Dünyanın en eski genel tıp dergilerinden The BMJ, yedi yıl önce James Bond’u muayene masasına yatıran bir çalışmayı yayınladı. Ian Fleming’in 14 James Bond romanını analiz eden üç İngiliz doktor, ünlü ajanın alkolik olduğu sonucuna vardı.
“Titiz çalışmalar sonucunda” James Bond’un tutsak, hapiste, yaralanıp hastanede filan olup da içemediği süreler dışarıda tutularak, haftada 92 kadeh alkol aldığı belirlendi. Ki bu sayı İngiliz makamlarınca ‘güvenli seviye’ olarak belirtilen haftalık alkol miktarının dört katından fazlaydı.
Altı ay sürdüğü vurgulanan çalışma, martinisini her zaman “Shaken not stirred (Çalkalanmış ama karıştırılmamış)” ısmarlayan Bond’un karizmasına da uzandı. Doktorlar Bond’un “alkole bağlı titreme” nedeniyle öyle içtiğini savundu: “Alkole bağlı titreme nedeniyle, James Bond’un isteseydi bile içkilerini karıştıramayacağı sonucuna vardık…”
Bond’un ajanlığa terfi etmeden önce denizci olduğu, alışkanlıklarının kökeninin orijinal mesleğinde aranabileceği de ifade edildi. Yedi sayfalık makalede, 56 yaşında ölen serinin yazarı Ian Fleming’in alkol-tütünle ahbaplığı hatırlatılarak, Bond’un ömrünün de pek onu aşmayacağı öngörüldü. (¹)
Enteresan ama orijinal değil
Böyle titiz çalışmalara bünyesel olarak saygımız hazır ama ben ikna olmadım. Tehlikeli genellemelerin kıyısında dolaşan çalışmalardan zaten haz etmem. El âlemin kaç kadeh içtiğini altı ay araştıran “azı karar, çoğu zarar ekibi”nin de Bond’dan pek haz etmediği açık.
Çalışmanın çok orijinal olmadığını da söylemeliyim. RTÜK film ve dizilerde böyle çalışmaları bildim bileli ve kabil-i kıyası olmayan titizlikte yapıyor. Mesela İngiliz ekibin çalışmasından bir yıl önce, RTÜK’ün Star TV’de yayınlanan “Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi” dizisine dair analizine bakalım.
RTÜK İzleme Dairesi içki içilen sahneleri hafiye pertavsızıyla tek tek ve dakikası dakikasına inceleyerek, “Behzat Ç. ile polisler ve savcı Esra, bir bölümde toplam 17 dakika süreyle içki içtiler” sonucuna ulaştı. Araştırmacılar bununla da yetinmeyerek “nerede içtiklerini” de adım adım çalışmalarına eklediler: “Harun ile Cevdet adlı polisler evde, Behzat Ç., abisi ve savcı Esra barda, diğer polisler meyhanede, Harun arabada, yine Behzat Ç. apartmanın merdiveninde alkol kullanmaktadır.” (“Merdiven başında gördüm boyunu /Tazece konuştum bilmem huyunu”)
Titiz çalışma, milli ve manevi değerlerimize, yastığı ona dayalı aile hassasiyetlerimize, binâenaleyh evlilik birliğinin (binasının) inşasına, bilvesile ailenin korunmasına uymayan bir ayıbın da altını çiziyor: “Behzat Ç. ve Savcı Esra evlenme kararlarını bir meyhanede açıklayıp, alkol kullanmaktadır”.
Buyrun… Şimdi hangi araştırma daha etraflı, teferruatlı, projektörlü/projeksiyonlu, hangi dedektif daha alkollü?.. Hem bizim dedektifin öyle “Bond, James Bond” gibi soyadından medet umma ikilemelerine de ihtiyacı yok. “Behzat Ç.” o kadar.
“Yerine koyuyorum onu”
Alkol, biz gibi ülkelerin bizim gibi dönemlerinde en çok “karıştırılan” şeylerden biri… “Selfie çekinsen” kadehler masanın altında… Ki o kadeh başka bir şeylere karıştırılmasın, gündem çalkalanmasın. Zira içen kadar, içmeyenin de üzerine vazife.
Edebi eserlere bakarak kahramanlarının alkolik olup olmadığına “tanı koymak” ise aklıma “idrardan karakter tahlili”ni getiriyor. Roman, film karakterlerinden “ulusal tehdit” tahlillerine ulaşmak ise huyluluk ya da huysuzlukla seyreden daha patolojik titizlenmeleri gerektiriyor.
Ta buralardan dört haftadır yazmayı sürdürdüğüm Edip Cansever’e geleceğim. Cansever’e yukarıdaki yoldan gelmemin nedeni, aktardığım araştırmalardan farklı bir insiyakla, sevgiyle yola çıkan bir başka “alkollü” çalışma.
Şair, yazar Onur Caymaz 2002’de “Edip Cansever’de Alkol Oranları”nı araştırıyor. Cansever’in kitaplarında ulaştığı oranlar, 12 silindirli Aston Martin’iyle gazlayan Bond’a nal toplatır. Sadece Tragedyalar’da “alkol” 93 kez geçiyor.
Yalnız bir dakika… Alkol Cansever’in şiirinde mebzul, hayatında mebzul ama şiirlerini yazarken yok. Şöyle özetliyor; “Alkol temasını çok işledim. Bir örtü olarak, çağımızın, günümüzün bir örtüsü olarak görüyorum. Alkolle birlikte düşünüyorum. Yani, altından şiirin temasını, konusunu, düşüncesini, duygusunu, birçok şeyleri çeksek de, alkol tek başına bile günümüzden sonraya kalıcı bir şey olarak görünebilir. Mit diyorum ona ben.” Ve ekliyor, “İçkiliyken tek satır yazmadım, bazen meyhanede içerken aklıma bir şey gelir, peçeteye yazarım. Ama oradan bir dize çıkardığımı bilmem.” (Tabi bunu “en yaratıcı yazılarını sarhoşken yazdığını” iddia eden Bukowski’yle tartışmayacaksın)
“Bir Ölü Dalga” şiirinde alkolle ahbaplığına dair daha derinden ipuçları var: “Ne çıkarmış az içsem, bütün bütün bıraksam da içkiyi /İnanmazsın hiç mi hiç sevmiyorum zaten /Yazdan kalma bir bitkiyi çıkarıp /Doldurur gibi oyuğunu /Ya da bir hastayı düzeltircesine yatağında /Yalnızca yerine koyuyorum onu.”
“Bu kaç kapılı bir konyak?”
Peki… Okuru, müdavimi onu nasıl okuyor, içkili mi içkisiz mi alıyor, bilemem. Kendi payıma, kitap okurken, film seyrederken ağzıma bir damla alkol değmez. Rakının, edebiyatın, sinemanın verdiği sarhoşluğun yanında hak etmediği bir mahcûbiyet yaşamasını istemiyorum. Lâkin içip de bir şiiri -yalnız ya da değil- sesli okumak, bir filmin bir sahnesini dostlara figüran hissiyatıyla (içerden) anlatmaya çalışmak… Başka.
Şiirin, sanatın muhabbetle, muhabbetin de alkolle bir ilgisi olmalı. Cansever’in “Bu kaç kapılı bir konyak?” sorusundaki gibi kapı açıyor zira. İnsanın içine açılan kapıların gıcırdamadan aralanmadığı iklimlerde bilhassa…
Cansever, “Ya alkol olmasaydı. /Bir uzun bardaklarımız vardı. /Herkes birbirinden artardı /(…) Sığ denizler gibiydi alkol, geçerdi üstümüzden /Ve birden bırakırdı bizi /Biz öyle kalırdık da çakıllamış ve beyaz /Seslerimiz birbirinden artardı” diyor ya… İnsanın birbirinden artması, her kelimeyi, her teması eksilten iletişim kanallarının parazitinde bir hoş melodidir abiler.
Yalnızların kadeh tokuşturduğu içki
Sait Faik’in bunalınca hep “alkole ya da adasına sığındığını” yazıyor kaynaklar. Aslında alkolle ona dair çok kıymetli bir metaforu bir araya getiriyor bu temcit betimleme. “Ada”… Cansever’in –belki yazarken ağzından kaçan- “içince bir korsan ağzıyla içmeli” tavsiyesine uyarsan “ada”sına çıkıyorsun muhabbetin. O adada “Sanki karaciğer sözcüğü sözlüklerde yoktu. İçkiler dostça sokulurdu bize. Panayot’un zehir gibi şarapları bile”…
O adada… Kendini bulmakla kendinden uzaklaşmak arasında bir gel-git gibi muhabbet… Gözlerken, dalıp giderken, düşünürken, unuturken-hatırlarken alkolü giyinmek de var, çırılçıplak kalmak da.
Yalnızsan o da başka hikâye… Tek palmiyeli “ıssız adada tek başına” karikatürlerinin menziline bir kasa rakı koysan… O ada yalnızlık müktesebatından düşer. Tüm dünyada yalnız içenlerin kadeh tokuşturabildiği tek içki rakıdır zannımca. Rakını su kadehine… Çın çın. Cansever’den mülhem hiçbir yere taşmasan da, kendine sızarsın.
Şahidim yine şairdir, Turgut Uyar için yazdığı şiirdir: “Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik /İki tek votka içtik varmadan Aşiyan’a /Konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık /Az sonra kalkıp gitti o /Kalakaldım ben oracıkta /Kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk /- Garson! bize iki tek votka daha.”
Böyle içen adamı, yalnız bırakamazsın. “Çarşıyı iyi biliyor, meyhaneleri bir bir /Kimseler tutamaz onun bu kadehi tuttuğu gibi avucunda”…
Bunca edebiyattan sonra sohbete ilgiyi çoğaltmak için alkol dinamiğini ekonomi politiğe bağlayacağım; “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre”…
(¹) İngiliz Kraliyet Kimya Enstitüsü’nün “çalkala ama karıştırma” formülüyle ilgili kimya firması Quest International’a yaptırdığı araştırmaya değinmezsem olmaz. Firma Bond martinisinin tarifini de vererek, yaptığı deneylerle çalkalama işlemi sayesinde tadın değiştiğini, dilin hafif uyuştuğunu, bunun da kokteyle özellik kattığı sonucuna ulaşmış. Bu arada Shaker’da “sallanan” martininin daha hızlı soğuyacağı ve “karıştırılan” martinideki buzların daha uzun sürede eriyerek, alkol ve kadehin dibinde biriken su oranı açısından son yudumların tadını kaçıracağı da savunuluyor.
KAPAK FOTOĞRAFI: İkinci fotoğraf, Ara Güler’den: “Krespin Pasajı’nda içki içen adam”… Beyoğlu’ndaki Krespin (Crespin) Pasajı’ndaki içkicilerin mekânı Neşe Lokantası, Edip Cansever’in bir başına otururken, şiirinde yeniden doğuracağı “Ruhi Bey”i de bulduğu yer. Güler’in fotoğrafındaki “Kimbilirkim Bey”in bakışı ise ömre bedel. Kimbilir başka masalarda ne güzellikler, ne hoş kalabalıklar yahut yalnızlıklar görüyor da, öyle ürkek, öyle imrenerek, saklı ama sıcak tebessümüyle bakıyor. Bazı fotoğraflar da şiirdir.