[1 Mart 2014] Bu hafta başka yoğunluklardan fırsat bulup Koşullar değişince (5) ile IRA/PKK, Collins/Öcalan dizimi bile bitiremedim ama, güncelliğin en basit ve dolaysız, en çok konuşulan katmanı hakkında, Cengiz Özdemir’in 27 Mart Perşembe akşamki Stüdyo360 programında araya sıkıştıramadığım iki çift lâfı artık burada söylemek farz oldu sanırım.17 Aralık “yolsuzluk” (daha doğrusu, AKP’yi bölme ve hükümeti düşürme) operasyonu hakkında ne düşündüğüm başından beri açık. Bir. Darbe deniyor; eh, o da olabilir; ben kendi kurmaya çalıştığım sözcük dağarcığı içinde, demokraside olmaması gereken, gayrimeşru bir anormal politika yöntemi olarak nitelemeyi tercih ediyorum. İki. Aynen, Serbestiyet’e yeni katılan Berat Özipek’in, bugün ayağının tozuyla yazdığı (1 Mart: Kasetler iktidarı neden devirmez?), Gürbüz Özaltınlı’nın ise daha üç hafta önce kuvvetle savunduğu gibi (9 Şubat: Bu operasyon AKP’yi neden etkilemez?), bu “devirmeci muhalefet” girişiminin de başarısız kaldığı kanısındayım. Stüdyo360’ta anlatmaya çalıştığım üzere, Özaltınlı (ve şimdi Özipek) gibi ben de, bugünkü AKP seçmeninin tuzağı ve tezgâhı doğru okuyup nihayet partisine sahip çıkmasının tâyin edici olduğu kanısındayım. Altını çizerek nihayet, diyorum, çünkü onyıllar boyu ordu korkusu içine sinmiş olan bir taban, 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 “light” darbeleri karşısında — ya da merkez sağın ana mecrasında DP ve AP’nin; merkez sağdan çıkan ayrı bir İslâmcı Millî Görüş loop’u içinde MNP’nin (1971), MSP’nin (1981), Refah’ın (1998) ve Fazilet’in (2001) kapatılması karşısında — hep sessiz durmuş, geri çekilmiş, sonradan geleneğine sandıkta sahip çıkacaksa da en azından ilk ağızda kâh Menderes, kâh Demirel, kâh Erbakan gibi liderlerinin yanında durmamış, duramamıştı. Şimdi ise duruyor ve direniyor, kuşkusuz askerî vesayetin tasfiye edilmişliğine de güvenerek. AKP mitinglerine katılım da bu doğrultuda, kamuoyu yoklamaları da. Dolayısıyla körü körüne AKP düşmanlığı açısından, 2007 ve 2011 seçimlerinden sonra bir hüsrana daha gidiyoruz sanırım.Ama üç, bütün bunlar, bizatihî kaset, kutu ve torbalar hakkında söyleyecek bir şeyim olmadığı anlamına mı geliyor? Buna cevaplarımı da şu alt-başlıklara ayırabilirim:(1) Bu hengâme, bu toz duman içinde bir yerlerde, gerçek yolsuzluklar mutlaka vardır. Eminim. Bu, ister kapitalist, ister sosyalist, her sosyo-ekonomik sistemin doğasında var. Yer yer hükümet ile özel sektör iç içelikleri oluşmuş; 12 yıllık bir iktidar “kendi burjuvazisi”ni şu veya bu ölçüde yaratmıştır.(2) AKP ve hükümet liderliğinin, şimdiye kadar bu konuda, işi (elbette şaibeli duruma düşmüş bulunan) yargı süreçlerine bırakmak — bir de tabii, hakkını yemeyelim, ilgili bakanları istifa ettirmek — dışında başka herhangi bir girişimde bulunmamasını; örneğin parti-içi bir soruşturma dahi açmamasını ve bu amaçla bir komisyon bile kurmamasını; “yalan, iftira” diye bağırmaktan başka pek bir şey yapmamasını; böyle şeylere hukuken de, siyaseten de, ahlâken de göz yummayacakları konusunda gerek kamuoyuna, gerekse kendi teşkilâtına hiçbir özel mesaj vermemesini; bu doğrultuda net bir coşku, azim ve heyecan göstermemesini çok yanlış ve sakat buluyorum.(3) Öte yandan, 17 Aralık’tan bu yana belirli aralıklarla ortaya dökülenlerin gerçekten rüşvet ve yolsuzluk “kanıtı” olup olmadığı noktasında, belki beş yıl boyunca Cemaat’in polisi ve savcılarınca adım adım hazırlanmış olmalarının ötesinde, ciddî ampirik şüphelerim mevcut.(4) Bunlardan önemli biri, kutular ve torbalarla ilgili. Evet, bazı evlerde şahsen bana da hayli alaturka gelen tarzlarda (ayakkabı kutuları vb içinde) muhafaza edilen büyük miktar para bulundu. Evet, en son başbakan ile oğlu arasında geçen konuşmalara ait olduğu iddia edilen kasette, bu sefer para torbalarından söz ediliyor. İyi de, bütün bunlar acaba kestirmeden yolsuzluğa mı, yoksa belirli bir kültürel alışkanlığa mı işaret? Başbakan dahil hemen bütün AKP’nin içinden çıkageldiği, hali vakti yerinde, taşralı Müslüman ortamlarında, altınını-bileziğini “yastık altında” saklamaya denk düşen, onun genişletilmiş hali diyebileceğimiz böyle bir pratik var. Yanı sıra, belirli bir zekât uygulaması, veya zekât kavramına dayandırılmış bir gönüllü bağış uygulaması da var (sanki solda yok muydu; hem de ne ölçüde olduğunu kendi hayatımdan örneklerle yazdım zaten; bkz Gönüllü emeği unutanlar, 12 Kasım 2013). İkisi bir araya gelince, güvenilen ellere emanet edilen bir çeşit informel yardım sandığı oluşuyor; bir yandan habire nakit giriyor, diğer yandan haklı ve önemli görülen yerlere, diyelim kâh cami yapımına, kâh Bosna, Suriye ve Makedonya gibi dış yardım alanlarına, kâh başka sosyal dayanışma kanallarına akıtılıyor. Hedefler doğru veya yanlış; o ayrı mesele. Emanetçiler az birazını da olsa ceplerine indiriyor mudur, o da ayrı mesele. Kendileriyle aidiyetleri arasında bir sorun. Önemli olan şu ki, pre-modern veya yarı-modern Müslüman bölüşümcülüğü ve networking’inin ürünü olan böyle büyük bir kayıt-dışı dolaşım var — ve muhtemelen evlerdeki kutu ve torbalar da, bunlara dair (olmuşsa) konuşmalar da bu sosyolojik olayla ilgili. Yeri gelmişken belirteyim; kalıbımı basarım ki Cemaat de onyıllardır aynı şeyi yapıyordur (yani örneğin onların da önde gelenlerinin evleri basılsa veya yurtdışındaki okulları veya diğer yatırımlarıyla irtibat kuran kuryeleri yakalansa, pekâlâ benzer manzaralarla karşılaşılabilir). Ama o farazî örnekte de, şimdiki somut örnekte de, bunların hiçbiri, söz konusu paraların rüşvet ve yolsuzluktan sağlandığını kanıtlamaz, kanıtlamıyor.(5) Ben bu dinleme ve kaset teknolojisinden zerrece anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Ama ortada dolaşan öyle komik bir Kemal Kılıçdaroğlu videosu (başbakanı tamamen aklıyor ve destekliyor) ve daha bile komik bir Devlet Bahçeli videosu (canla başla Abdullah Öcalan’ı savunuyor) var ki, bunu zevk için yapan amatörlerin dahi ne biçim montaj harikaları yaratabileceğine işaret ediyor.(6) Öyleyse, ortaya çıkan herhangi bir kasetin içeriğinin neredeyse real time’da (“gerçek zaman” veya “şimdiki zaman”da) olması, yani her nasılsa kaydedildiği noktada hemen hemen enstantane olarak (diyelim 17 Aralık’ta kaydedildiyse en geç 18 Aralık’ta) önümüze gelmesi büyük önem taşıyor. Tuncer Köseoğlu, artık hiçbir illegal dinlemeyi kaale almayacağını yazmış (Kasetli demokrasi, 26 Şubat 2014). Doğru, başlı başına ahlâksızlık. Doğru, inanılmaz boyutlara ulaştı. Doğru, işkenceyle alınan ifadeler gibi bu illegal dinlemelerin de hiçbir hukukî delil niteliği olmamalı. Öte yandan, salt bir şeyin gerçek olup olmadığını anlamak açısından, hiç bakmam da diyemiyorum doğrusu. Onun için sınırı, Köseoğlu’ndan biraz farklı bir noktada: bekletilmiş olup olmamasında çiziyorum. Çünkü geldiğimiz yerde bekletilmiş-bekletilmişlik, hem özel bir siyasî komplo kastı, hem de yüksek derecede montaj ve manipülasyon olasılığı anlamına geliyor.(7) Şimdi bunu, örneğin başbakan ile oğlu arasında geçtiği iddia edilen konuşmalara uygularsak, bu kasetin, olayın gerçekleştiği söylenen 17 Aralık’ta değil de 10 hafta sonra, 25 Şubat günü piyasaya çıkması, benim için tâyin edici. Bırakalım, ifadelerin zorlama sahteliğini, âdetâ “suçun bütün unsurlarıyla subut bulması” için düzenlenmişliğini, örneğin (hiç gerekmeyeceği halde) şu kadar Euro diye (muazzam) rakamlar verilmesini, ya da kaçma/kaçırma, saklama gibi itiraf niteliği taşıyan fiiller kullanılmasını. Diyelim ki konuşmalar sahici (aynen böyle cereyan etti) ve “kulak”lar da bunu hemen o gün, o saat yakaladı. Neden ânında açıklamamış, kamuoyuna ulaştırmamışlar o zaman? Hele o ilk günlerin şoku ve şaşkınlığı içinde, tam da istedikleri öldürücü darbe olmaz mıydı? Buna karşı durulamazdı gerçekten; ne başbakan kalırdı, ne hükümet — ve ne de demokratik siyaset.Mefhumun muhalifinden gidelim. Bunu yapmadılarsa tek bir nedeni var: o sırada ellerinde olmadığı, yani aslında böyle bir “gerçek zaman” kaseti olmadığı, yani aslında üç dört hafta sonra duruma bakıp kendileri açısından işlerin pek iyi gitmediğine ve yeni yeni malzemeler imal etmeleri gerektiğine karar verdikleri, bunun için de belki bağış veya zekât paralarına ilişkin bazı olası konuşma fragmanlarını bağlam dışı kullanarak “muahhar” bir montaj yaptıkları için.Hiç olmazsa tarihçiler, bazı “kaynak”ların “birincil” diye sunulması ama sonra “muahhar” çıkmasındaki problemi anlar umuyorum.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik