Mustafa Remzi Bucak, 1912’de Urfa-Siverek’in Anazu Köyü’nde doğar. İlkokulu Siverek’te, ortaokulu ve liseyi İstanbul’da okur. 1935’te Fransa’ya gider, bir yıl Paris’te kalır. Fransa’dan döndükten sonra kaydolduğu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1940 yılında mezun olur.
Paris’te geçirdiği süre, Bucak’ın zihni dünyasına ve politik duruşuna derinden nüfuz eder. Kürtlerin bellerini büken problemlerden ancak içinde bulundukları sosyo-ekonomik geriliğe son vererek kurtulabileceklerine iman eden Aydınlanmacı bir perspektifle donanır. Kürtlerin dertlerinin dermanı, kendilerine ışık tutup karanlıktan çıkaracak bir aydın zümrenin yaratılmasıdır. Bucak, bu düşünceyle 1940’ta İstanbul’da Dicle Talebe Yurdu’nun kurulmasına öncülük eder.
Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden İstanbul’a üniversite tahsili yapmak için gelen Kürt gençlerinin başlarını sokabilecekleri bir yuva olan Dicle Talebe Yurdu, aynı zamanda bir okul işlevi de görür. Yurtta Kürt kültürünü ve folklorunu tanıtan, talebeleri Kürt kimlikleri hakkında bilinçlendirmeyi amaçlayan faaliyetler yapılır. Celadet Bedirhan Bey’in Suriye’de çıkarttığı Hawar Dergisi yurt öğrencileri arasında okunur. Her yıl 21 Mart’ta, İstanbul’da yaşayan Kürt aydınları ve işadamlarının katılımıyla Newroz kutlanır. Musa Anter hatıralarında, yurttaki Kürt öğrencilerin siyasi olarak geliştirilmeleri gayesiyle Mustafa Remzi Bucak, Yusuf Azizoğlu, Ziya Şerefhanoğlu ve Faik Bucak’ın “Kürtleri Kurtarma Cemiyeti” adıyla gizli bir örgüt kurduklarını da yazar.
Dicle Talebe Yurdu üstlendiği misyonun altından kalkar. 1950-1980 yılları arasında, Kürt siyasi hayatına damga vuran Kürt aydınlarının yetişmesinde eşsiz bir rol oynar. Yusuf Azizoğlu, Mustafa Ekinci, Faik Bucak, Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci, Ali Karahan, Edip Karahan, Ziya Şerefhanoğlu, Edip Altınakar, Necat Cemiloğlu, Enver Aytekin ve daha pek çok kişinin yolu bu yurttan geçer.
“1950 sonrasında Kürtlerin sıralarında yaşanan politik gelişmeler Dicle Talebe Yurdu’nda temeli atılan aydın hareketinin doğrudan ürünüdür. Demokrat Parti (DP) içerisinde bir Kürt grubunun oluşmasını, daha sonra Yusuf Azizoğlu öncülüğünde Yeni Türkiye Partisi’ndeki gelişmeler, 49’lar Olayı, Kürdistan Demokrat Partisi’nin kurulması olaylarını Dicle Talebe Yurdu’ndan bahsetmeden anlamak mümkün olmaz.” (Mustafa Remzi Bucak; Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup, Doz Yayınları, İstanbul, 1991. s. 9)
“Afrika müstemlekelerinden yüz kerre daha korkunç bir idare tarzı”
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye çok partili siyasete geri döner. Mustafa Remzi Bucak da, Kürtlerin başlarına gelenlerin müsebbibi olarak gördüğü CHP’ye karşı DP saflarında yerini alır. Avukatlık yaptığı Diyarbakır’da, Yusuf Azizoğlu ve Mustafa Ekinci ile birlikte DP teşkilatının kurulmasına omuz verir. 1950 seçimlerinde Diyarbakır milletvekili seçilir ve TBMM’ye gider.
Meclis’te doldurduğu biyografisinde “bildiği diller” kısmına Kürtçe ve Zazakî’yi de yazar; böylece 1923’teki Birinci Meclis dışında ilk defa bir Kürt vekil kendi anadilini Meclis’e sunduğu biyografide açıkça belirtmiş olur. Bir milletvekili olarak gündeminin birinci maddesi “Umumi Müfettişlikler” konusudur. “Afrika müstemlekelerinden yüz kerre daha korkunç bir idare tarzı” diye tanımladığı bu müfettişliklerin kaldırılması için yoğun çaba harcar. Umumi Müfettişlikler, 1952 yılında kaldırılır.
Bucak, Mustafa Ekinci ve Yusuf Azizoğlu ile birlikte, “Karaköprü” (1937’de Diyarbakır yakınlarındaki Karaköprü mevkiinde, bir soygun hadisesi bahane edilerek 103 Kürt köylünün katledilmesi) ve “33 Kurşun” (Van-Özalp’te 33 Kürdün General Mustafa Muğlalı tarafından kurşuna dizilmesi) gibi Kürtlerin hafızalarında ağır yaralar açan olayları kamuoyuna mal eder. Kürtlere yönelik nefret söylemlerini Meclis sıralarına taşır, bunlara karşı keskin bir mücadele yürütür.
Ne var ki zaman geçtikte Bucak ile partisinin arası açılmaya başlar. Çünkü DP de giderek CHP’lileşir. CHP sandıkta yenilir ama bilhassa Kürt meselesinde onun zihniyeti hep iktidarda kalır. Kürtlerin hak ve hukukları bahis konusu olduğunda DP, CHP’den farklı bir yerde durmaz. Bucak ve arkadaşlarının müşteki olduğu CHP siyaseti, bu kez DP gömleğiyle Kürtlere tatbik edilir.
1959’da Kürt aydınlarının toplu olarak tutuklandığı “49’lar Olayı” meydana gelir. İktidarın, Bucak’ı da tutuklayacağına dair iddialar ve söylentiler ayyuka çıkınca yakın arkadaşlarının ısrarı üzerine Bucak, 49’lar Olayı’ndan kısa bir vakit sonra Amerika’ya iltica etmek zorunda kalır. Daha sonra çıkan aflara rağmen bir daha Türkiye’ye dönmez. 1985 yılında vefat eder.
“Kıbrıs için istediğiniz federasyonu Kürtler için de düşünür müsünüz?”
Bucak sürgünde bulunduğu dönemde de Türkiye, Ortadoğu ve dünya siyasetini yakından takip eder. Uluslararası kuruluşlar nezdinde Kürt hakları için lobi çalışması yapar. İçte veya dışta Kürtleri ilgilendiren herhangi bir hadise gerçekleşse veya beyanat verilse, hemen kaleme sarılır. Siyaset ve basın dünyasından birçok kişiye mektuplar yazar. Mektuplarından birinin muhatabı da Başbakan İsmet İnönü’dür.*
Mektup, 1965 tarihlidir. Celadet Ali Bedirhan’ın 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı mektuptan 32 yıl sonra bu kez Mustafa Remzi Bucak, İsmet İnönü’ye açık bir çağrıda bulunur. Mektubun yazılma nedeni, İnönü’nün 4 Şubat 1964’te New York Times’a verdiği Kıbrıs meselesiyle alakalı söyleşidir.
İnönü, bu söyleşide, Kıbrıs düğümünün ancak federasyon ile çözülebileceğini belirtir. Bucak da bunun üzerine İnönü’ye “Kıbrıs’ta 80 bin kişi için istediğiniz federasyonu, Türkiye’deki 8 milyon Kürt için de düşünür müsünüz?” diye soran bir mektup gönderir. Mektup her ne kadar adına yazılmış olsa da muhatap salt İnönü değildir, bir bütün olarak Türkiye devleti ve uluslararası kamuoyudur.
Bucak, gerek İnönü’ye ve gerek diğer etkili-yetkili şahıslara gönderdiği mektuplarında Kürt meselesine dair sorunları ve çözüm önerilerini sarih bir dille açıklar. Bazı hususları ısrarla vurgular. Ben, bunlardan üçünün altını çizdim:
“Kaybedilen imparatorluk azaları gibi Kürdistan vilayetlerini de kaybedeceksiniz”
Bucak, ilk olarak, bıkmadan usanmadan hemen her muhatabına Kürtlerin varlığını inkâr etmenin memleketin geleceğini karartacağını söyler. Sekiz milyonluk bir Kürt nüfusu yok sayıldığı müddetçe, ülkenin başının beladan kurtulmayacağının üzerinde durur. Kırk yıllık Cumhuriyet idaresinin mesaisinin büyük kısmını, Kürt isyanlarını bastırmaya harcadığını hatırlatır.
Kürdün mevcudiyetine ve hakkına gözlerin kapatılması, hem devletin hem de milletin geleceğini baltalamak anlamını taşır. İnkâr; Kürtler ile Türklerin arasındaki uçurumu büyütür, birlikte yaşama zeminini tahrip eder. Nihayetinde sadece Kürtler kaybetmiş olmaz; zaten Kürtlerin kaybedecek bir şeyleri de kalmamıştır. Asıl kaybedecek olan “necip Türk milletidir.”
“Bu arada bir endişemizi açıklamaktan kendimizi alamamaktayız; tutula gelen bu durum memleket zimamdaranı arasında devam ettiği müddetçe, yani Kürd’ün mevcudiyeti inkâr edilip en basit hakkı olsun kendisine tanınmaktan sarfınazar edildiği müddetçe, Kürt-Türk arasındaki zıddiyet, maalesef husumete müncer olmakta ve bu husumet dahi, gün geçtikçe derinleşip kök salmış olmaktan asla geri kalmayacaktır. Bu, bir.
İkincisi, bütün korkunç ve şeni tedbirlerinize rağmen, yok edemediğiniz ve edemeyeceğiniz Kürt milletini, tutulan bu idare tarzı devam ettiği müddetçe, eninde sonunda şahlanmaktan kimse men edemeyecektir.
Ve o gün, artık çok geç kalındığı için kaybedilen imparatorluk azaları gibi Kürdistan vilayetlerini de kaybedeceksiniz.” (s. 80)
“Şeyh Said merhumla İsmet Paşa’nın birleşmesinden hâsıl olan Kürt milliyetçiliği”
Bucak, ikinci olarak, Kürtlerin asimile edilemeyeceğini belirtir. Ona göre, ister kendisi uyanmış ister başkaları tarafından uyandırılmış olsun; artık yalnızca Kürdistan sınırları içinde kalmayan, Ankara’ya, Konya’ya, İstanbul’a sirayet eden bir Kürtçülük cereyanı söz konusudur. Kürtleri bütün kesimleriyle kendi milliyetlerini idrak eder hale getiren bu cereyanın büyümesinde en büyük paylardan biri İsmet Paşa’ya aittir.
Ataları Bitlis Kürtlerinden olan İsmet Paşa’nın, 1925 Şeyh Sait İsyanından sonra Kürtlüğü tarihe gömmek için izlediği şedit siyaset tersine bir işlev görmüş, Kürtlük ateşini gürleştirmiştir. Şeyh Said, Kürt toplumunda zaten var olan milliyetçiliğin bir temsilcisi iken, İnönü bu milliyetçiliği söndürmek isterken alevlendiren, onu “babayiğit” kılan bir aktör olmuştur.
“İster meşru ister gayri-meşru bir çocuk telakki ediniz; Şeyh Said Efendi merhumla İsmet Paşa’nın birleşmesinden hâsıl olan bu Kürt milliyetçiliği adlı çocuk, bugün en az kırk yaşında bir babayiğittir ve her bakımdan kuvvetli ve sıhhatli bir şahsiyet olarak dünya milletleri arasında yaşamak hakkını haizdir ve azimdedir.
“Bu hakikati görmemek veya görmezden gelmek, sadece kendilerinden başkalarına yaşamak hakkı tanımayan hodkâmların sonunda duçar oldukları akıbete uğramak olur ki, bu hususta hele Osmanlı tarihi, pek çok misallerle doludur.
“Kırk yaşındaki bu babayiğit de öğrenmiş, bilhassa kafasına vurula vurula kendisine öğretilmiştir ki, Kürtlük ve Kürtçülük dahi, en az Türklük ve Türkçülük kadar azizdir, lezizdir, hörmete ve yaşamağa layıktır ve o hakka da sahiptir.” (s. 99)
O halde, devletin Kürtleri asimile etmek için artık çok geç olduğunu görmesi ve Kürtleri Türkleştirmeye çalışmaktan vazgeçmesi gerekir. Ne şiddet ne de temsil mekanizmaları Kürtleri kimliklerinden soyutlayabilir.
“İmparatorluk taşa çalınmış bir avuç bilye gibi darmadağın olmaz idi”
Bucak, üçüncü olarak da, Kürtler ile Türklerin birlikteliğini savunur. 1961’de Yusuf Azizoğlu’na yazdığı mektupta bunu çok güçlü ifadelerle anlatır:
“Yaşım elliye basmak üzere; bugüne kadar takip ettiğim ve edilmesini telkin ettiğim yoldan artık nükûl etmeme ne maddi ve ne de manevi imkân kalmış bulunmaktadır. Hemen şunu bir kerre daha şuracıkta ifade edeyim ki, ben aynı çatı altında, Türklerle beraber yaşanabileceğine kati olarak inanmış bulunmaktayım.” (s.16)
Birlikte, ama nasıl? Bucak, federasyon taraftarıdır. İnönü, Kıbrıs için federasyonu önerdiğinde, ona “iç otonomiyi, federatif şekli hükümeti” Türkiye Cumhuriyeti için de düşünmesini salık verir. Çünkü:
“Tekrar ediyoruz Sayın İnönü, Cumhuriyet devleti hududları içinde ve mütekâsif olarak asgari sekiz milyon Kürt yaşamaktadır ve bunlar mesela Kıbrıs’taki Türkçe konuşan kitlenin haiz olduğu siyasi, içtimai, harsi ve iktisadi hakları serbestçe kullanmaktan vazgeçtik, kendilerine Kürt diyebilmek, anadillerini serbestçe konuşmak ve okuyup okutabilmek hakkına bile sahip değillerdir.” (s. 50)
Kendisinin sürekli federasyon fikri üzerinde düşündüğünü, bütün siyasi hedefinin temelinde bunun yattığını söyler ve Prens Sabahattin’e atıf yapar.
“Prens Sabahattin merhumun Osmanlı İmparatorluğu için vaktiyle tavsiye ettiği bu tarzı idare vakti zamanında, günün devlet adamları tarafından idrak ve kabul edilmiş olsa idi, kim bilir, belki de, İmparatorluk taşa çalınmış bir avuç bilye gibi darmadağın olmaz idi.” (s.48)
“İsmet Paşa’nın günahları”
Jön Türklerin demir elinin ve katı merkeziyetçi siyasetinin imparatorluğu paramparça ettiğini söyleyen Bucak, bugün tekrar aynı hataya düşmemesi için İnönü’yü uyarır. Merkeziyetçi, anadili Türkçe olmayanlara hayat hakkı tanımayan, “köhnemiş ve müptezel bir milliyetçiliğe” dayanan bir yönetim tarzının, ülkenin her geçen gün daha düşüp parçalanmasına neden olacağını söyler.
Bu sakat idare tarzını terk etmek lazım gelir. Hastalık, geçici tedbirlerle ve sakinleştirici ilaçlarla tedavi edilemeyecek kadar ciddidir. Çare; Kürdün varlığının ve haklarının tanınmasından; Kürdün Kürt olarak kabul edileceği, mekteplerinde kendi dili ile serbestçe okuyup yazabileceği, Ankara’nın tayin ettiği memurların baskısından yakasını kurtarıp kendi evlatları tarafından idare edileceği, coğrafyasının siyasi, içtimai ve iktisadi geleceğine kendisinin hâkim olabileceği bir düzenin tanziminden geçer.
“Kısacası, çare zatı devletinizin, alt tarafı seksen bin Kıbrıslı Türkçe konuşan zümre için düşünüp uygun gördüğünüz şekli idarenin, ya’ni FEDERATİF bir tarzı idarenin, bizzat Türkiye Cumhuriyeti hududları içinde yaşamakta bulunan SEKİZ milyonluk Kürt camiası için de kabul ve tatbikidir.” (s.96)
Eğer İnönü, zamanı gelmiş bu tedbirleri alır ve Kürtlerin ıstıraptan kurtarılması yönünde bir adım atarsa, bu ona iki yönlü fayda sağlar: Bir yandan, ağır bir sorunu çözerek Türk milletine ve Cumhuriyet devletine çok hayırlı bir iş yapmış olur. Diğer yandan da, bir zamanlar İsmet Paşa’nın işlemiş olduğu bütün günahların unutturulmasını sağlar.
“Kürt meselesi bizim için Ermeni meselesinden çok daha önemlidir”
İnönü’ye mektubunda Bucak, ilginç bir hatırasını da paylaşır. DP milletvekili iken bir akşam Çankaya Köşkü’ne davet edilir. Yemekte birkaç Kürt mebus daha vardır. Yemekler yenilir, film seyretmek için büyük salona doğru harekete geçilir. Tam o esnada, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Remzi Bucak’ın sağ koluna girer ve onu diğer vekillerden bir-iki adım ayırdıktan sonra konuşmaya başlar:
“Remzi Bey, senin kim olduğunu, ne maksat ve gaye güttüğünü biliyoruz. Hareketini yakınen takip ediyoruz. Unutma ki, Kürt meselesi bizim için Ermeni meselesinden çok, pek çok daha önemlidir. Aynı muamelenin başına gelmesini istemiyorsan, bu kadar muamele ve müsamaha size çoktur bile…” (s. 47)
Devletin tepesinden Bucak’a yöneltilen açık bir tehdittir bu; fakat Bucak buna rağmen fikirlerini dillendirmekten vazgeçmediğini, fırsat buldukça herkese anlatmaktan imtina etmediğini belirtir. Bir vesile ile bu konudaki görüşünü Menderes’e de aktardığını, Menderes’in Bayar’dan çok daha olgun ve anlayışlı davrandığını yazar.
Bayar’ın indinde Kürt meselesi“en mahfuz kasada bile hıfzedilmeyip, ancak bir dimağdan öteki dimağa aktarılabilen bir Devlet esrarı”dır. İktidarlar değişir, partiler ve şahıslar gelir gider ama Kürt meselesindeki bu esrarın varlığı daimidir. Her dönemde hükmünü icra eden bu esrarla Kürdün hakkına kavuşmasını engellemek için gerekli şartlar yaratılır, önlemler alınır ve bu bir kısırdöngü halinde sürer gider.
Anlaşılan o ki, memleketin gün yüzü görmesinin yolu, evvela, bir hükümetten diğerine “ezeli bir teamül olarak intikal eden bu en mahrem devlet esrarının” çözülmesinden geçiyor.
* Mustafa Remzi Bucak; Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup, Doz Yayınları, İstanbul, 1991.
Perspektif, 10.04.2022