Dünyanın her yerinde, her zaman, bir taraftan diğer toplumlarla ilişkiyi azaltmaya, kesmeye, içe kapanmaya; diğer taraftan dış dünyaya açılmaya ve başka toplumlarla ilişki kurmaya yönelik talepler bir arada bulunmuştur. Toplumların diğer toplumlarla münasebetlerinde, bunların ağır basanları etkili ve belirleyici olmuştur. Kabile toplumlarında dahi geçerli olan bu durum, içinde bulunduğumuz ulus-devletler çağında daha da keskin ve belirgin. Çünkü hemen her zaman, devletlerin sınırlarını çizmek ve korumak, toplumların bitiş noktaları ve hudutlarını belirmek ve korumaktan daha kolay.
Başka bir yazının konusu olmakla beraber, küreselleşmenin herhangi bir merkezî otoritenin plan ve buyruklarına dayanmadığı ve ayrıca, tüm insanlığa zarar vermekten çok fayda sağladığı açık. Çoğu zaman sanılanın aksine, küreselleşme her çağın ve zamanın olgusu. Ama tarihte kayıtları daha fazla tutulan ve ismiyle müsemma denebilecek iki globalleşme dalgası var. İlki 1870’lerde başlayıp 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasıyla bitti. İkincisi sosyalist rejimlerin 1989-1991’in Kadife Devrimleri sürecinde bir iç patlama sonucu yıkılmasıyla başladı. Şimdilerde Batı’da faşist, nasyonal sosyalist içe kapanmacı akımların –münhasıran İslamofobinin — yükselmesi ve Trump gibi ekonomik korumacı bir liderin dünyanın motor ülkesi sayılan ABD’de iş başına gelmesi yüzünden ikinci küreselleşme dalgasının sona erip ermediği tartışılıyor.
Hoşumuza gitse de gitmese de çağımız hâlâ bir ulus-devletler çağı. Hemen her coğrafya devletlerin sınırları içinde. Her halkın devleti var ve devleti olmayan halklar devlet sahibi olmak için çılgınca bir ihtiras içinde kıvranmakta. İkinci küreselleşme dalgası doğduğunda, ulus-devletlerin devrini tamamladığı, bu yüzden gerileyeceği, hattâ çökeceği umut ve iddia edilmişti. Bu çerçevede uluslararası ilişkilerin devletler arasındaki ilişkiler olmaktan çıkacağı; resmî ve sivil ulus-üstü kuruluşları ile konu bazlı global sivil toplum örgütlerinin uluslar arasındaki ilişkilerde ve dünya meselelerinde daha fazla ve etkin rol üstleneceği tezleri geliştirilmişti. Bu tezler önemli ölçüde kâğıt üzerinde kaldı. Devletler hâlâ uluslararası sistemin baskın aktörleri. Bu durum yakın zamanda değişeceğe de benzemiyor.
Uluslararası ilişkiler teorisinde iki ana yaklaşım “idealizm” ve “realizm” adıyla anılıyor. İlki dış politikanın insanî/ahlâkî değerlere, ikincisi — güç dengesi gibi — gerçeklere ve millî menfaatlere dayanması gerektiğini söylüyor. Bazen anlaşılması zor da olsa, bu teoriler her durumu kesin olarak tesbit etmemizi ve böylece uluslararası sorunlara mutlak doğru cevaplar geliştirmemizi sağlayacak şablonlar değil. Biraz eti budu olan her devletin dış politikası bu ikisinin bir karışımına dayanıyor. Ama her ülke — özellikle kabadayı ülkeler — dış politikalarını tamamen (insan hakları, demokrasi, saldırmazlık) gibi ilkelere dayandırdığını iddia ediyor. Hattâ bununla da kalmayıp, kendisininkine ters politikalar izleyen ülkeleri bu açıdan sorgulamaya ve bu suretle etkisizleştirmeye çalışıyor. Gelgelelim, çelişkili tavırları dikkatli gözlerden ve soğukkanlı analizlerden kaçamıyor. Her ülkenin dış politikası, sonunda millî menfaat algılarının tesiri altında belirleniyor.
Dış politikanın eninde sonunda ulusal menfaat algısı tarafında şekillendirildiğinin en yalın ve yakın örneği, Arap dünyasında patlak veren Katar krizi. Suudi Arabistan’ın başını çektiği bir dizi Arap ülkesi Katar’ı ablukaya almaya çalışıyor. Gerekçe çok tanıdık: “Radikalizmi teşvik etmek ve teröre destek vermek.” Bu gerekçeler hiç inandırıcı görünmüyor. Konu incelenince anlaşılıyor ki, asıl sebep Katar’ın Arap dünyasındaki anti-demokratik ve anti-özgürlükçü statükoyu bozabilecek — Arap Baharı, Müslüman Kardeşler hareketi gibi — oluşum ve hareketlere sempati duyması. Bu çerçevede, Sisi darbesini de hoş karşılamamış olması. Buna karşılık, Suudi hanedanı mutlak monarşisini ve Arap dünyasındaki durumu korumak arzusunda. Bu yüzden, muhtemelen patronu olan Batılı güçlerden de destek ve teşvik alarak, Katar’ı terbiye etmek istiyor. Nitekim Sisi‘ye de bu amaçla büyük destek vermişti.
Buraya kadarını anlamak zor olmasa gerek. Zaten Arap dünyasında köklü bir demokrasi kültürü ve makul derecede zengin bir demokrasi tecrübesi yok. Ya dünyanın sadece askerî alanda değil insan hakları ve demokrasi alanında da “efendisi” olduğunu iddia eden ABD ne yapıyor? Darbeci Sisi ile de, demokrasinin temel ilkelerine asla tahammülü olmayan — meselâ kadınları hak sahibi eşit özneler olarak görmeyen — Suud rejimiyle de işbirliği yapıyor. Demokrasiye, insan haklarına saygı bu ilişkinin neresinde? ABD başka ülkelere uyguladığını iddia ettiği ölçütleri Suud diktatörlüğüne neden uygulamıyor? Cevap basit: İdealist değil realist dış politika izlediğinden.
Katar krizi Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Bu yüzden, “biz hiç karışmayalım” diyenler dünyadan habersiz saf tipler. Arap dünyasındaki gelişmeler, Türkiye’yi başta güvenliği olmak üzere tüm ulusal menfaatleri açısından etkileyecektir. Türkiye’nin olup bitenlere kayıtsız kalması düşünülemez. Mutlaka aktif bir politika izlemek zorundayız. Bu, tartışmadan uzak bir gerçek. Tartışılacak tek şey, bunun ne şekilde, hangi araçlarla yapılacağı. İşte burada hem idealist hem realist yaklaşımdan yararlanmak, bunların birini diğerine kurban etmemek, tek senaryoya bağlı kalmamak, açık diplomasi yanında gizli diplomasiden de yararlanmak önem taşıyor.