu. O an hızla neden çalıştığımı düşündüm. Niye çalışıyorum ki bu konuyu?

 

Pek çok insanın "Ne alaka?" sorularına bakmadan antropoloji doktorası yapmıştım ve "ne çalışırsak çalışalım hepimiz aslında kendimizi çalışırız" sözünü biliyor ve tam olarak öyle düşünüyordum.

 

Fakat, daha derin bir cevap vermem gerektiğini düşündüm. Yani, "Kendimi çalışıyorum galiba" dersem kadın kızacak gibiydi. "Ben dedim, "Aslına bakarsanız, iktidar çalışıyorum ve bunu çalışmak için de en uygun antropolojik topluluğun polisler olduğunu düşünüyorum."

 

"Hmm" dedi bunun üzerine, ²üzerine konuşulabilir, ciddiye alınabilir bir konu² gibilerinden. Bir tür kabul ritüeli geçişi gibiydi ve sonrasında konu sürekli olarak iktidar üzerinden dönüp durmuştu. Daha hafif bir yemek bekliyordum (hafif soslu, hafif konuşmalı, hafif müziklik filan) ama Almanlar için hafif diye bir şeyin olmadığını da o yemekte anlayacaktım. İşi hafife alma deyiminin en son Almanlar için kullanılabileceğini düşünürüm hep.

 

Herneyse yani o akşam polisleri ve polisliği, yasayı, düzeni ve kurallara uyma ya da karşı gelme gibi konuları çalışarak aslında kendimle birlikte iktidarı ve gücün hayatın içine sirayet etme biçimlerini çalıştığımı anlamış oldum. Ben aslında, güçsüzlüğün nasıl kavrulan bir iktidar arzusuna sebep olduğunu ve asla elde edilemeyen iktidarın insanları nasıl güçle sürekli temas halinde yaşatarak içten içe zayıflatıp çürüttüğünü, çalışıyordum. Çelişkileri, kılıfına uydurmaları, sinikliği, kitabına uydurulan işlerin nasıl da ahlaki alanın dışına itilebildiğini filan…

 

Gücün ele geçirilebilir, sonradan edinilebilir ve dahası başka insanlara tatbik edilebilir birşey olup olmadığını, neden insanların birbirleriyle bu denli güç ilişkisi kurma ihtiyacında olduklarını ve neden kimsenin mutlu olamadığını, neden herkesin sürekli olarak güce ulaşmak için çırpınıp sonra kavuştuklarını düşündüklerinde eskisinden daha güçsüz düştüklerini sorguluyordum bu sayede. Marvin Harris’in Why Nothing Works’ündeki gibi sorular sorup duruyordum.  

 

Bunun gibi bir sürü şey sorgulama imkânı buluyordum. Ve bu konuları çalışmayı çok seviyordum. Biraz da bana bu fırsatları sunan eşsiz insanlar olarak polisleri de çok seviyordum belli ki. Kadına göreyse, polisler hiçbir şekilde sevilebilecek insanlar değillerdi.

 

Aradan on yıl geçti ama ne zaman konu"iktidar" olsa –ve ne zaman kajulu tavuk yapsam- bu konuşmayı hatırlarım. Onca görüştüğüm hocadan, akademisyenden ve sosyoloji öğrencisinden çok bu kadındır ufkumu açan.   

 

Demem o ki iktidarın hayatımızdaki yerini, ona sirayet etme biçimlerini ve insanın güçle kurduğu ilişkiyi anlamak için polislerin dünyası eşsiz fırsatlar sunar.

 

Sanılanın aksine, polisler için insanların yasaları ihlal etmeleri ya da suç işlemeleri büyük bir kızgınlık ve öfkelenme nedeni değildir mesela. Hatta, bundan içten içe bir haz duydukları bile söylenebilir.

 

İnsanların polislerle karşı karşıya gelmek zorunda kaldıkları durumlar genellikle "sivilliklerini yitirdikleri" zamanlar olarak ifade edilir. Yani, güven, dayanışma, güvende olma, işbirliği, adalet gibi sivil dünyanın değerlerinden bir ya da  bir kaçını yitirmişlerdir ve o nedenle yolları polise düşmüştür.

 

Polis, bu açıdan esasen sivil dünyayı temsil eder. Onu askerle bir tutan ve buradan hareketle militer bir polislikten yana olanların yanıldıkları şey de tam olarak burada gizlidir.

 

Polislik, yiten ve yitme ihtimali olan sivil değerlerimizi temsil eder. Ne var ki, o değerler ve sivilliğimizin gücü ne kadar azalırsa polisin ve polisliğin gücü artar. Yasalarla ve siyasal düzenle kurulan ilişki sivil değerlerin yönetiminden çıkarak iktidarla kurulan bir güç ilişkisine döner. Ama bu militer bir polisliği ifade etmez yine de. Polislik, sivilliğin karşıtı değil eksiğidir çünkü. Onun yerine askeri geçirdiğinizde bu eksiğinizi kabul edip sistem haline getirmiş ve değişmez kılmışsınız demektir.   

 

Bu çok tuhaf bir bireysel psikolojiye de işaret eder; bir polisle olan arkadaşlığınız yakınlaştıkça sivilliğinizin yitme ihtimali hissi de o oranda artar. Alttan alta hep diken üstünde bir ilişkidir polis-sivil ilişkisi ve dahası, sivil bir toplum için bu sağlıklı da bir göstergedir. Biraz da bu yüzden toplum polisleri sivil dünyanın dışında tutmaya çalışır. Polis-sivil ilişkisinin fazla içiçe olduğu ya da polislerin yasalardan daha önemli olduğu yerlerde sivil değerlerin yeterince yaşanamadığını anlayabilirsiniz. Orada sivilliğin yitimi yaşanmakta, onun yerini zor gücü ve kontrol altında tutma almaktadır.

 

Polislerin dünyası esas itibariyle –tıpkı iktidarın doğası gibi- bu gibi pek çok çelişkilerle doludur. Saymakla bitmez. İçinde bu kadar çok çelişki barındıran bir başka meslek daha gösterilebilir mi emin değilim. Polislik çok tehlikeli bir meslektir ya hani? Esasen en tehlikeli iş değildir de tehlikeli olma ihtimali en yüksek olan iştir gibi anlaşılması son derece zor çelişkileri vardır. Koruduğu insanlardan şüphe duymayı, sabah göz altına aldığıyla akşan kahvede okey oynayabilmeyi gerektirir. Polisler, insana aynı anda inanmalı ve inanmayabilmelidir.    

 

Herneyse yani, yasaları çiğnemeniz ya da suç işlemeniz değildir polisler açısından sinir bozucu ve öfke doğurucu olan. Esas mesele, onların iktidarını tartıştığınızda ya da otoritelerini azıcık da olsa sorguladığınızda ortaya çıkar. Polislerin esas yüzlerini o zaman görürsünüz. Tıpkı kötü bir iktidar gibi karşı geldiğinizde bütün gücünü yitirme korkusuna kapılır. Bir polisin otoritesini sorgulamak kadar büyük bir hata yapılamaz bu yüzden. Hele iktidarını sorgulamak! Akla dahi getirilmemelidir.

 

Niye böyledir peki? Çünkü, onun meselesi daha sivil ve daha adil bir toplumdan önce iktidar meselesidir. İktidarını hissetme meselesidir. Bunu bir türlü hissedememe meselesidir. Toplum da bunu içten içe bilir ve asla hissettirmez. Hissettirirse kendi yitiğini hepten kaybedeceğini düşünür çünkü.

 

İktidar, doğası gereği sahip olunduğunda sadece tek taraflı olarak hissedilen bir güçtür. Yani onu ancak sahip olanlar hissedebilirler ve başkasına hissettirmeye çalışıldığında hem yok olur gider hem de zaten tam olarak sahip olunamamışlığı simgeler.

 

Polislerin, hayatın en canlı enerjisinin aktığı meydanlarda askeri bir kışla kurmuş vaziyette görünür oluşu, böylesi bir iktidar yokluğudur. Polisler sanılanın aksine daha muhafazakar ailelerden gelmezler. Sağ ya da sol hiç farketmeksizin daha güçsüz, kenarda kalmış, sivil değerlerin tam olarak yerleşiklik kazanmamış olduğu ailelerin, bu konumundan memnun olmayan çocuklarıdırlar çoğunlukla.

 

Bir an önce, kestirmeden iktidarla ilişki kurmayı çok arzulamaktadırlar ve bunun için polislik müthiş bir kapı açmaktadır. Ama aldatıcı da bir kapıdır bu. İktidarın şehevi hazzını hissettirir ama bu asla kendilerine ait bir güç değildir. Buradan, sahip olunamayan ve ancak ona sahip olanların arzusuna uygun davranıldığında pay alınan fakat iktidarın doğasına zıt bir şekilde, kendi başına yapabilme ve edebilme kabiliyeti kazandırmayan bir psikoloji doğar. Garip belki ama polisler iktidardan nefret ederler.  

 

Zaten tam olarak yaşanırlığını bilmedikleri sivil dünyayı da bu iktidar ilişkisi içerisinden görüp öğrenmişlerdir. Esasen sivil toplum denilen şeyin"siyaset-dışı" oluşunun sırrı onun içindeki ilişkilerin "güç ilişkisi" olmaktan çok güven-dayanışma-itimat-adalet gibi değerlere dayanıyor olmasında gizlidir. Ve burası güçlendiğinde siyaseti iktidara ulaşmak arzusuyla yapan insanların –ve de polislerin- gücü kendiliğinden düşmektedir. Ama başka bir şey artmaktadır. Saygınlık, huzur ve refah.

 

Konu uzun olsa da Pazar günü yazılmış bir yazıya uygun olması bakımından, kısa tutup polis çalışanların bildiği bir cümleyle bitirebiliriz belki. ²Polislerle çalışmak asla polisleri çalışmak demek değildir.² Geertz’in ünlü, "Antropologlar köyde çalışırlar köyü değil" cümlesinden devşirilmiş bir sözdür bu ve de en az Geertz’inki kadar doğrudur.

 

Güç arzusuyla yanıp kavrulan, içten içe iktidarını hissetmek için en yapılmaz olanı yapabilir olduğunu gösterme isteği duyan ve iktidarımızı her yerde ve herkese karşı göstermek için haykıran insanların çokluğuna bakmayın. Ve de kızmayın. Sadece sevin, çünkü onlar hiç sahip olmadıkları bir şeyi arıyorlar belki de ve siz kızıp bir şeyleri yitirdikçe bulduklarını sanıp aramayı da bırakıyorlar.

 

İyi –yani, sivil değerleri güçlendiren- bir iktidarın en belirgin özelliği onun her zaman için tartışmaya açık olmasıdır. İktidarı tartışmanın,"iktidarını tartışmak" olduğu bir yerde yitirilen birşeyler vardır, yasalar polisleşmiş ve daha kötüsü, bu yitirilen şeyleri birinin bulma ve kendi malı gibi kullanma tehlikesi başlamış demektir.   

 

 

 

 

- Advertisment -